“Kim (Allâh'a) bir iyilikle, güzellikle gelirse işte ona bunun on katı var.” (En’am, 160.) vaad ve lutf-i Subhânîsi ile beş vakit namazla elli vakit namaz sevâbı veriliyor. Allâh’ın fazl u keremiyle, bu miktar, vaad buyurulan ecrin asgarî miktârıdır. Şu kadar ki bu sevâba nâil olabilmek için huzûr-ı kalb şarttır.
Huzûr-ı kalb de her mü'minin ahvâl-i kalbiyesinin ve hattâ cesedinin yāni âlem-i emirden olan sadrındaki letâif-i hamsenin ve cemî eczâ-yı cesedinin huşû ve huzû hâline göre değişir.
Enbiyâ ve mürselîn ve ulü'l-azm peygamberân-ı ızâm -aleyhimü's-salâtü ve's-selâm- hazarâtının şerh-i sadırları bir derecede olmadığı gibi husûsan haklarında: elem neşrah leke sadrak nazm-ı celîli ile taltif buyurulan ve müteaddid defalar şakk-ı sadre mazhar olan sultānü'l-enbiyâ Muhammed el-Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretlerinin de huzûr-ı kalbîleri cemî peygamberân-ı ızâmın huzurlarının fevkinde olduğuna şüphe yoktur.
Cenâb-ı Hak -azze ve celle- Hazretlerinin velî dostları mü'minlerin derece-i huzûrları da cemî enbiyâ-yı ızâmın huzurlarının dûnunda olmakla berâber mütefâvittir.
Tasavvufta velâyet; velâyet-i suğrâ, velâyet-i kübrâ ve velâyet-i ulyâ diye başlıca üç kısma ayrıldığına göre Cenâb-ı Hakk'ın dostlarının derece-i huzûru da ahvâl-i bâtınalarındaki hallerine göredir.
Kezâ sâlih mü'minlerin kalblerinin selîm ve uyanık ve Hakk'ı zâkir olduğu derece-i hâline göre huzûr-i kalbîleri de mütefâvittir. Binâenaleyh her mü'minin kılmış olduğu namazın ecr ü sevâbı derece-i huzûruna göredir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte musallînin kimine nısf kimine rub kimine uşr ve hâline göre sevâb verileceği buyurulmuştur. Nitekim âyet-i celîlede: “Namazlarında huşû üzere olan mü'minler fevz ü felâha dâhil olmuşlardır.” (Mü’minûn, 1-2) buyuruluyor.
Binâenaleyh namazlarımızı huzûr-ı kalb ile kılmağa gayret etmekliğimiz ehem ve elzemdir.
Felâh, “Korktuğundan kurtulup umduğuna nâil olmak.” demektir.
Huşû da “Kalbiyle Cenâb-ı Allah'tan korkmak; tevâzû ve tezellül etmek ve âzâ ve cevârihi sâkin olup etrâfına iltifât etmemektir.”
Bu âyet-i celîle nâzil olmazdan evvel bāzı ashâb-ı Rasûlullah namazda etrâfına bakarlar imiş. Bu âyet-i celîle nâzil olunca ashâb-ı kirâmın, gözlerini secde mahallinden ayırmadıklarını Ebû Hureyre -radıyallâhu anh- rivâyet etmiştir.
Medârik, Hâzin tefsîrinde huşû: “Namazda cemî mâsivâyı terkle kalbini ve himmetini cem etmek ve gözlerini secde mahallinden ayırmamak, sağına ve soluna iltifât etmemek ve elleriyle bir mahallini kaşıyıp oynamamaktan ibârettir.” diye tefsîr edilmiştir.
Hattâ Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz namazda sakalını oynatan bir kimseyi gördüğünde: “Eğer bu adamın kalbinde huşû olsaydı sâir âzâsında da huzû olurdu.” buyurduğu rivâyet edilmiştir.
Nisâbûrî'de beyân olunduğu vechile huşû: Namazın kabûlünün şartıdır. Sevâbının şartıdır. Ama borcundan kurtulmasının şartı değildir. Yāni huşû olmadığı halde namazın diğer rükn ü şartlarına riāyetle namazı edâ eden kimsenin üzerinden namaz borcu sâkıt olur fakat huşû ile edâ olunmadığı için Cenâb-ı Hakk'ın dergâh-ı izzetinde şâyân-ı kabûl olmaz, mükâfâta müstahak olamaz ve rızāsına nâil olamaz.
Nitekim hadîs-i şerîfte: “Namazında huşû ve huzûru olmayan kimsenin namazı şâyân-ı kabûl bir namaz değildir.” buyurulmuştur.
“Felâha nâil olacak mü'minler şol kimseler ki farz olan namazlarını edâya müdâvemet ederler.” (Mü’minûn, 9.)
Yāni o mü'minler evkât-i mâlûmede yāni beş vakit farz olan namazlarının şartlarını muhâfaza ve sünnet ve âdâbına riāyetle riyâ ve ucubdan ârî olarak namazlarının edâsına sür’atle devâm ederler ve vakitlerini fevt etmezler, demektir.
Bu âyet-i celîlede evvelki âyet-i celîleyi tekrar yoktur. Çünkü evvelki âyet-i celîlede namaz kılan kimsenin kemâl-i tevâzû ve tezellül ile mâsivâyı kalbinden terk edip Cenâb-ı Hakk'a teveccüh etmesi ve huşûu muhâfazası beyân buyurulmuştur. Bu âyet-i celîlede ise namaza devâm ile namazın muhâfazası beyân buyurulmuştur.
Evvelki âyet-i kerîmede huşûa dikkat ve bu âyet-i kerîmede namazın şerâitine riāyetle devâma dikkat beyân buyurulmuştur.
Her zaman namazın devam ve lüzûmuna işâret için istimrâra delâlet eden muzârî sîgası ile (yuhâfizûn) vârid olmuştur.
“Ben, ulûhiyetle muttasıf mâbûd-i bi'l-hakk ve ibâdete müstehak mâbûd-i bi'l-hak ancak benim. Benden gayri mâbûd-i bi'l-hakk olmayınca Bana lâyıkıyla ibâdet ve hüsn-i edebe riāyet ve cemî âzâ ve cevârihinle Beni zikir için teveccüh-i tâm ile teveccüh ederek namazı ikāme et ki Beni zikredesin ve cemî âzânla şükür etmiş olasın.” (Tāhâ, 14.) buyuruluyor.
Salâtın kalble, lisânla ve cemî âzâ ile ibâdâtı câmî efdal ibâdet olduğuna bu âyet-i celîlede işâret buyurulmuştur. Evvelce icmâlen ibâdeti fâ’budnî lafz-ı şerîfiyle emir ve beyân buyurduktan başka ayrıca da salât ile emrolunmuştur ki bu da namazın şânına ihtimâm ve îtinâ lâzım olduğunu beyân ile efdal ibâdet olduğuna işârettir.
Kâdî ve Fahr-i Râzî'nin beyânı vechile:
“Benim zikrim için namazı ikāme et.” Beni zikretmek için ikāme et, demektir. Zikir de şükürdür. Nitekim hadîs-i kudsî’de buyurulmuştur: “Cenâb-ı Allah buyurmuştur ki: Ey benî Âdem, beni zikrettikçe şükrünü îfâ etmiş olursun ve beni unuttukça hakkımı unutmuş olursun yāni küfrân-ı nîmet etmiş olursun.”
Haziran 2025, sayfa no: 40-41
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak