Ara

Semâhat ve Muâvenet -3

Semâhat ve Muâvenet -3

Hâlik-ı Hakîm, beşer rûhunun güzel şeylere karşı bahîl (cimri), kıymetsiz şeyler için semîh (cömert) bir fıtratta olduğunu pek iyi biliyordu. Bunun için durmayıp âyet üstüne âyet indiriyor.

Harîs ve mâlûl ruhları yola getirmek maksadıyla ehl-i tevhîde vasiyette bulunuyordu. Ellerindeki malın en kıymetlileri üzerinde fukarânın, bîçâregânın, dulların, öksüzlerin, babaların, akrabânın... Evet hepsinin muayyen bir hakkı olduğunu hatırlarına getiriyordu.

"Cenâb-ı Allah, rezzâktır. Erbâb-ı servetin nesi varsa erbâb-ı istihkâka noksansız olarak tevzî edilmek üzere kendilerine ilâhî hazîneden verilmiş emânetten başka bir şey değildir." diyordu. 

Kur'ân-ı Kerîm'de buna dâir pek çok âyet-i celîle vardır. Biz yalnız bazılarını iktibâs edelim: 

Sûre-i Sebe'de:

"Hangi şeyi infâk ederseniz yerine Allah başkasını verir, O rezzâkların en hayırlısıdır." (Sebe, 39.) 

Sûre-i Mâide'de:

Çoluğunuza, çocuğunuza yedirdiğinizin orta derecesinden on bîçârenin it'âmı..." (Mâide, 89.)

Sûre-i Bakara'da:

"Sizi merzûk kıldığımız nîmetlerden infâk edin." (Bakara, 254.) 

"Ey îmân edenler! Kazandığınızın güzellerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan infâk edin. Yoksa iğrenmeden alamayacağınız pis şeyleri vermek kasdında bulunmayın. Allâh'ın müstağnî ve övülmeye lâyık olduğunu bilin..." (Bakara, 267.) 

Sûre-i Hadîd'de:

"Allâh'ın sizleri vekîl edip üzerinde tasarruf ettirdiği mallarınızdan infâkta bulunun, şüphe yoktur ki içinizden îmân ve infâk edenler için büyük ecir vardır." (Hadîd, 7.) 

Sûre-i Teğâbun'da:

"İnfâk edin ki hakkınızda hayırlı olsun, kim nefsinin hırsından âzâde kalırsa, işte felah bulacak onlardır." (Teğâbun, 16.)

Sünnet kitaplarına "hadîslere" mürâcaat olunursa bu mevzûa dâir sayılamayacak kadar hadîs-i nebevî görülür. 

Bunlardan biri:

"Nefsiniz için istediğiniz bir hayrı, diğer insanlar için de istemedikçe, tam mü'min olamazsınız..." 

Sonra âyetlerin, hadîslerin cümlesi şu nokta üzerinde birleşiyor. 

Allah zü'l-celâl, infâk eden kulları içinden ancak verirlerken ihlâs ile, gönül hoşluğu ile veren ve arkasından ezâya, minnete, töhmete kalkışmayanları harîm-i rahmetine kabûl ediyor. 

Sûre-i Tevbe'de:

“Sonra ümmetin içinde öyleleri var ki, Allâh'a ve âhiret gününe inanır ve infâk ettiği şeyleri Allâh'a yaklaşmak ve Rasûlullâh'ın şefâatine mazhar olmak için vesîle bilir. Şüphesiz o sadakalar kendileri için yakınlaşmak vesîlesidir. Allah onları rahmete dâhil edecektir. Allah ğafûrdur, rahîmdir." (Tevbe, 99.) 

İşte farz olan bu mâlî ibâdet sâyesinde İslâm, fukarâyı, bîçâreleri, yetîmleri, dulları, yolda kalmışları servet sâhiplerinin malından ehemmiyetli bir sûrette ve tam hakkâniyet ve tevâzün üzere hissedâr ediyor. Bunu kâfî görmeyip mallarından bir kısmını vasiyet için zenginlere tavsiyede bulunduğu gibi herkesin vasiyetten olan hissesinin kendisine verilmesini tereke taksîminde hazır bulunan akrabâya ihtâr ediyor. 

Hulâsa, İslâm'ın birr ü ihsan fazlı, insan zümreleri arasında vücûdu, yaradılış kânunu îcâbından olan servet fırkalarının körüklediği kin, hased ve ihtiras ateşlerinden sîneleri kurtarmak içindir. Yâni beşeriyeti hasûd, harîs, câhil, tenbel, sefih, bâtıl bir iştirâkiyyûn zihniyetinden, belâsından, tehlikesinden kurtarmaktır. Başka da değildir. Zîrâ bu bâtıl zihniyet, İslâm'a, İslâm gayretine ve fazîletine tam zıd bir düşüncedir. İlk müslümanlar bunu böyle biliyor ve semâvî tâlimlere uygun hareket ediyorlardı.

Bir de zamânımızda zuhûr eden birçok hayır cemiyetlerinin yer yer vücûda getirdikleri müesseselere o zamanlar ihtiyaç yoktu. Her şey bizzat temin ve herkes bizzat tatmîn ediliyordu. Çünkü İslâm dîni her şeyi tekeffül ve temin eder.

Evet İslâm hükûmetlerinin bütün müslümanlardan tahsîl ettiği her türlü zekât, sonra hayır seven zevâtın türlü türlü vakıflarına, servet sâhipleri tarafından Allah rızâsı için her gün bezl olunan sadakalar, âtıfetler öyle bir halde idi ki ilk asırlarda gelen müslümanlar bu tarzda cemiyetler vücûda getirmekten ve bin naz ile verecekleri birkaç parayı tahsîl edeceğiz diye menfî ruhlu hasîslerin ellerini sıkıp durmaktan müstağnî bulunurlardı.

Daha doğrusu âlem-i İslâm'ın hey'eti mecmûası öyle muazzam bir hayır cemiyeti hâlinde idi ki tevhîd diyârının her tarafındaki yüzlerce milyon halkın üzerine kanatlarını geren bu kitlenin kalbleri, Hakk'ın nîmetleri sâyesinde birleşmiş ve İslâm fazîleti yüzünden merhamet ve şefkat hisleriyle dolmuş idi. Hâsılı Fâtır-ı Hakîm'in dilediği gibi yekpâre bir vücûd idi. 

Bir uzva isâbet eden âfet bütün âzâ-yı bedenden harâretler, ızdıraplar tevlîd eder ki tedâvisine koşmak dînî bir vecîbedir.

Eylül 2024, sayfa no: 40-41

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak