Ara

Zihin Dünyâmız Nereye Âit

Zihin Dünyâmız Nereye Âit

Zihin, insanın iç âlemine açılmış bir penceredir. Bilgi ve görgüler, o pencereden dâhil olduğu gibi yine oradan tebârüz eder. Çünkü akıl ve kalp hangi istikāmete yönelirse, zihniyet de o membadan beslenir. Peki, İslâm cemiyeti son üç asırdır hangi cihete bakıyor? Dünyâyı nasıl ve kimin gözlüğüyle seyrediyor? Hâdiseleri tetkîk ettiği lügatler kimlerindir? Hayâtını tâyin ettiği ilkelerin menşei neresidir? Bu ve emsâli suallerin cevâbı, zihin dünyâmızın nereye âit olduğunu bihakkın ortaya koyacaktır.

İslâm milleti, başka hiçbir cemiyetin sâhip olamayacağı ilâhî bir hazîneye sâhiptir. Bu hazîne, İslâm’ın bizâtihî kendisidir. İnsanlık, bütün sahalarda sayısız bilginler yetiştirse, hayâlin dahî erişemeyeceği teknolojiler inşâ etse bile, yine de umûmî mânâda İslâm’ın kat ettiği mânevî mesâfeye ulaşamaz. Bunu ziyâdesiyle bilen kerîm ceddimiz, dağların ardında doğacak güneşi beklememiş, bilakis kendi göğsünde parıldayan hakîkat ışığını çoğaltmıştır. Yıkanın karşısında inşâ ve ihyâ eden, unutturanın karşısında hatırlatan, karartanın karşısında aydınlatan ve bölenin karşısında birleştiren olmuştur.

Nereden Nereye

Böylesine asîl fiillerle kendini tezyîn eden ve dünyâya nizam veren bir medeniyetin evlatları, ne hazîndir ki bugün o irfânî izleri sürmekten hicap duyuyor. Kendi bağrından çıkmış âriflerini, ediplerini, mütefekkirlerini, bilginlerini görmezden gelerek, Batı’nın masabaşı filozoflarına, ekranlarda boy gösteren içi kesif dışı cafcaflı kalemşörlerine öykünüyor. Bir millet bağrından çıkardığı yıldızları sönük görür, öz şiirini, derin kelâmını, millî hayâl ve hülyâlarını unutursa; başkasının gündüzünde kendi karanlığını yaşar. İşte bizim düçâr olduğumuz illet budur. Aklımızı ve kalbimizi yabancı kalıplarda yoğurup, cennet yurdumuzda garbın fidanlarını büyütmeye çalışıyoruz. Çünkü onun gölgesinin daha geniş ve meyvesinin daha lezzetli olduğuna kānî olmuşuz.

Maatteessüf öylesine bir yabancılaşma bataklığına saplanmışız ki üslûbumuzu, estetik telakkîmizi, başarı tanımlarımızı ve ahlâk kāidelerimizi millî kökümüze göre değil ecnebî kıstaslara göre tâyin ediyoruz. Başkasının terâzisinde kendi değerlerimizi tartınca ağırlığımız hafif geliyor. Sonra, sıkletimizin hafifliğinden dem vuruyoruz.

Aydınlarımız, azîz lisânımızın kelimeleriyle düşünmüyor. Serdettikleri telaffuz, Türkçe’ye benziyor, lâkin muhtevâ başka dünyâya müntesip duruyor. Çünkü dimağı boyuna uzak diyarlardan besleniyor. Mümtaz şahsiyetlerimiz, okullarda dipnot mesâbesinde zikrediliyor. Kemalpaşazade, Eşrefoğlu Rumi, Farabi, Taşköprülüzade bu topraklarda niçin bu denli sessiz ve sönük yâd ediliyor? Can damarlarımızı bu denli uyutmaya ve mâzîmizi gösteren aynaları hunharca parçalamaya neden bu kadar teşne olduk?

Gerçek şu ki, zihin bir kere kayınca, sâdece ilimde, sanatta ve fikirde değil, gündelik hayâtın en basit kuralında bile başka bir istikāmet beliriyor. Bugün İslâm toplumları, evliliklerini, çocuk yetiştirme kāidelerini, komşuluk münâsebetlerini hattâ dînî hayatlarını bile öykündüğü garp kültürünün örnekleriyle izah etmeye çalışıyor. Bilinmelidir ki, insanı yoran ve yıpratan modern kültür, Türk düşüncesinin birinci hasmıdır. Çünkü Türk düşüncesi, bilginin mihmandarlığında vicdân ve edeb iklimlerinde kök salmıştır.

Kırılma Noktaları: Birkaç Bahis

Türk-İslâm beldelerinde en çok okunan kitapların listesini merâk edenler var mıdır? Bu sorunun cevâbı, ne yazık ki hazîn bir hakîkate kapı aralar. Milletlerin düşünce haritası, hangi kitaplarla hemhâl olduğuyla çizilir. Okunan her kitap, bir medeniyet tasavvurudur, bir duruştur, bir istikāmet pusulasıdır. Kitap, bir cemiyetin vicdânını yoğurur, kalbini inşâ eder. Kendi kelâmına sırt çeviren bir millet, kendi aklını da terk etmiş demektir. Zîrâ gelenek ile mânâya kavuşmuş kelâmlar, bir ömürlük duādır. Ecdâdın hikmetle yoğrulmuş eserlerine bîgâne kalanlar, zamanla kendi mâzîlerini inkâr eder hâle gelirler. Zihnî çürüme bu inkârla başlar; his solgunlaşır, hayâl çoraklaşır. Ve nihâyet bir gün gelir ki millet, kendi sesini tanımaz olur; derûnî dünyâsına âit ne varsa bir gürültüye kurbân eder. İşte asıl felâket: Sessizliğin içinde çırpınan bu ses kaybıdır…

Bugün genç nesillerimiz, sâdece kitapların dünyâsında değil, mûsikî âleminde de başka nağmelerin sesine kulak veriyor. Yabancı sîmâlara meftûn, ecnebî ritimlere meyyâl duruyor. Hâlbuki gerek Türk müziğinin gerekse türkülerimizin alternatifi pek mümkün değildir. Zîrâ onlar, insanın rûhunu âhenkle iyileştiren bir keyfiyete sâhiptir. Türkülerimiz, her duygunun gülünü deren bir bahçıvan, her hastalığı iyileştiren bir otacı gibidir. Ne var ki kalplerimiz dahî kendi makāmını kaybettiği için, müziğimizin besteleri de hüzün ve hayret verici güfteleri vird etmektedir.

Medeniyetin altın kuralı mâzîden kuvvet almaktır. Zîrâ geçmişini bilmeyen ve ona inanmayan hiç kimse, geleceğe yürüyemez. Bir milletin târihine ve takvimine baktığınızda, o cemiyetin kültür sömürüsüne mâruz kalıp kalmadığı veya bağımsız bir istikāmete sâhip olup olmadığı net bir şekilde anlaşılır. Bizler, ata yurdundan itibâren insanlık târihinin en kudretli devletlerini kurmamıza ve en mükemmel medeniyetlerini husûle getirmemize rağmen, târihimizi hâlâ Batı’nın biçtiği çağlara göre tâyin ediyoruz. Târihimizi yazarken bile onların hezeyanlarıyla şekil alıyoruz. Sonuçta kendi târihine bu denli yabancı, bu denli mesâfeli ve hattâ düşman olan kimselerle karşılaştığımızda onları şâyân-ı hayret buluyoruz. Şanlı mâzîsini öğrenmekten hicap duyan bir nesil ile nev-i şahsına münhasır bir medeniyet tasavvur edilemez. Zîrâ Türk’ü anmadan ve ona şükran duymadan târih yazmak ve anlatmak imkânsızdır.

Zihin dünyâsının tetkîkinde pek belirgin bir saha vardır ki o da edebiyat ve şiirdir. Bugün Bodler’in (Baudelaire) hüznüne meftûn, ancak Karacaoğlan’ın neşesine yabancı bir nesille karşı karşıyayız. Yahya Kemal’in beyitlerini telaffuz etmekten âciz, fakat Şekspir’in (Shakespeare) alıntılarıyla kendini bilge zannediyor. Millî edebiyatını bilmeyen bir toplum, başkalarının edebiyatıyla kaderini yazamaz. Çünkü gâvurun şiiriyle Türk’ün duygusu aslâ anlatılamaz.

Cemiyetler olağanüstü hallerde dinlerinden ilham alırlar. İslâm-Türk medeniyeti, azîz dînimizle neşvünemâ etmiş ve onunla nam salmıştır. Bu sebeple, ismiyle müsemmâdır. Fakat zihin dünyâsının değirmeninde en çok da din anlayışımız öğütülmüştür. Din, rûhun vatanıdır. Lâkin dînimiz, hattâ îmânımız bile ithâl metotlar ve popüler kalıplarla izah edilmeye çalışılıyor. Bu yüzden mihraplardan, minberlerden ve kürsülerden yapılan sayısız vaazlar gönlümüze kök salmıyor. Millî kültürümüzün pınarları yerine frenk diyarlarının derelerine susayanlar yüzünden nesillerimizin itikādı sarsıldı. Nihâyetinde inancın sîreti silindi, sûreti kaldı.

Bir de fikir dünyâmız için pek mühim olan üniversitelerimiz var: Binâları büyümüş, bütçeleri artmış; fakat orijinallikleri daralmış, fikirleri ise küçülmüştür. Bahsettiğim özerk müesseseler, dış görünüşte pek büyümüşler gibi görünüyor. Ancak hüzünle ifâde etmek isterim ki, amfilerde millî heyecan, medeniyet aşkı ve millet sevdâsının en ufak bir esintisi bile hissedilemiyor. Akademisyenlerin dili var, ama gönlü yok; bilgisi var, ama ideali yok… Kampüsler genişliyor, zihinler daralıyor…

Zihin Dünyâsında Dönüşüm: Sonuç ve Gelecek

Şâheserlere baktığınızda doğrudan gözünüze çarpmayan ama o eser için pek mühim olan bir parça vardır ki, o parça denge taşıdır. Şâyet o taş yerinden çıkarsa, âbidevî yapı yerle yeksân olur. Medeniyetin denge taşı da, zihin dünyâsıdır. Zihin dünyâsı kaydığında, tepeden tırnağa her şey muvâzenesini yitirir. İnsicam bozulur ve bütünlük uyumsuz hâle gelir. Bir milletin istikāmeti de, işte tam bu noktada kaybolur. Zihin, sağlam temeller üzerine binâ edilmediği, doğru düşünce ve inançla desteklenmediği müddetçe, medeniyetin kudreti ve yüksekliği de sarsılacaktır. Çünkü insanın bâtınî yapısı, dış dünyâsına yansıyan alâmetifârikadır.

Velhâsıl zihin dünyâmız başka bir iklîme, başka bir uygarlığa, başka bir menzile doğru meylediyor. Ve her geçen gün rengimiz silikleşiyor, konumumuz merkezden uzaklaşıyor. Mefkûremizi kendi kelimemiz, kendi sanatımız, kendi irfânımızla anlatamadıkça, başkasının gölgesinde yaşamaya mahkûm oluyoruz. Oysa milletin dirilişi, önce zihnî istikāmetini bulmasıyla başlar. Akıl, kökünden su içmezse kurur. Kalp, kendi seyrini unutursa savrulur. Kimliğini kaybeden, kendini kimseye anlatamaz. Zihin dünyâsını muhâfaza edemeyen, ecdâdının mîrâsını heder eder.

Şimdi yeniden sormalıyız: Zihin dünyâmız nereye âit? Eğer cevâbımız “başka kültürlerin aklına” ise, bilmeliyiz ki oradan ne diriliş, ne de bir istikbâl çıkar. Fakat eğer cevâbımız “kendi kökümüz, kendi medeniyetimiz, kendi hakîkatimiz” ise; işte o zaman rûhumuzun derinliklerinden bir intibah yükselir, millî irfânımızdan bir şahlanış başlar. Çünkü her millet, kudretini özüyle mayaladığı zihin dünyâsından alır. Bu hakîkati fehmedebilirsek, ne geçmişin gölgeleri, ne de geleceğin belirsizlikleri bizi karanlığa gömebilir.

Ey Müslüman Türk evlâdı! Bize düşen en kutlu mesûliyet, kendi zihin dünyâmıza avdet etmek ve geleceğimizi bu minvâl üzere tanzîm etmektir.

Mayıs 2025, sayfa no: 52-53-54-55

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak