Ara

Zaman Tasavvuru

Zaman Tasavvuru

Hayâtın tam merkezinde bütün mâlûmâtların, heyecanların, hüzünlerin ve umutların uğradığı kavşak noktası zamandır. Büyüğü ve küçüğü okuyabilmek, arzdan arşa yükselen mesâfeleri anlayabilmek için zamânın kanat seslerine ihtiyaç vardır. Bize can veren ilmin ve toprağın en nâdîde albümünü muhakkak ki zamânın hudutsuz tasavvurunda görebiliriz.

Zaman tasavvuru kurgulanırken öncenin öncesine varmak, sonranın sonrasına uzanmak gerekir. Yâni bezm-i ezelin rûhu anlaşılmalı ve ebedînin nihâyetsizliği fehmedilmelidir. Bu bahis hallolunca, “vak-tin (deruhte ettiği) in-san kav-ra-mı” ele alınmalıdır. Eğer medeniyet, insanlığın bir kazanımı ise evvelâ âdemoğlunun bidâyeti belirlenmelidir. Daha sonra neyin ne ile toplanıp çarpılacağı ile neyi neyden çıkarıp neye bölüneceği tâyin edilmelidir. Bu usûller lâyıkıyla yapılmazsa, fikrî zeminde sarsıntılar kaçınılmaz olur. İslâm medeniyetinin gerilemesi ile zaman tasavvurumuzun değişmesinin aynı devrelere denk gelmesi tesâdüfî değildir. Bir millet kendi vaktini, saatini ve takvimini tartışmaya açar ve başkalarının çağlarına imrenmeye başlarsa, millî dehâsı kuvvetten düşer. İrâdesi zayıflar ve cesâreti körelir. 

Fertler ve toplumlar, kendilerini zaman, mekân ve insan algısıyla tanımlar ve tahayyül ederler. Kendini tanımlamanın yolu, bilgiyi hangi zamânın içinde edindiğin ve yoğurduğunla doğrudan alâkalıdır. Tabiatıyla her uygarlığın ve medeniyetin kendine has bir zaman, saat, takvim ve çağ tanımı vardır. Geçmiş ve gelecek tasavvurunu bu kavramlara mebnî kılar. Neslinin rûhî gıdâsını ve mefkûresini bu çerçevede zenginleştirir. Böylece mâzîden âtîye ve gelenekten geleceğe doğru yol alır.

Zamânı kendine göre tasnîf etmek, orijinal bir mâzî tasavvuru doğurur. Mâzî tasavvuru, târihi bütün hamle ve hareketleriyle tahlîl ederek geleceğin şemasını kendi zaman algısına göre şekillendirir. İslâm medeniyeti yeniden bir inkılap ve terakkî istiyorsa, vaktin ölçülerine uygun yeni bir elbise dikmek mecbûriyetindedir. Fakat bu yeni elbise, her ne olursa olsun zamâna uymayı değil, zamanla birlikte yola revân olmayı ifâde etmektedir. Burada öncelikle zamânın ezelî mi ebedî mi, canlı mı cansız mı, ilerlediği mi gerilediği mi, bir döngü içinde mi olduğu yâhut sâbit mi kaldığı tartışmalarını da yapmak ve zamâna İslâmî bir felsefe oluşturmak lâzım gelir. Bu vazîfe, ilmiye sınıfına âittir. Artık ilmiye sınıfı mâverânın ve mâsivânın etrâfında kol gezen fikrî boşlukları doldurmak için kımıldamalıdır. Herzelerin ve hezeyanların bilgiye gālip gelmesine sessiz kalmamalıdır.  

Filhakîka, gerek Hristiyanlığın Batı uygarlığı, gerek Yahudilerin siyonizm düşüncesi ve gerekse diğer uygarlıklar, zamâna bir mîlat ile anlam vermişlerdir. Türk-İslâm medeniyeti de, zamâna hicretin selâmıyla bismillâh demiştir. Bu başlangıç, vakit çizgisini daha vâzıh hâle getirmiştir. Yesrib, hicret ile Medîne’ye dönüşmüş, teceddüd çiçekleri Mescid-i Nebevî’nin bahçesinde ve avlusunda renk renk açmaya başlamıştır. İslâm’ın dokunduğu her gönül, fethedilen her memleket ve hıfzedilen her ilim, bir gülistân-ı müzehher olmuştur. Devâm eden asırlarda, kutlu mîlâda sadık kalan idâreciler, kadîm medeniyetimizin çeyizini aşkla, fedâkârlıkla, estetikle ve cihadla güzelleştirmişlerdir.  

Bilindiği gibi hicretin başlangıç kabûl edilmesi, adâlet timsâli Hz. Ömer zamânına tekābül etmektedir. Lâkin ilk vahyin mîlad olarak tesbîti, daha münâsip olabilirdi. Çünkü dünyâ “oku” emrinin hem telaffuzuyla hem de mânâsıyla yeni bir zamânın radarına girmiştir. Ancak ulu kudemâmızın istişâresi ve uğurlu karârı bizim için baş üstündedir. Çünkü onlar bizzat şâhit oldular ve şehâdetleriyle hükmettiler. Bize düşen vazîfe ise, bu şehâdete ve karâra sâdık kalmaktır. Ancak bu sâyede mahdut edilmiş ufkumuz nâmütenâhî hürriyetine kavuşacaktır. 

Müslümanların, zamanlarını satırdan sad(ı)ra ve kuvveden fiile tahvîl edebilmeleri için şu dört başlığı/merhaleyi yeniden düşünmeleri, tanımlamaları ve hayatlarına raptetmeleri gerekmektedir.

1-An

“Bir anda oldu her şey, ol deyince bir anda
Bir an geçer ve gider, bin bir anlık zamanda

Zaman tefekkür ise, an teemmüldür ve dahi tefehhümdür. Zaman tasavvurunu kurgularken “an” dediğimiz derin ve şümûllü kavramın iç âlemine dalmak zarûrîdir. Bu zarûretin ıskalanmaması için safların her dem sıkı tutulması gerekir. Vaktin sesine mihmandarlık yapabilmek gāyesiyle, her lahza müteyakkız olmak îcâb eder. Buradan mülhem anlıyoruz ki, İslâm medeniyeti zaman tasavvuruna “an” idrâkiyle başlamalıdır. Böyle yapılmadığında başka uygarlıkların zaman tasavvurundan etkilenmeye devâm ederiz. Zamânın en küçük parçasında bile onlardan ayrışmamız gerekir, ki yeni bir benliği inşâ edebilelim. Çünkü öyle “an”lar vardır ki bütün zamanları içine alabilir. 

“An, vak-tin te-me-li-dir.”  Bu sebeple bir anlık nefes ile koca bir ömür, kadîm medeniyetimiz açısından müsâvîdir. Çünkü bir anlık duruş doğru değilse, bir ömrün müstakîm olması kābil değildir. Netîce itibâriyle medeniyet insanı zamâna “an bu andır, dem bu demdir” çizgisiyle bakmalıdır.

2- Saatin Çehreleri

“Dirilir sâniyeler saatin gür sesinde
Saat bir inkılaptır zamânın gölgesinde”

Bu bahis, Yenidünyâ Dergisinin 339. sayısının 54-57. sayfalarında tafsîlâtıyla izah edilmiştir.1

3- Çağlar

“Düğümlenmiş zamanlar suratsızca ve zālim
Haber ver Türkoğlu’na çağlara bir el atsın” 

Târih, milletlerin düşünce hudutlarını besleyen en önemli sahadır.2 Târihi öğretirken merkeze millî vakalar yerleştirilmezse, nesiller umûmî mesûliyetten mahrum kalırlar. Târihin tahlîlinde, vakitlere hükmedebilmek için, çağlar, fevkalâde ehemmiyetlidir. Gerek öğrenme kolaylığı açısından, gerekse kültür kodları oluştururken, çağları milletin ve ümmetin mühim hâdiseleri üzerinden değerlendirmek, zaman tasavvuruna başka bir boyut kazandıracaktır.

Maalesef bugün İslâm dünyâsının çağ tasnîfi, Batılıların çağ tasnîfinin aynısıdır. Bu manzara, şahsiyetli Türk milletinin ve İslâm ümmetinin kanayan yarasıdır. Millî bir maârif modelinin olmadığının açık fotoğrafıdır. Hâlbuki Türk-İslâm târihinde yeni bir çağ başlatacak nice mühim hâdiseler vukû bulmuştur. Batının çağ düzeni dünyânın büyük çoğunluğunu ilgilendirmediği gibi, İslâm târihiyle de uyuşmamaktadır.  Meselâ onların ortaçağ dediği karanlık dönem, Türklerin her alandaki zirve dönemine tekābül etmektedir. Bu acıklı gerçeği, âcil koduyla görmek mecbûriyetindeyiz. Aksi halde ithal metodlar ve düzenler ile neslimizin fikirleri meflûç olmaya devâm edecektir. Medeniyetimizin yeniden muktedir olması için behemehâl yeni çağlar belirlemeliyiz. Fakat İslâm medeniyet târihini hicret ile başlatırken, ondan önceki şanlı Türk târihini de görmezden gelemeyiz. Tabiatıyla millî târihimizin mukaddimesini Hun devletinin târih sahnesine çıkışıyla başlatıp daha sonra hicret ile mezcederek târihî seyri bugüne kadar getirmek, en doğru usûl olacaktır. 

4- Takvîm

“Cennetten bir sır geçsin, sırda gizlensin karar
Bizi takvim kuşatsın kudemâdan yâdigâr”

Zaman tasavvurunda çağlar gibi takvîm de milletlerin zihinlerine ve yaşayışlarına sirâyet eder. Fikrî ve ictimâî vaziyetin manzarası takvimle doğrudan alâkalıdır. Batının takvîmini kullanmaya başladığımızdan beri ikilem ve değişim içindeyiz. Dînî günlerimiz hicrî takvim üzerinden yürürken, millî günlerimiz mîlâdî takvîme göre ayarlanmaktadır. Bu durumda biz nereye âidiz suâlinin cevâbını veremiyoruz. Bir gün önce Malazgirt Zaferi’nin yıldönümünü kutlarken başka bir takvîmin, bir gün sonra Kurban Bayramı’nın sevincini yaşarken bir başka takvîmin içinde buluyoruz kendimizi. Şunu iyi bilmeliyiz ki, millî bir takvîme mâlik olmayan bütün milletler sun'î ve sathî kalırlar. Mîlâdî takvîme heveslendiğimizden bu yana düşünce yelpâzemizde çıbanlar çıktı, gelişigüzel toplum ve âile yapısı türedi, günlerimiz kıymetten düştü, zamânın evlatları olan gecenin ve gündüzün mahremiyeti hunharca ihlâl edildi.

İslâm medeniyeti, ya kendi takvîmine geri dönmeli, ya millî bir takvim husûle getirmeli ya da hâlihazırdaki takvîmi tashîh etmelidir. Bunu yapmadığı müddetçe aklı karışmaya, dili dolaşmaya, âidiyeti tereddüte düşmeye, terbiyesi bozulmaya ve millî benliği tahrîp olmaya devâm edecektir. Ortak geçmişimizin olmadığı mevcut takvimde, Agustin (Saint Augustine) bize tanıdık gelirken, Hz. Ömer uzak ve yabancı kalacaktır. Tam da birilerinin istediği gibi mefkûresiz Türklük ve “Allah'sız Müslümanlık”3 yaygınlaşacaktır. Yâni âşıklar ölecek ve Roma Kudüs’e tercîh edilecektir. Maâzallah… Bu bakımdan takvîmi yeniden ele almak, bizi sefâletten selâmete çıkaracak pek mühim bir ihtiyaçtır.

Toparlanmayacak Toparlama

Türkler İslâm medeniyetinin mesûliyetini üzerine aldıktan sonra, (fecre, kuşluğa, geceye, gündüze ve asra yemîn ederek) en güzel doğumu Görklü Peygamberimize, en mümeyyiz dönemi asr-ı saâdete, en şanlı günleri Sultan Alpaslan’a, en zirve yılları Sultan Fatih’e ve torunlarına hasretmiştir. Bu mânâ yüklü hürmet, bilinçli bir zaman tasavvurunun mahsûlüdür. Çünkü zamânı olmayanın mekâna hükmetmesi kābil değildir. Hakîkat şu ki, başkalarının zamânında yaşayanlar, başkalarının kültür ürünü olan mekânlarına tutsak olurlar. Müslümanların son üç asırdır düştüğü durum, bu tesbîtimizin açık isbâtıdır. Bizim derdimiz ve dâvâmız ise ânı, saati, asrı ve çağı tertîp edecek millî bir takvim oluşturmak ve İslâm’ın kuşattığı zaman diliminde yaşamaktır. Temennî ve gayret bizden, takdîr ve kabûl O’ndandır.

Dipnotlar:

1 Yenidünyâ Dergisi, sayı 339, s 54-57,

2 Yenidünyâ Dergisi, sayı 369, s 38,

3 Ömer Lütfi Mete, Allahsız Müslümanlık, Timaş Yayınları, 1. Baskı, Haziran 2018,

 Eylül 2024, sayfa no: 36-37-38-39

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak