Her medeniyet, bir varlık telakkîsinin mahsûlüdür. Bu telakkî, zaman, mekân ve insan üzerinde mümeyyiz izler bırakır. Yāni millî izler. Toplumlar, kültür sahnesinde millî izleriyle ebedîleşir. Ebedî olmak, kuşatıcı olmaktır. Kuşatıcı zihniyet ise, maddeyi mânâyla örerek billur iklimleri ihâta eder. Bu iklîmin büyüleyici ve ağırbaşlı meyveleri de mîmârî eserlerdir.
Uygarlıklar ve medeniyetler, hayat görüşlerini en berrak sûrette mîmârî tasavvuruyla arz ederler. Bu itibarla mîmârî, mâzîden âtîye uzanan bir ruh inşâsıdır. Türk-İslâm medeniyeti, bu ruh inşâsını asırlar boyunca minârelerde, hanlarda, kervansaraylarda, şifâhānelerde, köprülerde, medreselerde ve hayâtın mevcut bulunduğu her sahada sergilemiştir. Ecdâdın âmentüsü, muallâ bir kelâm gibi mîmârînin şekil ve bezemelerinde somutlaşmıştır.
Medeniyetin Rûhu ve Temeli
Türk milleti, İslâm öncesinde mîmârîyi varoluşunun aslî unsuru görmüş ve her ayrıntıyı rûhuna perçinlemiştir. Otağında, çadırında ve kurduğu şehir sistemlerinde ölçü ile âhengi temel düstur bilmiş; Gök Tanrı inancının semâvî boyutunu, göğe açık çadır anlayışıyla iç içe geçirerek yeryüzü ile gökyüzü arasında köprü kuran bir mekân tasavvuru geliştirmiştir. Bu tasavvur, İslâm’ın uhrevî estetiğiyle yoğrulduğunda ise, fikrî ve mânevî bir hüviyet kazanmıştır.
İslâm vesîlesiyle fikrî ve mânevî bir hüviyet kazanan mîmârî, hem zāhirî hem de bâtınî mânâlar ile kıvâmını pekiştirmiştir. Bu cihetle bütün eserler, maddî remizlerin ve mânevî hikmetlerin kaynaşmasıyla hayat bulmuştur. Hâliyle her aşamada cemiyetin müşterek vicdânının bânî ve bâkî numûneleri ortaya çıkmıştır. Meselâ bir câmi inşâ edilirken, onu çevreleyen mektep, şifâhāne, imârethāne gibi hayır kurumları da ihmâl edilmemiştir. Tabiatıyla mîmârî sâyesinde, biçim ile mâneviyyat ülfet kurmuş, cemiyetin millî mefkûresi güçlenmiş ve ictimâî derinlik, hayâtın kalbine yerleşmiştir. Bu da toplumun mârifetini ve ahlâkını yükselten mukaddes bir bağa tebdîl olmuştur.
İslâm ile tekâmül eden Türk devlet felsefesi de mîmârînin bu mahâretini ziyâdesiyle idrâk etmiş ve mekânı şekillendirmeyi en sahîh eylemlerden biri görmüştür. Bu sebeple mîmârîyi, târihin anlaşılması ve toplumun şekillenmesinin teminâtı saymış; böylece sanat ile milletin ufkunu genişletmiştir. Mâmâfîh sanatkârı da, mütemâdiyen hürmet ve kemâl-i itibarla el üstünde tutmuştur.
Kimlik, Āidiyet ve Üslûp
Fîlvâki, bir ulusun mîmârîsi, onun köklerine dâir sessiz fakat kudretli bir beyandır. Kubbelerden göğe yükselen duā, evlerde sükûnet bulan tevâzu, çeşmelerde huzur veren ferahlık o cemiyetin üslûbu üzerinden taşıdığı ülküyü sergiler. Çünkü mîmârî, millî şuurun, târihî hâfızanın ve kimlik bilincinin taşıyıcısıdır. Fakat bir millet kendi çizgisinden uzaklaşarak başka uygarlıkların şekilci tesirine girerse orada sâdece estetik bozulmaz, millî ruh da çoraklaşır. Zîrâ biçim, mânânın aynasıdır.
Bugün, gerek Türkiye’de gerekse diğer Türk-İslâm diyarlarında inşâ edilen yapılar, ekseriyetle ecnebî mîmârî anlayışının heyûlâ manzarasıyla yükselmektedir. Hâlbuki millî rûhu yansıtmayan her yapı, bulanık su gibidir.
Yaklaşık bir asırdır millî ruhtan uzak bir tarzda inşâ edilen modern şehirlerimizde, cam, beton ve çelikten mâmûl devâsâ yapılar göklere doğru uzanmakta lâkin göğe açılan bu pencerelerden ne huzur ne de hikmet sızmaktadır. Çünkü mîmârînin târih şuuru, sanat telakkîsi, coğrafya bilgisi ve ilim ile yoğrulmuş bir zihniyet işi olduğu, akıllardan çıkmıştır. Bu durumda göz ile gönül birlikteliği, haz ve hırs kasırgalarına mağlûp olmuştur.
Peki, “bir eser yâhut bir şehir nasıl olmalıdır?” İşte derdimiz ve merâmımız, bu suâlin çözümündedir. Evvelâ belirtmemiz lâzım gelir ki Türk-İslâm medeniyetinin mîmârî temeli, Mescid-i Nebevî ve Oğuz Kağan’ın otağıdır; başlangıç noktası burası olup, buradan aslâ tâviz verilemez. Hâl böyle iken, mîmarlıkla irtibatlı kişi ve müesseseler bir eserin maddî temelini toprağa atarken, mânevî esâsını da Mescid-i Nebevî ve Oğuz Kağan’ın otağına göre tesis etmelidir. Bunun hâricinde bir bakış açısı ne inkılap yapabilir ne de köklü bir medeniyetin dirliğine hizmet edebilir.
Mîmârî millî bir dâvâdır, hâliyle bu muhit içerisinde bulunan herkes söylediklerinde samîmî ise ve medeniyet dâvâsının mümessili olduğunu iddia ediyorsa, eylemlerinde muammâları mâlûma çeviren güzelliğe râm olmalıdır. Güzelliği de niteliğe müncer kılmalıdır. Çünkü nitelik, teknik ve ölçü mârifetiyle toplumun enerjisini yüksek tutar, asrî öykünmeyi törpüler ve beklenen aydınlığı getirir. Bu sâyede zāhir ile bâtın, sûret ile sîret ve kabuk ile öz arasındaki farklar da anlaşılmış olur. Netîce itibâriyle, “bir eser yâhut bir şehir nasıl olmalıdır” suâli de, lâyıkıyla cevâbına kavuşur.
Mîmârî, cevaplarını bulduktan sonra fazîletli olgunluğa cehd etmelidir. Bunun için, tecessüs ve tefahhus idrâkiyle milletin kimliğini ve şahsiyetini kusursuz bir şekilde yansıtmalıdır. Her süreç, taklitten uzak, zarâfet ve intizamla yoğrulmalıdır. Her kısım, insanın aklı ve kalbi arasında kopmaz bir bağ kurarak āidiyet hissini kuvvetlendirmelidir. Çünkü āidiyet, geçmişin mîrâsını geleceğe taşıyan umûmî bir mes’ûliyettir. Bırakın büyük eserleri, sıradan peyzajlarda bile āidiyet olmazsa, her şey sathî kalır. Hâliyle görkemli ābideler inşâ etmek için, millî kimliği ve āidiyeti diri tutmak lâzım gelir. Aksi halde üstünkörü yapılarda, kimliğin ve āidiyetin besteleri sessizliğe gömülür.
Kimlikli ve şahsiyetli yapıların bir tarafı azamet, bir tarafı tevâzuyu taşır. Azamet, semâyı hatırlatırken tevâzu, toprağın sükûnetini hissettirir. Mîmar, esrarlı bir sükûnet ve telaşsız bir iç huzur sağlamak için malzemeyi tanımalı ve ona uygun teknik ehliyetle yaklaşmalıdır; taşın ağırlığını, ahşabın esnekliğini ve metalin direncini bilmeli ki hem ihtişâmın hem de sâdeliğin kıvâmını yakalayabilsin. Muhakkak ki eserlerin kalıcılığı da bu hassâsiyet ile sağlanabilir. Yoksa bugün inşâ edip yarın tâmire mecbur kalan anlayış, mîmârî hâfıza oluşturamaz.
Mîmarlık, bir sanat olarak insanın ferdî ihtiyaçlarının ötesinde toplumun ortak menfaatine hizmet etmeli; eser ve çevre peyzajıyla millî istikbâli besleyen köprüler kurmalıdır. Bu ehliyeti taşıyan mekânlar, irfânı ve ahlâkı teşvîk eden bir mektep vazîfesini görür. Çünkü kifâyetli eserler, nesiller arasındaki üslûp bütünlüğünü kurar. Bu sâyede mâzî ile âtî bir kubbe altında buluşur; kök ile filiz, vakar ile tâzelik aynı medeniyet mûsikîsini terennüm eder. Görülüyor ki medeniyetin sâzendeleri ve hānendeleri nağmelerini ancak kimlik, āidiyet ve üslûp vâsıtasıyla dillendirebilir.
Günümüzün Sınavı
Evet, mîmârî bir milletin âlem-i bâtınını temsîl eden alâmet-i fârikasıdır. Bu itibarla, her sütun bir istikāmeti, her kemer bir sabrı, her mihrap bir yönelişi ve her bezeme bir mânâyı simgeler. Her simge ise anlamın zıt ve eşit taraflarını zaman yolculuğunda bir amaca yöneltir. Zîrâ amaç, soyutları somutlaştırır. Binâenaleyh, gāye ve usûl dediğimiz mefhumların en güzel yakıştığı ve en ayrıntılı tefsîr edildiği saha, muhakkak ki mîmârîdir.
Mîmârî böylesine vasıflı ve böylesine mahâretli bir alan olmasına rağmen günümüzün emlâk anlayışı, üslûp kargaşası ve özenti sarmalı hür kanatlarımızı kafeslemiş durumdadır. Paçalarımızdan dökülen abeslikler iskânımızı harap, îmârımızı talan, îmânımızı da yalan etmiştir. Vaktiyle terbiye ile yoğrulan kadîm anlayışımız, zamanla serazâd ve kaba bir zevkin kurbânı olmuştur. Beton yığınları toprağı boğmuş, rüzgâr yolunu şaşırmış, kuşlar yuvadan, çocuklar avludan mahrûm kalmıştır. Şehir, târihe ve tabiata sırtını çevirmiştir. Oysa bir medeniyetin nefesi, mîmârînin târihle ve tabiatla kurduğu zarîf râbıtada gizlidir. Medeniyet diye bir hakîkate yeniden erişmek istiyorsak, bu sesi işitmeye ve bu hasbihâli tâzelemeye muhtâcız.
Açık ve kat’î bir şekilde ifâde etmek gerekir ki, mîmârî ve mekân tasavvuru millî şuurumuzun temel zemînidir. Bu sahada şahsiyetsizlik, hamlık, alelâdelik, boşvermişlik gibi mâlâyânî haller, telakkîmizi ve terakkîmizi zedeler. Geleneğimizi hırpalar, ülkümüzü örseler… Bu hâl, maāzallâh zamanla varlığımızı yiyip bitiren sessiz bir bozguna dönüşür.
O halde, artık silkelenip şu şuursuz taklitten, köksüz süsperestlikten ve muhtevâsız şekilcilikten vazgeçmek zarûrîdir. Zîrâ bir millet, ancak yaşadığı mekânın diliyle konuşur, onunla düşünür ve onunla duā eder. Bu sebeple, en küçüğünden en büyüğüne kadar mîmârîye ve mekâna, sıradan bir inşâ faaliyeti değil eskisi gibi hâtıralarımızı paylaştığımız ve ülkümüzü muhkem kıldığımız bir yurt nazarıyla bakmalıyız.
Eylül 2025, sayfa no: 36-37-38-39
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak