Tevekkül, insanın maksadını istihdâf için tevessül etmesi îcâb eden sebeblerin kifâyeti hakkında Cenâb-ı Allâh’a îtimâd etmesidir. Zîrâ insan o iş için, îcâb eden sebeblerin arkasında bir takım gizli müessirlerin yüzünden tahakkuk edemiyor. Binâenaleyh beşerin sırf kendi sâ’y ü kesbine güvenmesi, Kâdir’in tasarrufâtını bilmemek, gecelerin, gündüzlerin neler doğurabileceğini düşünmemektir.
Sonra “İslâm nazarında tevekkül sırf semâvî yardımlara dayanarak esbâbına tevessülü bırakmaktır.” sözü aslâ doğru değildir. Böyle zannetmek İslâm’ı kat’iyyen iyi bilmemekten ileri gelir.
İmam Gazâlî diyor ki:
Mâdem ki insan kendinin kifâyetine, kuvvetine, mâlûmâtına emin değildir. Çalışması ve kazancı ile tevekkül dâiresinden hârice çıkamaz. Zîrâ olabilir ki bunların hepsini bir lahzada Cenâb-ı Hak mahveder. Şu halde tevekkül demek; insanın nazarının bütün bunların muhâfazasına ve esbâbının zuhûrunu bizzat yaratan Cenâb-ı Hakk’a müteveccih olması demektir ki kazanmasını, mâlûmâtını, kifâyetini de kudret-i ilâhîye izâfetle görür. Nitekim emirnâmelerin altına nişânını yazan bir hükümdârın elindeki kaleme bakınca, insan yalnız kalemi görmez, hükümdârın kalbi de ne gibi his ile mütehassis, hangi tarafa mütemâyil, neye hükmediyor olduğunu da düşünür.
Tevekkül eden adam, çoğunu infâk için yâhut muhtaç olanlara vermek maksadıyla kazanıyorsa bedeniyle dünyâya bağlı, kalbi ile de ebediyete bağlıdır. Bu adamın hâli evinde tenbelcesine oturandan elbette şereflidir. (İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Cüz 4)
İslâm’da mütevekkilin alâmeti şudur:
Malı çalınır yâhut ticâreti hasâra uğrarsa, yâhut işi bozulursa hâlinden râzı olur, inanışı zâil olmaz, yüreği çarpıp durmaz. Bilakis evvelki hâliyle sonraki hâli aynı sekînetini muhâfaza eder. Çünkü bir şeye bağlanmayan kimse onun ziyânıyla endîşeye düşmez. Bir şeyin ziyânıyla muzdarib olan evvelce ona bağlanmış demektir.
Tasavvuf indinde mütevekkil: “Redd ile kabûl müsâvî olacaktır.”
Şu âyet-i kerîmede mütevekkil olmayanlar tasvîr ve levm ediliyor:
“İnsanın başı sıkıldı mı Bize yalvarır; sonra tarafımızdan kendisine nîmet verdiğimiz gibi, şu bana verilen şey yolunu bildiğimden dolayıdır, der. Halbuki o nîmet bir imtihandır. Ama çokları bilmezler. Onlardan evvelkiler de aynı sözü söylemişlerdi. İşte kazanmış oldukları servetin kendilerine fâidesi dokunmadı da, kazandıklarının ne kadar seyyiâtı varsa hepsi üzerlerine uğradı. Bunların içindeki zâlimlere de bütün kazandıklarının seyyiâtı isâbet edecektir. Hiç biri azâbımızdan kurtulacak değil...” (Zümer Sûresi, 49-51)
Ekim 2024, sayfa no: 40-41
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak