Yaşamak, ömre dâir gālibiyetin ve mağlûbiyetin, yakınlığın ve uzaklığın, sevginin ve nefretin, uydurmanın ve hakîkatin mücâdelesidir. Bu mücâdele, tercîhe göre ya akl-ı selîmin itidâline ya da abeslikler yumağına kapı aralar. Yaşamak, şümûllü bir yelpâzedir. Usûlü ve üslûbuyla dâimâ öze mâtuftur. Varlığın cevherine râm olmanın ilk şartı da budur aslında. Çünkü usûl ve üslup, ihânetin ve sadâkatin fotoğrafını en net şekilde ortaya koyan tercümandır.
Şartlar ve îcaplar, âgâh bir kibarlığın terâzisiyle yolunu bulur. Yola çıkanların umûdu ve inancı karamsarlığa galebe çalarsa, geleceğin şeritleri aydınlanır. Bu sâyede medeniyet inkılâbının fişeği parlar. Fertler, aydınlığın bereketiyle hüsran bulutlarını bertarâf eder ve yaşamak, sağlam bir mesûliyet duygusuna dönüşür: “Toplum için yaşamak…”
Toplum için yaşamak, sorumluluk levhalarını tâkip etmektir. Zıtlıkların çarpışmasından sıyrılmak ve intizâmın ulvî noktasına erişmektir. Bu muallâ mevkinin süsleri, sezgi işâretleridir. Sezgiyi yâren eyleyen her yöntem, ehliyete mazhar olur. Yāni liyâkat… Liyâkat sâhipleri, yaşamaya hücûm edip onu yağmalamaya çalışanların inhitâtını yener, inkırâzını kovar, izmihlâlini siler ve gaflet mevzilerini dağıtır. Bu zaferin temelinde ise kültür ve târih bilinci yatar.
Târih ve kültür, toplumların hayâta dâir hizâsı ve istikāmetidir. Bunu temin eden âmil ise bilinçtir. Bilinç, târihi ve kültürü beslediği gibi, onların bereketli membaından da ziyâdesiyle beslenir. Tabiatıyla geçmişin ilmek ilmek tetkîki de, geleceğin nakış nakış tasavvuru da bu iki ana kaynak sâyesinde mümkündür. Ancak kültür, kapsam açısından dâimâ bir adım öndedir. Çünkü millete dâir bütün besteler, onun nağmeleriyle terennüm edilir.
Kültür, inancı ve töreyi esas alarak, lisândan edebiyata, sanattan fenne, mutfaktan mîmârîye ve târihten coğrafyaya kadar uzanan millî omurgadır. İstikbâli inşâ edebilmek için bu omurgadan hem ilham hem de kuvvet almak zarûrîdir. Esâsen kültürü millî bir ağaç gibi görmek gerekir. Bu ağacın gövdesi Türklük, kökü ise İslâmiyet’tir. Her dalı farklı çiçekler açar, her çiçek envâî çeşit meyveye durur. Bu meyveler ise, milletin rûhunu ve karakterini temsîl eder. Rûhunu ve karakterini kendilik bilinciyle bezeyenler, serinliği yalnızca millî ağaçlarının gölgesinde arar. Bu arayış, āit olma hissinin tezâhürüdür. Âidiyet, vatanî ideallerin harcıyla yoğrulmaktır. Bu harç olmadan, ne kök sağlam durabilir ne de dallar yeşil kalabilir.
Kültür bilinci, sezgi ile samîmiyetin birleşimidir. Samîmiyetin müessir olduğu toplumlarda, şuur sembolleri, sezginin tezgâhında dokunur ve ferâsetin bohçalarına sarılır. İnsan, bu derûnî idrak sâyesinde cemiyetin müşterek menfaatlerini şahsî çıkarına tercîh eder. Bu sâyede, şuurlu bir dâvâya mensup olduğunu ortaya koyar. Görülüyor ki, nitelikli fedâkârlığı doğuran, onu derinleştiren ve devâmını temin eden mihenk taşı kültürdür.
Gerçek şu ki, her toplum kendi varlık dâvâsını, ancak kendine mahsus kültür sahasında yoğurarak sürdürebilir. Bu sebeple, millî varlığımızı yeniden mâmur kılmak istiyorsak, evvelâ düşünce mecrâmızı aslî menbaına döndürmeli, ardından bu mecrâyı çağın îcaplarına uygun şekilde yeniden yapılandırmalıyız. Bu yapılanma geleneğe, āidiyete, gayrete ve hâfızaya dayalı bir idrak inkişâfıyla mümkündür. Çünkü kültür, milletin diline sinen, davranışlarına nüfûz eden, dünyâyı algılayış biçimini şekillendiren köklü bir varoluştur.
Milletler, kültürleriyle nefes alır. Nefes borusu tıkanırsa, toplumun inişi ve çöküşü başlar. İctimâî buhranların başlangıç kaynağı kültür kaybıdır. Kültür ise îman ve ahlâkın zayıflamasıyla mecâlden düşer. Îmânı sarsılmış ve ahlâkı zaafa uğramış cemiyetler, sathî ve bayağı hayâllerin peşine düşer. Yozlaşmanın tesiriyle zamanla hissizleşir ve millî mecrâdan uzaklaşır. Değerler manzûmesini kaybetmeleri dolayısıyla da huzur güneşi batar, tefekkür hudutları daralır ve muhkem değerler zaafa uğrar.
Dünyânın en hazin sınıfı, öz kültürüne bigâne kalıp, ecnebî anlayışlara meyledenlerdir. Bu izzet kaybının temelinde, mâzîye inanmamak ve kendini geçmişinin bir parçası addetmemek yatar. Bunlar, omurga açısından müflis oldukları için hiçbir istilâya karşı mukāvemet göstermez ve fırtınalar karşısında kültür ağacına sâhip çıkmazlar. Zîrâ zelîl bir hayranlığın girdâbına kapılmışlardır. Bu hâl netîcesinde ekseriyetle taklitçi, sığ, yılgın, şekilci ve bedbahttırlar. Duyarsız bir ucûbelik içinde dirlikleri ve birlikleri hercümerç olmuştur. Hâlbuki kültür şuuruna gönülden teslîm olup inkıyâd etmek, “toplum için yaşamanın” berrak ve sarsılmaz beyannâmesidir.
Ehem başlıkların diyârı olan kültür, bize târih şuurunu da lütfeder. Bu nimet, mâşerî vicdânı fehmetmemizin esaslı şartıdır. Çünkü târih şuuru olmazsa, bütün hâdiseler, rakamlara dizilmiş kronolojik tesbihe benzer. Şu zaman falanca muhârebe cereyân etti, şu vakit filanca mütâreke imzālandı denilir ve geçmişin kaydı vâkıalar çöplüğüne dönüşür. Hâlbuki târih sâdece seferden yâhut zaferden ibâret değildir. Savaş ve barışlarla birlikte, Vezir Tonyukuk’un derin öngörüsü, Uluğ Bey’in ilmi kudreti, (Üçüncü) Selim Hān’ın latîf sanatı ve daha nice eylemin ve erdemin toplamıdır.
Fakat pörsümüş zihniyetlerin borazanlık yaptığı bir zeminde, hakîkatin çekim gücü ekseninden kaymış, millî vücûdumuzu tümörler sarmış, mânevî mıknatıslarımızın kutupları yerinden oynamıştır. Cedlerimizden tevârüs eden emânetin ne mânâya geldiğini bilmeyen nâdânların bilecenliğine mahkûm edilmişiz. Bugün ülkemizde ve dahî İslâm diyarlarında, “İngiliz merkezli bir târih müfredâtı” tâlim edilmektedir. Bu tâlim netîcesinde Türkler ve Araplar birbirlerinin aleyhine düşmüş, öz kardeşlerimiz boy adları üzerinde yabancılaşmış ve birliğimiz garezlerin pençesine teslîm olmuştur.
Şu gerçeği görmeliyiz ki, bizi dindaşlarımızdan ve soydaşlarımızdan uzaklaştıranlar ile yüzyıllarca göğüs göğüse savaştığımız düşmanlar aynıdır. Bu hasımlara karşı gerek ilmî metinlerde gerekse resmî tedrîsatta açık bir tenkîde yâhut mesâfeli bir duruşa neredeyse rastlanmamaktadır. Hattâ bu milletlere yönelik açık bir buğzdan ziyâde, satır aralarına gizlenmiş hayranlıklar sezilmektedir. Çünkü bu şer yuvaları, târih ve kültür mârifetiyle millî mefkûremizin heybetli çağlarını perdelemiş ve meydanlarda mağlûp olmanın intikāmını masada almışlardır. Netîce itibâriyle zihinlerimiz, mankurtlaştırıcı bir Batı taklitçiliğiyle meşgûl edilmiş ve fikrî sahamız özgüvensizliğin tahakkümüne yenik düşmüştür.
Târih ve kültür şuursuzluğu, cemiyetleri en hafif tâbirle iptidâî, yoz ve alelâde eyler. Ahlâk ve akıl bakımından gaflete sürükler. Böylesi zamanlarda ve cemiyetlerde, murâkabe ve muhâkeme istidâdı yok olur, amaca mâtuf idealler yönünü şaşırır. Siyâsetçiden ilim erbâbına, esnaftan sanatkâra kadar hemen her kesim yarım yamalak kalır. İrâdesizliğin uykusu, tuhaflığın endîşesi ve sersemliğin tortusu matah bir şey zannedilir. Çürümüşlük revaç bulur, bigânelik mûteber sayılır. Veyl olsun dağdağasızlara, gāyesizlere ve aymazlara… Veyl olsun fikirsizliğe meyyâl, hissizliğe râzı olanlara…
Târih, bir milletin can damarı olmakla berâber, yirmi yüzlü münâfıkların da kol gezdiği sahalardan biridir. Türlü türlü maskelerini takanlar, nice cendereleri sıradan bir zorluk, nice sebatları basit bir direnç, nice zaferleri alelâde bir hâdise ve nice medeniyetleri olağan bir süreçmiş gibi gösterebilmektedir. Bu güruh, bir yandan nefsî fetvâlarla mâzînin ırzına geçerken, diğer yandan da kendilerini hakîkatin mutlak sâhibi görmektedir. Hâl böyle iken içimizden bāzıları hâlâ mütevekkil olmayı tercîh ve tembîh etmektedir. Hâlbuki târih şuuru, îman ve ahlâktan aldığı kuvvetle istismarcıya karşı mûtedil olmayı değil, müntakim olmayı salık verir. Çünkü kültür gibi târihin hayat damarı da îman ve ahlâktır.
Kabûl edelim ki bugün okullarda, caddelerde, hânelerde, kamu ve özel müesseselerde mevcut bulunan baskın remizler, Türk kültüründen ziyâde Avrupa’nın süflî kimliğine āittir. Bundan dolayı ilimde, sanatta, felsefede ve daha nice sahalarda târihe damgasını vuran Türk isimleri, dimâğımızda hak ettikleri yeri bulamıyor. Çünkü müstağribler iki asırdır İngiliz’in telkîn ettiği “iyi de bizim ilme ve sanata katkımız yok ki” mavalını okuyor. Emperyalizmin yerli uşakları ise bu tür yalanlardan cesâret alarak şanlı târihimizi bāzan bir kişi, bāzan bir hâdise, bāzan da bir grup yâhut parti üzerinden tahlîl ediyor. Hâlbuki falanca parti yokken de, filanca hâdise olmamışken de ve falanca kişi doğmamışken de bu milletin haşmetli târihi bulunuyordu.
O hâlde vazîfemiz açıktır: Kültür ve târih şuurunu kuru bir nostalji olmaktan kurtarıp yaşayan ve yaşatan bir medeniyete dönüştürmeliyiz. Çünkü kültürüne yaslanan ve târihini özümseyen her millet, zamâna hükmeder. Ve biz, bu şuuru kuşanabildiğimiz vakit yalnızca kendi umûdumuzu değil, mazlum coğrafyaların direncini ve insanlığın yarınlarını da diri tutacağız. Zîrâ Türk-İslâm medeniyeti, bütün insanlığa adanmış mukaddes bir irfan havzasıdır.
Ekim 2025, sayfa no: 18-19-20-21
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak