Kâinat, sükûneti ve ihtişâmıyla, sonsuzluğa uzanan sırlar perdesidir. Bu hârikulâde terkipte gökler, yerler, nebâtat, hayvânat ve eşyâ âlemi, mükemmel bir nizam ve intizâm içinde hareket eder. Madde ile mânâ, biteviye mevcûdiyeti ispatlar. Akılları hayrete düşüren bu döngü, muazzam bir hakîkat sahnesidir. Bu sahnenin merkezinde yer alan müstesnâ ama karmaşık varlık ise insandır.
Zıtlıklarıyla mâruf olan insan, bir yanıyla melekleri bile kendine hayran bırakan idrak ve yaratıcılık membaı; diğer yanıyla nefsine esir düşebilen, hırs ve zaaflar yuvasıdır. Âsumâna yükselen îmânıyla tekâmül sürecinin, yeryüzüne kök salan günâhıyla çetin bir imtihânın öznesidir.
İnsanın en büyük arayışı ve tefekkürü kendinedir. Biliyoruz ki ilk muhabbetin konusu da insandır ve Yüce Mevlâ’mız tarafından yapılmıştır. Hâliyle âlemin çekim merkezinde bulunan nev-i beşerî bütünüyle tanımlamak, onun mâzîsini, geleneğini, ahlâkî coğrafyasını ve şahsiyet mîmârîsini çözmekle mümkündür. Bu itibarla ferdin yüce kemâlinden, aşağılık hüsrânına kadar geniş yelpâzesini kuşatan kesişim noktalarına değinmek lâzım gelir. O halde insan nedir?
... fıtratına dönen; özünden yüz çevirendir
İnsanlığın en temel vasfı, fıtrattır. Fıtrat, özü ve mutlak hakîkati arama kābiliyetidir. Bu maharet, yaratılışın ilk ânından itibâren insana bahşedilmiş mânevî bir emânettir. Çünkü fıtrat, kalbin berrak aynasıdır. Fakat zamanla nefsin arzuları ve dünyânın telaşları bu aynayı perdeleyebilir. Lâkin insan ne kadar kirlenirse kirlensin, içindeki o saf kaynağa dönme istidâdı taşır. Esas olan, fıtratın üzerindeki gaflet tozlarını silip, hissikablelvukû ile duymak ve hilkat-i merdâneyle yaşamaktır. Çünkü insan, künhüne sâdık kaldıkça dengenin bahtiyârı, ondan uzaklaştıkça ise kaosun ve nefretin esîridir.
... bilinç taşıyan; mesûliyetsiz davranandır
İnsan, yeryüzüne halîfe olarak tâyin edilmiştir. Bu makam, ağır bir emânet ve mesûliyettir. Halîfelik, kâinâtın düzenini koruma ve adâletle hükmetme yükümlülüğüdür. Bu şerefli görevi hakkıyla yerine getirmek için, bireyin öncelikle nefsini yönetmesi gerekir. Zîrâ dış âlemi idâre etmeden önce, iç âlemi tesis etmek şarttır. İnsanın yaratılışındaki zaaf ve hatâ eğilimi, bu görevi sürekli tehlikeye atar. Çünkü sorumsuzluk, kişinin ıslâh edici vasfını bozar ve onu taşınmaz bir yüke dönüştürür. Ezcümle halîfe sıfatı, irâdeyi terbiye etmek ve mükellefiyetin şuurunda olmaktır.
... sükûnete eren; şüpheye düşendir
İnsanın müktesebat ufku, hakîkate duyulan îman ile tecellî eder. İman, kişiye kargaşa içinde bile dinginlik, metânet ve hayâtı fânîlikten kurtaran ebedî perspektif sunar. Ne var ki bireyin düşünce gücü, aynı zamanda onu şüphenin kasvetli labirentlerine de sürükleyebilir. Nefsini yegâne ölçü ilân edebilir ve tevâzu ahlâkını yıkabilir. O halde ikilemler cenginden zaferle çıkmanın yolu, kalbin îmâna teslîmiyetidir.
… tefekkürün hürriyeti; hamlığın esâretidir
İnsan, kâinâtı ve kendini engin tefekkürle idrâk edebilen yegâne varlıktır. İlme ve mânâya dâir her telakkî, onun nâmütenâhî akıl yeteneğidir. Ancak düşünce, doğru bir zemîne oturmadığında, bid’atların, önyargıların ve gerçeklikten kopuk hayâllerin hükmüne boyun eğer. O vakit akıl, kandil olmaktan çıkıp cehâletin zifiri kuyusuna düşer. Aklın ezelî ve ebedî menzili kâinâtı kuşatmak iken, nefsin dar çevresine hapsedildiği an, tefekkürün özgürlüğünden çıkıp hamlığın tutsağı olur.
… azmiyle ilerleyen; hırsıyla tökezleyendir
Hırs, doğru kullanıldığında insanı tekâmülün zirvesine taşıyan enerji kaynağıdır. İnsan, bu çabayla imkânsızı kovalar, ilimde ve irfanda çığırlar açar. Ne var ki bu dinamik güç, açgözlülüğe ve tahakküm arzusuna yenik düşerse, ferdî ve ictimâî fütur baş gösterir. Çünkü hırs yalnızca nefsi beslerse, ihyâ eden kudretini kaybeder ve yıkıcı bir ihtirâsa dönüşür. Oysa terbiye edilmiş bir hırs, azmin halkasında insanı kemâle götüren gayret tesbihi olur.
… haddini aşan, hudûdunu bilendir
İnsanın en çarpıcı çelişkisi, bir taraftan sınırları aşma ihtirâsı, diğer yandan huzur bulma arayışıdır. Hadsizlik, nefsinin serkeş arzularıyla sınır tanımaz. Kudretini hikmetsiz ve bilgisini edepsizce kullanır. Arzularıyla hadsizliğin hevâsına saplananlar, teemmülün dizginini kırar. Lâkin hudûdunu bilen kişi, kendini Hakk’ın ölçüsüne teslîm eder. Hudut bilmek, hem fikirde hem eylemde hem de ahlâkta bir zarâfettir. Böyle kimseler kudreti emânet, makāmı imtihân, vakārı azamet, ahlâkı süs, zamânı sermâye ve kemâlâtı nimet bilir. Fîlhakîka olgunluk, sınırlarını tanıyan irâdede saklıdır.
… ahde vefâlı, ihânet edendir
Vefâ, insanın ictimâî hayâtını ayakta tutan pek güzel niteliktir. Âilesine, milletine ve insanlığa karşı duyduğu sadâkat ve mesûliyet, onu muhteber bir karakter yapar. Samîmî muhabbet ve dostluk, hayâtı anlamlı kılar. Fakat insandaki bencil dürtü, bazan vefâyı bir anda silip atabilen nankörlük potansiyelini de barındırır. Nankörlük, haddizâtında vicdânın iflâsıdır. İnsanı basîret mertebesine taşıyan esrar, vefâ ve vicdan terâzisini dâimâ hassas tutabilmesindedir. Vicdan, hem Mevlâ’ya kulluğun borcunu hem de mahlûkāta hizmetin mikyâsını tâyin eden mihenk taşıdır. Bu sebeple insanın itibârı, kriz anlarındaki vefâlı tavrı ve vicdanlı duruşuyla ölçülür.
… müsbet davranan; gölgeyle karartandır
İnsanın davranışları, iç dünyâsının somutlaşmış hâlidir. Adâletle hükmeden, nezâketle konuşan ve hikmetle eyleyen kişi, gönlünün sesine kulak vermiştir. Fakat öfke, kıskançlık yâhut cehâletten doğan rûhî zelzele, gönül sarayını bir anda harâbeye çevirebilir. Zîrâ insan, bânî gibi yapmaya da dinamit misâli yıkmaya da müsâittir. Âdemoğlu, hem benliğine hem de cemiyete karşı sorumludur. Bu sebeple ne münzevî bir hayâta meyletmeli ne de kalabalığın içinde kaybolmalıdır. Bilakis dengenin şûlesiyle aydınlanmalıdır. Çünkü muvâzene, halvet ile hizmet arasında hesaplanmış hassas ölçüdür.
… mânevî vaha; maddî kuraklıktır
İslâm, insanlığa bahşedilen en büyük rahmet olarak topluma dâimî bir ahlâk kazandırır. Müslümanlık, insanı yeryüzünden koparıp göklere çıkaran soyut bir tasavvur değil, onu kendi hakîkatiyle buluşturan usûl ve erkân bütünüdür. İnsanlık, İslâm’ın uygulama alanı, İslâm ise insanlığın mânevî kaynağıdır. Birini diğerinden ayırmak, rûhu bedenden ayırmak gibidir. Zîrâ insan, ancak İslâm’ın evrensel ilkeleri ile şahsiyetini olgunlaştırabilir. Fakat kişioğlu bu rotadan dümen kırarsa, ya ruhsuz bir şekilciliğe savrulur ya da inançtan mahrum bir insanperestliğe sürüklenir. Hâlbuki îmân ile insanlık, kul olmakla kardeş olmayı aynı çizgide buluşturabilmektir.
… ahlâkla mâmur; gafletle haraptır
Bir cemiyetin dirliği ve bekāsı, ahlâkın sarsılmaz kuvvetiyle kāimdir. Şahsın yüceliği ise ilmiyle ve o ilmi hangi niyetle kullandığıyla anlam kazanır. Terbiye, davranışın zāhirinde, ahlâk ise niyetin derûnunda mündemiçtir. Bu iki esas mefhum birleştiğinde, insan özüne ve içinde âleme âdil bir düzen verir. Ahlâkı zayıf bilgi, kaçınılmaz olarak tahrîbat doğurur, terbiyesi eksik güç ise dâimâ zulmü besler. Bu itibarla doğru terbiye ve samîmî ahlâk, hem bireyi hem de toplumu dâimâ mâmur eyler.
Yeni bir tasavvur
Görülmektedir ki insanın tabiatı tezatlarla doludur; umut ve yeis, îmar ve imhâ bir aradadır. Ne var ki zamanla dünyevî koşturmacalar ve gaflet perdesi, insanın menfî yönünü kabartmış ve kelâmını sessiz bırakmıştır. Bu sessizlik, sıradan öğütlerle yâhut hamâsî sözlerle telâfî edilemez. Bu sebeple, yektâ ve yekpâre bir insan tasavvuruna ihtiyaç vardır: Mütekâmil insan.
Mütekâmil insanın istikāmet yolculuğu; fıtratına dönmekle, halîfelik bilinciyle hareket etmekle, îmanla şüphe karanlığından arınmakla, tefekkür hürriyetini kullanmakla, terbiyeli azmini yapıcı güce dönüştürmekle, sınırlarını bilen bir irâde göstermekle, mahremiyeti muhâfaza etmekle, düzen kurmakla, davranışlarını adâlet ve vefâ ölçüsünde şekillendirmekle, mesûliyet idrâkiyle şâhit olmakla ve vicdan terâzisini hassas tutarak dâimâ hizmet yolunda yeni alternatifler üretmekle mümkündür.
Yolculuğunu hitâma erdiren mütekâmil insan, geçmişin kuşatıcılığını bugünün idrâkiyle buluşturur; lisânın inceliğine, mekânın rûhuna ve geleneğin hikmetine hürmet gösterir. Ferdin ve cemiyetin olgunlaşmasına rehberlik ederken, şûrâ ve ortak akıl ekseninde halka hizmeti esas alır. Varlık hiyerarşisinin en yüksek basamağında yer alan bu karakter, bilginin nizâmını kavramış, aklî ve ontolojik sınırları aşmıştır. Zîrâ o, düşüncenin sessiz ihtişâmına vâkıftır; incelik, diğergâmlık, merhamet ve vakar gibi kaybolan medeniyet hasletlerinin canlı timsâlidir.
Kişioğlu, unutmanın hasretine, hatırlamanın bestesiyle kavuşur. Bu beste, mükerremiyetin ve mükellefiyetin nağmeleriyle canlılık kazanır. Fakat her beste, anlamını güftesinden alır; o vakit öz kelâmın nelere kādir olduğunu yeniden keşfetmek için, mütekâmil insanın güftesine kulak vermek gerekir. Bu güfte, çağların önünde hürmetle eğildiği Kelâm-ı Kadîm’dir. İnsanlık, ancak onun rehberliğiyle yitiğini bulur, geçmişin mîrâsını bugüne taşır ve geleceğe sağlam adımlarla yön verir.
Kasım 2025, sayfa no: 28-29-30-31
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak