Ey Mürîd! Hakîkatte var olmayan, karanlık ve yokluk olan âlemin, Hakk’ın müşâhedesinde sana engel oluşu, ilâhî kahrın bir delîlidir. (Hikem-i Atâiyye, 15. Hikmet)
Dünyâ hayâtında başımıza gelen her türlü imtihânın gönderilme gāyesi, kulluk seviyemizin yükselmesi, mânevî yolculukta kemâlâta ermemizdir. Hak Dostları, imtihanları gözlüğe benzetirler ve derler ki: “Gözlük, etrâfı doğru ve net görmek içindir, etrâfa bakmak yerine gözlüğe odaklanır isen, gözlük amacı dışına çıkar ve karanlıktan başka bir şey göstermez...” Bu sebeple imtihanları doğru anlamalı ve mü’mince bir duruş sergilemeliyiz. Hikmetimizde geçen ilâhî kahırdaki hikmet de budur...
Amcası ve zevcesinin vefatlarının ardından, Hazret-i Peygamber (sav)’e yapılan zulüm ve baskılar iyice arttı. Efendimiz’e karşı yapılan düşmanca saldırılar, vahşet derecesine ulaştı. Öyle ki, Resûl-i Ekrem’in tâkatini zorlamaya başladı. Bunun üzerine Allah Resûlü, yanına Zeyd’i (ra) de alarak Mekke’nin 120 km. ilerisindeki Tâif şehrine gitti. Orada on gün kaldı. Tâifliler’e İslâm’ı anlattı. Onları tevhîde dâvet etti. İleri gelenleri ile görüşerek, puta tapmaktan vazgeçip bir olan Allâh’a kullukta bulunmalarını telkîn etti. Tâif eşrâfından, yanına gidip konuşmadığı kimse kalmadı.
Fakat bu dâvet, Kureyşliler gibi putperest bir kavim olan Tâifliler’in hiçbirini hidâyete sevk etmedi. Üstelik Hazret-i Peygamber’e yapmadık eziyet de bırakmadılar. Önce alay ettiler. Sonra hakārete başladılar. Ardından da kölelerini Allah Resûlü’nün geçtiği yolların iki kenarında sıra yapıp O’nu taşlattılar. Böylece şehirden çıkana kadar Allah Resûlü’ne eziyetlerine devâm ettiler. Hattâ kölelerini arkasından yollayarak bir müddet daha taş yağmuruna tuttular. Âlemlerin şânına yaratıldığı O Peygamberler Sultānı’nın mübârek ayakları kan içinde kalmış, ayakkabıları kanla dolmuştu. O’nu atılan taşlardan korumaya çalışan fedâkâr sahabi Zeyd (ra) de yaralanmıştı. O, Allah Resûlü’ne atılan taşlara kendi vücûdunu siper ederek:
“–Ey Tâif halkı! Taşladığınız kimsenin bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?!..” diyordu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhārî, Bedʼüʼl-Halk, 7)
Nihâyet Rasûlullah (sav) Mekke yakınlarına gelmişti, ancak birisinin emânı ile oraya girebilirdi. Birkaç kişiye haber etmişti. Ama olumsuz sonuçlanmıştı. Son olarak müşrik Mut’im bin Adiyy’e haber gönderdi. Mut’im de kabûl etti, kendisi ve oğulları kılıç kuşandı. Efendimiz’i emânı altına aldığını Mekkeliler’e haber verdi. Sonrasında ise Efendimiz’i evine girinceye kadar muhâfaza etti.
Rasûlullah (sav), nihâyetinde Mekke’ye sağ sâlim girmişti. Efendimiz (sav), yaşlı gözlerle Mekke’yi seyrederken şöyle buyurmuşlardı:
“Allâh’ım, güçsüzlüğümü ve çâresizliğimi, insanlar nazarında düştüğüm hor ve hakîr durumumu Sana arz ve şikâyet ediyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen zor ve sıkıntılı durumlarda olanların, zulüm altında zayıf düşürülmüş olanların Rabbi’sin. Benim de Rabbim ancak Sen’sin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Sen beni zālim bir düşmanın eline düşürmeyecek, onları bana hüküm geçirtecek bir konuma getirmeyeceksin.
Ey Rabbim! Benim üzerime çöken bu musîbet ve eziyetler, eğer Sen’in bana karşı bir kızgınlığından ve öfkenden dolayı değilse; çektiğim bu sıkıntıya hiç aldırış etmem ve hepsine tahammül ederim. Yine de Sen’den bana gelecek bir sığınmaya çok ihtiyâcım var. Hem bu dünyâda hem de âhirette, Sen’in o karanlıkları aydınlığa çevirecek nûruna sığınıyorum. Ey Rabbim! Sen hoşnûd oluncaya kadar Sen’den af diler, tevbe ve istiğfârda bulunurum. Biliyorum ki; güç ve kuvvet ancak Sen’dedir.”
Velhâsıl, ilâhî kahrın tecellîsi, kişiye “Beni kime bıraktın Allâhım!” dedirtir. Hoş! Kul “bittim” demeden, Mevlâ “Yettim” der mi? Kahhâr olan Allah (cc), kişinin çâresizliğini ve garipliğini Zâtı ile kahreder. Böylece elinde yokluktan başka bir şeyi kalmayan kul, dikenler arasından gül devşirmeye başlar!
Atâullah İskenderî hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın Kahhâr oluşunda da Rahmeti ile muāmele ettiğini beyan sadedinde buyurur ki:
Bir şeyin Cenâb-ı Hakk’ı perdelemesi nasıl düşünülebilir ki? O her şeyi izhâr edip ortaya çıkarandır. Her bir şeyle, her bir şeyde, her bir şey için O zāhir ve peydâdır. (Hikem-i Atâiyye, 16. Hikmet)
Kâinâtın Hakk'ın zâtını ma’rifet sâhiplerinin kalp gözlerinden perdeleyebileceği nasıl düşünülebilir ki? Ayân-ı sâbite henüz varlık kokusunu koklamamışken zāhir olan Hak, yerin göğün yaratıcısıdır. Mevcûdâtın "Vâhid" sıfatlı olan Hakk'ı hakîkatin ibretli nazarlarından saklayabileceği nasıl hayâl edilebilir ki? O, her şeyden fazla zâhir olan kâinâtın yaratıcısıdır. Hakk'a yönelip kulluk etmeye yaratıkların engel olabileceği nasıl varsayılabilir ki? Hiçbir mevcut O'nun varlığına nisbetle varlığı hâiz değildir. O hakîkî vâhiddir, varlığı gerekli olandır.
Yaratıkların senin vahdet sarayına ulaşmana mâni olabilecekleri nasıl zannedilebilir ki? Sana her şeyden yakın olan O'dur, O iyilik ve cömertlik sâhibidir.
Sonradan yaratılmış olan şeylerin Hakk'ın kudretini örtebileceği nasıl akla gelebilir ki? O'nun varlığı olmasaydı, bütün kâinat ezelden bu varlık sahasına aslâ çıkamazdı.
En çok şaşılacak şey Hak zâtının aynı olan varlığın nurlarının nûru, yokluk karanlığı olan eşyâda nasıl ortaya çıkabiliyor? Her an yoklukta olan sonradan olma varlıklar Kadîm olan âlemlerin yaratıcısı Hak Teālâ ile nasıl meydana çıkabiliyor bilmem. (Hikem-i Atâiyye, 17. Hikmet)
Anlaşılıyor ki Cenab-ı Hakk’ın tecellîleri üçe ayrılır:
- İhsan ve lütfunu izhâr etmek için bir kısım varlıkları yaratmıştır. Bunlara ihsan ve tāat ehli denilir.
- Afvını ve hilmini göstermek için başka bir kısım yaratmıştır. Bunlar da ehl-i îmandan olan ehl-i isyandır. Yāni îmanlılardan olan ehl-i isyan.
- Bir kısmı da yaratmış ki azâb ve gazabı onlarda tahakkuk etsin. Bunlar da aşırılık ve küfür ehlidir.
Ustayı görmesek dahî düzenli bir duvar onun varlığını gösterir. Engin mânâlı düzenli bir yazı, yazar olmasa dahî yazara delâlet eder. Cenâb-ı Allah ululuk perdesiyle gözlerden ve gönüllerden uzaktır. Fakat meydandaki düzenli her varlığın ferdi ve toplumu O'nun varlığını konuşurlar, birliğini söylerler, mutlak kudretine karşı, kırılmaz irâdesine karşı koyduğu kānunlara kerhen ya da isteyerek boyun eğmeye mecburdurlar. Örneğin güneş kendi kānununa, toprak kendi kānununa, bulut ve yağmur kendi kānunlarına bağlıdır. Kendilerine tâyin edilen kānunlardan milim bile şaşmazlar, öyle ise ancak O (c.c.) egemendir. Diğer her varlık ancak O'nun koyduğu kānuna uygun yaşar, yaşamlarını sürdürürler.
Bu hikmetlerin şerhi sadedinde Abdülkādir Geylânî hazretlerinin şu nasîhatleri ne güzeldir:
Ey kardeşim! Seni unutmayanı unutma. Bir an bile senden uzak olmayan için gaflete düşme. Gençliğin, malın ve bugün içinde bulunduğun bolluk seni aldatmasın. Allah’tan korkan kimseden her şey korkar. Allah’tan korkmayan, her şeyden ürker. Allâh’a hizmet edene herkes hizmet eder. Allah, hiçbir kulun yaptığını karşılıksız bırakmaz.
Rabbimiz! Bizi Sen’de ve Sen’inle eyle. Her baktığımızda ilâhî tecellîlerini görecek göz bahşet! Sen’siz kalmak en büyük korkumuz olsun. Yalnız Sen’i sevmek, azığımız olsun.
Temmuz 2025, sayfa no: 36-37-38
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak