Ara

Ulvî Gâyeler

Ulvî Gâyeler

İnsanoğlu, ilâhî bir imtihan gâyesine bağlı olarak hayır ve şer gibi iki zıd temâyül ile istidatlandırılmıştır. Çünkü imtihan hayra da şerre de istidatlı ve mütemâyil bir yapıda olmayı gerektirir.1 Kişioğlu, iki yönlü yaratılmış olsa da, ilâhî yol üzere yürüdükçe hep iyiye ve güzele ulaşmayı arzular. Çünkü hakîkat huzmeleri âhenge ve sonsuzluğa varmaya ayarlıdır. Hırsın girdâbı ve nefsin hudutları yerine, fıtratın münâsipliği ve rızâ-yı ilâhînin sınırsız enginliğine lâyık olmak için, ulvî gâyelere gönül vermek gerekir. 

Ulvî gâyeleri, medeniyetimizin âlemşümûl iklîminde ferdî, içtimâî ve idârî/siyâsî olmak üzere üç başlıkta ele almak gerekir. Kültür ve medeniyet, bireysel kıvılcımlarla başladığı için, kişi evvelâ kendi kalbinde ve rûhunda mefkûresini belirlemeli ve mücâdelesini bu uğurda vermelidir. Niyet, fikir ve amelinin irâdesini öncelikle özünde tahakkuk ettirmelidir. Târihî hakîkatler göstermiştir ki, fertlerin kâfî derecedeki keyfiyetleri, toplumun fevkalâde intizâmına zemin hazırlar. Bu bakımdan toplumda menfî tevessüller ne derece az olursa, vicdânî muhtevâlar o nisbette kuvvet kazanır. Netîce itibârıyla vasıflı bireylerden vücûda gelmiş toplumların idârî/siyâsî ülküleri, sonsuz ufukları arzular. 

Medeniyetin İlk Cemresi

Dünyâ, insanoğlunun emrine âmâde kılındığı için her şeyin merkezine o yerleşmiştir. Kişi, zarîf nîmetlerin kıymetini idrâk ettiğinde ona insân-ı kâmil pâyesinin kapıları açılır. Fazîlet halkalarıyla donatılmış olan bu kapıdan içeri girenler, karşısında îman meşalesini görür. Bu meşale evvelâ iyi bir Müslüman, akabinde iyi bir insan olmanın yollarını aydınlatır. Varılacak son kapı ise Yüce Mevlâ’nın rızâsına nâil olmaktır. Hâliyle kişinin nihâî maksadı rızâ-i ilâhî olunca, Eşrefoğlu Rûmî’nin ifâdesiyle, “sıfât-ı insânî ma’nâ-yı insanda zâhir olur.” 

Fertlerin mânâlar dantelasındaki fikirleri ve eylemleri yekvücut olunca hayret uyandıracak muhaverelere kapı aralar. Bu yörüngede yol alan münâsebetler, toplumun umûmî görüşü hâline gelir. İçtimâî yapılar, kişilerin kalitesi ölçüsünde tahlil kuvvetini çalıştırır. Çünkü toplum, kişilerin taklit veya orijinal taraflarını uzun süre demler ve onları (ister müsbet isterse menfî temelli olsun) gelenek ve görenek olarak heybesine yerleştirir. Bu heybe kültür heybesidir ve kahir ekseriyete göre kendi yolunu çizer. Bergüzar lütfunun meziyetleriyle örülmüş kıymet numûneleri ağır basan toplumlar, biriktirdiği şuur yuvasının sergisini yeniden bireylere yansıtır. Mamafih, sersemliğe batmış alelâdeliklerin acziyeti de, yine fertlerin dünyâsını etkiler. Yâni kalitesine göre kişi toplumu, toplum da niteliği ölçüsünde kişiyi azaltır veya çoğaltır. 

Cemreler Birleşirse, Bahar Yakındır

Asîl ruhlu fertlerden oluşan İslâm toplumu, yeniden geleceğini ihyâ edecek tasavvurlara yönelmelidir. Bu tasavvurların serlevhası, i‘lâ-yi kelimetullahtır. Türk toplumu, mahremiyetinin bilinciyle kendini Allâh'ın adını yüceltmeye hasreder ve ikbâlini O’nun mânâsıyla şekillendirirse, yeniden medeniyet tohumları toprakla buluşacaktır. Aksi halde müellifler tahrîrat kâtibi gibi kalem ve kâğıtla oyalanır, toplum ise hayâlî tasavvurlarla avunur durur. Bu bakımdan içtimâî yapı fert ile idâre arasında köprü vazîfesini görmeli ve feyzin bereketini her alanda âşikâr etmelidir. Bununla da kalmayıp, temiz görgülere üslup kazandırıp, siyâsetin muhayyilesini ötelere taşımalıdır. Yâni eskiden olduğu gibi Rey sarayından İstanbul’u, Topkapı sarayından Roma’yı düşlemelidir… Bugün ise zihinlere misâk-ı millînin hâtırasını raptetmelidir. Misâk-ı millî, siyâsî anlayışın mefkûresi olmakla birlikte, bir bakıma da egemenliğimizin tekmil olmasıdır. Zîrâ hâkimiyetini tamamlayamamış bir irâde, medeniyet oluşturamaz. 

Bütün Hesapların Temeli

Türk-İslâm medeniyeti ülküsünü şahsiyetli birey, şuurlu toplum ve her bakımdan yetkin idâre, yâni devlet ile yüceltmiştir. Nitelikli devlet, hem kişinin hem de toplumun lehinde hareket eder. Bu bakımdan kadîm geleneğimiz, fıtratın lekelenmemesi için devleti mukaddes bir dergâh gibi telakkî etmiştir. Bu mukaddes anlayışın devâm edebilmesi için, birtakım mefhumların el üstünde tutulması gerekir. Bu ihtimâmın başında ise adâlet gelir. Adâlet, sâzende ve hânendenin uyumuyla işlenmeli ki, Ahmet Cevdet Paşa’nın ifâdesiyle, “devletin esâsına halel gelmesin.” Devlet, adâleti ulvî bir mefkûre addetmezse, insanın asâleti, toplumun da azameti bozulur. Medeniyet ise nâfile bir meşgaleye dönüşür. Bu bakımdan devlet ile adâlet, lâzım melzum kabîlindendir. 

Yüz Akı, Gönül Akı

Salâhiyetli toplumun idrâkiyle var olan devletin adâletten sonra en büyük gâyesi ilimdir. İlmin mevcûdiyeti müstesnâ merhalelerin yol almasına vesîledir. Bunalımın ve nâkıslığın tedâvisi, ilmin her alana yayılmasıyla mümkün olabilir. Zâten bir husûsun önce kuvve hâline sonra da fiile dönüşmesi için ilmin kandillerinin yanması gerekir. Esâsen bir husûsun husus olması da ilimle kâbildir. Bu bakımdan medeniyet dediğimiz birikimin her bir zerresi bilgilerin terekkübüyle vücûda gelir. Samîmiyet bile, bilgiye ve bilmeye muhtaçtır. Aslında ilim bahsi bilginin, şuurun ve içtenliğin toplamıdır. Onlardan güç alır ve yeniden onları besler. Devlet idâresi hem şahsiyetin hukûkunu korumak ve yüceltmek, hem de toplumun iz'ânını sâbit kılmak için ilim ummânına ehemmiyet vermeyi ve ondan ziyâdesiyle nasiplenmeyi şiâr edinmelidir. 

İlim, latîf eylemlere ışık tutan berrak bir ifâdedir. Rivâyet ve kıylükalden sıyrılmış hakîkatler yumağıdır. Ülkelerin de gönüllerinde fethinin anahtarıdır. İlimden nasîbe taalluk eden imtiyaz, hiçbir meşrû talebi yarıda bırakmadığı gibi, hiçbir hakîkatli yolcuyu da yanlışa sevk etmemiştir. Medeniyet âbidesinin ihtiyaç duyduğu ilim, sığ müfredatlarla ikame edilemez. Buradaki ilimden kastımız ferdî, içtimâî ve idârî sahaların tafsîlatlı bir şekilde peyzaj edilmesidir. Rûhî ve kalbî dehânın hayâta şâmil kılınmasıdır. Çünkü medeniyet her alandaki icrâların toplamıdır. İcrâ ise kâinâtın bin bir yüzünde cereyân eden mâlûmâtın yoğrulmuş, mayalanmış ve olgunlaşmış hâlidir. 

Gerçekliğin İktisâdı Mı, Nefsin Maddiyâtı Mı?

İlhâmın rastgele bir nîmet olamadığını algılamış kişiler, kendi dünyâsının kronolojik sathîliğinden sıyrılarak büyülenmiş târihe ve bilgilere itibâr etmez. Çünkü düşüncenin de düşüp parçalandığı zeminler vardır. Bu sebeple ezelî ihtimâller, yalnızca ebedî hakîkatlerle bertarâf edilir. Bu durumda adâlet ve ilim çarkının dönebilmesi için, iktisâdî nabızların damarlara sürekli kan pompalaması gerekir. Biliriz ki, sahte dünyâlar ya da süflî hareketler, diri ideallerin yaşaması için yeterli heyecânı vermez. Hattâ var olanı da zaafa ve mecâlsizliğe götürür. Bu sebeple güçlü kalmak için mâverâyı ve mâsivâyı dengede tutabilmek lâzım gelir. Medeniyete meftûn sînelerin çabası çalışmaya ve üretmeye odaklıdır. Bu odak ise, bize iktisâdın sıhhatli bir yapıda mevcut bulunmasını elzem kılmaktadır. 

Medeniyetimizin can damarı olan Türk devlet aklı, iktisâdî organizasyona birçok sebepten dolayı, ehemmiyet vermiştir. En önemli husus, insan onurudur ve onun zedelenmesine mânî olmaktır. Kalbin dilhûn olması, Yûnus Emre’nin tâbiriyle; “göğ ekinin biçilmesi” gibidir. Bu sebeple kişinin nâmert eline muhtaç olmaması ve gönlünün kırılmaması için her türlü tedbir alınmalıdır. Hâliyle iktisâdî sahaya bir gâye ülküsüyle bakmak îcâb eder. Çünkü bu alanın boş bırakılması, toplumun yanlış yollara tevessül etmesi ve intizâmın gayr-ı meşru uğultulara yenik düşmesi anlamına gelir. Helâl-haram terâzisinin şaştığı bir ortamda, devlet güneşinin sönmesi mukadderdir. Bu kaçınılmaz son ile hem kişinin, hem de toplumun nâmusu kırbaçlanır. Bakınız Bilge Kağan bile o dönemde, “Açları doyurdum, çıplakları giydirdim. Yoksul milleti zengin kıldım, az milleti çoğalttım” sözleriyle, mâlî mevzûların önemine dikkat çekmiştir. Bu bakımdan iktisat meselesi, zamânın gerçekleri dâiresinde sürekli yorumlanmaya muhtaçtır. Devlet pâyidâr olacaksa, adâlet, ilim ve iktisat konularına birer ulvî mefkûre gibi ehemmiyet vermelidir. 

Filhakîka, iktisâdî yapının zayıf olduğu toplumlarda, bırakın medeniyetin adımlarını muhkem kılmayı, bunu düşünmek bile kabil değildir. Tabii biz burada kazanma hırsının yamyamlığından bahsetmiyoruz, bilakis adâlet ve ilmin başlattığı gökkuşağının hitam bulmasına dikkat çekiyoruz. Amacımız nefsî mülahazaların dâvâsı değil, devletin ve milletin yeter düzeyde imkânlara sahip olması gerektiğini gerçeklik tasavvuru ölçüsünde izah etmektir. 

Ezcümle, ulvî gâyelerin ana kâidelerinin kurgulanması, tren hatlarına benzer. Raylar mevcut olursa, treni istediğimiz hızda istediğimiz yöne sevk edebiliriz. Bu sebeple, medeniyeti bağrından çıkaracak âmiller, tâvize müsâit bırakılmamalıdır. Bilakis iştiha, heyecan ve mukaddes arzulara refîk edilmelidir. Peki nasıl? En başa dönerek… Yâni kimseye muhtaç olmadan ve kimseyi ithâm etmeden kendi kalbimiz ve rûhumuzu işleyerek... 

Dipnotlar:

[1] Üsve-i Hasene, Erkam Yayınları, 2010 İstanbul, s 11,

Ocak 2023, sayfa no:  58-59-60-61

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak