Ara

Mekân Tasavvuru

Mekân Tasavvuru

Hayat, zaman yolculuğuna başlayıp devâm ederken mekâna muhtaçtır. Mekân, hayâtın hem kaderine hem de beklentilerine doğrudan sirâyet eder. Gâh tabiatın doğal hâli gâh insanın kendi eliyle şekil verdiği mekânlar, kişinin rûhunda bazen çehre-i dilârâ gibi belirir, bazen de bülbül-i şeydâ gibi yankılanır. Mekânlar, kimi zaman dalga dalga büyüyen bir vecde dönüşür, kimi zaman da rikkat-âmiz hâtıraların özlemiyle ufka dalar.

İnançlar ve kültürler, hâdiselerin ve zamânın değişkenliğine göre mekânlara farklı duygular hediye eder. Medîne, şanlı Peygamberimizin mübârek düşüncesinde yeni bir vatanın bin bir renkli mücevheri iken, Fahrettin Paşa’nın tahayyülünde sadâkatin benefşelerle bezenmiş hâlidir. Ankara, Hacı Bayrâm-ı Velî nezdinde beyaz bir huzûra tekābül ederken, bugünkü bürokrat ve siyâsîlerin nezdinde ise pençe pençe pâyelere sâhip olmak anlamına gelmektedir. Hâliyle mekânın kumaş değeri, zamânın ve insanın gönül dergâhına göre anlam kazanır.

Mü’min, mekâna hikmet ile bakar ve ona aşkla hizmet eder. Gayr-ı mü’min ise mekânı sömürdüğü için onu hırsının ve keyfinin mezesi yapar. Biz burada îmânın mekânı estetik ile inşâ ve ihyâ ettiğini, îmansızlığın ise mekânın rûhunu bozduğunu ve ifşâyı öncelediğini görmekteyiz. Sonuçta mekân birini medeniyet insanı, diğerini uygar kimse yapmaktadır. İlkinin temel gāyesi necat bulmak ve rehâya erişmektir. Diğerinin maksadı dünyevî hazzın kapısından girmek, avlusunda eğlenmek ve hareminde konaklamaktır. 

Günümüz mekânlarında uygarlığın pervâsızlığı kol gezdiği için, medeniyet numûnelerinden kâfî derecede bahsedemiyoruz. Maatteessüf, İslâm dünyâsının pusulası son birkaç asırdır tersten işlemektedir. Çünkü zaman hazînesi, teammüden değiştirildi. Zaman değişince, düşüncenin gözleri karanlığa saplandı. Düşünce değişikliğinin mekânlar üzerindeki tesiri ise pek acı oldu. Zamânın ve mekânın değişimi, ahlâkı ve fikri temiz kimseleri acımasızca tırpanladı. Akabinde her tarafta mantar gibi bedbaht ve gāfil bir insan tipi türedi. Muhît algısından mahrum bu yeni nesil, iktisâdî âmilleri ileri sürerek mütemâdiyen teknolojinin, sanâyinin ve üretimin borazanlığını yaptı. Gazeteler, televizyonlar, üniversite kürsüleri ve siyâsî mahfiller kalkınmanın yegâne çâresini sâdece bu birkaç başlıkta aramaya başladı. Millî kültür, zamandan ve mekândan bilerek yâhut bilmeyerek def edilince, mümeyyiz vasıflı insan modeli, istisnâların insâfına kaldı. Medeniyet, ufuklardan aşağılara doğru süzüldü ve alacakaranlık bir hâle dönüştü. Kalkınmak uğruna mekân görmezden gelindi, bahçelerimiz zehirle sulandı ve sonunda sürgünler gibi lâmekân olundu.

Bugün hemen her yerde eski bir eser gördüğümüzde neden bu emsâlde bir estetik hârikası inşâ edemiyoruz diye iç geçiriyoruz. Teknolojinin bu raddeye gelmesine rağmen şehirlerin dört bir yanında ucûbe binâların yükselmesine anlam veremiyoruz. Bilmeliyiz ki düşünce tasavvurumuz değiştiği için mekân tasavvurumuz da değişmiştir. Biz bugün batılı gibi düşünmeye, Müslüman gibi yaşamaya çalışıyoruz. Daha beteri, inandığımızı söylüyor, inanmıyormuş gibi yaşıyoruz. İki arada bir derede kalmış, düşünce yapısı hercümerç olmuş ve anlam değerleri zedelenmiş bir haldeyiz. Âcîlen millî mefkûremize avdet etmeli, alnımıza düşen modernizmin kâkülünü kökünden kesmeli ve kelimelerin kilidini açmalıyız. 

Filvâki mekân; ilim, aşk, estetik, helâl ve gönül kelimeleriyle cana gelir. Kelimeleri dâimâ bahtımızın anahtarı olarak görmeliyiz. Medeniyetin temel kavramlarını limanda sevgiliyi bekler gibi beklemeli ve ona sarılır gibi sarılmalıyız. Her birinin mânâsını lütf-i ilâhîden bir mesaj olarak algılamalıyız. Kelimeler, tutarlılık ve inandırıcılıklarıyla yaşarlar. Aksi halde ruhları kaybolur. Bütün ilkesizler gibi rûhu kaybolmuş mekânlar da insan ile Allâh’ın arasını açar. Hâlbuki mekân, insanı tevekkül sâhibi etmeli ve bu sâyede Rabbine yaklaştırmalıdır. Bizi bir zamanlar kalbin etrâfında pervâne gibi döndüren şeyler, mekânların kucaklayıcı nağmeleriydi. Kaybettiğimiz budur, aradığımız da bu olmalıdır. 

İslâm-Türk toplumu olarak, yaşadığımız çağın fırtınalarını dindirmek, modernizmin mekân çelişkilerinin üstesinden gelebilmek ve ufukların hudutlarında yeniden kardelenlerin açtığını görebilmek için aşağıda belirttiğimiz beş husûsu çözüme kavuşturmamız gerekiyor. Bu hususlar bizim hayat îmârımızın vazgeçilmez başlıklarıdır: 

1- Mekân-Allah Münâsebeti: Âdemoğlu, Allâh’ın nezdinde kendi yerini ve kendi nezdinde Allâh’ın yerini açıkça belirlemelidir. Çünkü îman, bulanıklığı kabûl etmez. Îmânın olduğu yerde muammâ ve mecâzîlik barınamaz. Bilakis her remiz, en sarîh ifâdeler ve icrâatlar ile tebârüz eder. Kişi, gönül mekânına ve tahayyül sahasına “ol deyince olduran”ın varlığını teşmîl ederse, tohum toprağa, âşık mâşûka ve kelimeler şiire kavuşur. Bu vesîle ile medeniyetin ilk merhalesi şiirin beşinci mevsimiyle yeşermeye başlar. Beşinci mevsimde mekân, Allâh’ın boyası ile renklenir. Her renk, fırtınaları durduracak kadar coşkulu ve sessizliği şaşırtacak kadar dingin bir hâle bürünür. Nihâyetinde mekân, O’nun istikāmetinde yürüyerek mekânsızlığın karanlığından sıyrılır, dolunay gibi parlak ve dâvetkâr bir hâle dönüşür. 

2- Mekân-Bezm-i Âlem Münâsebeti: Medeniyet insanı, elest meclisini ve mâhiyetini hakîkî bir felsefe üzerine oturtmalıdır. Bizim ilk mekân tasavvurumuz, elest meclisinde hayat bulur. Elest meclisi, bize varlık kavramını düşünmemizi işâret eder. Bütün mekânlara vahdet-i vücut çerçevesinde, vahdet-i şühut ile bakmamızı sağlar. Böyle bakanlar, ahlâk-ı güzîn ve fikr-i güzîn bir numûne-i imtisâl olarak temâyüz ederler. Bu merhaledeki kimseler, mekânı âyet olarak görürler. İşte arzdan semâya kadar bütün varlığın bir âyet olduğu kabûl edildiğinde insanoğlunun inşâ edeceği eserler ve peyzajlar da o minvâlde tecessüm eder. Aksi takdirde mekânların kişiyi nasıl tahrîp ettiğine, nasıl mankurtlaştırdığına ve hırslandırdığına üzülerek şâhit oluruz. Son çağda değişen ve gelişen bunca nîmete karşılık, asırlık mücâzâta müstahâk oluşumuzu, bezm-i âlem tahayyülünün fikir ve zikir mîmârîmizden uzaklaş(tırıl)masına bağlamak gerekir. 

3- Mekân-Gönül Münâsebeti: Medeniyet toplumu, kalp tahtına oturması gereken kişi yâhut değerleri ayân-beyân tesbît etmelidir. Kâinatta bir garip hüküm vardır. Yer ve gök, belli hesaplar üzerinde bestelenmiştir. Âlemi kuşatan matematiğin bile bazı bahislerde çâresiz kaldığı vâkidir. Gönül baharının hesapları bu kabîldendir. Meselâ bereket, şükür, âfiyet, saâdet, estetik kavramlarını içine alan gönül, vefâsızlığın sarmaşıklarından kendini arındırarak ıslâh edici bir iksîre dönüşür. Mekânların harcı bu iksirle karılırsa her yapı soylu bir esere dönüşür. Mekânın rûhunda türkünün iyileştirici gücü vardır, hem kendini çekici kılar, hem de insanın rûhunu iyileştirir. Sakın taşta ruh var mıdır demeyiniz! Gözlerine nikap düşmüşler görmese de, kālûbelâdan beri her taşın yedi yüzü her toprağın birleştirici sessizliği vardır. Medeniyet insanı ise bunu keşfedip mavi gökle yağız yeri birbirine nikâhlayan kimsedir. 

4- Mekân-Millî Kültür Münâsebeti: Bu safha, Türkçe düşünen, konuşan ve yaşayanların ulaşacağı bir merhaledir. Kişioğlu, bu aşamaya erişebilmek için ilhâmını Mescid-i Nebevî’den ve Oğuz Kağan’ın otağından almalıdır. Gerçek şu ki, mekânı algılayamamanın bedeli ağırdır. Bunu birkaç asırdır yenilerek ve ecdâdımıza karşı ezilerek yaşıyoruz. Çünkü ölçüyü kaçırdık, tan yerini gözlemeyi bıraktık ve kendi tarlamıza ithal tohumları ektik. Hangi çağda olursa olsun ölçüyü kaçırmışların muhakkak geçerli bir sebebi vardır. Fakat hiçbir sebep, hakîkatten üstün değildir. Mekânın kadrini bir an aklından çıkaran Hz. Âdem (as), cennetin bedelini iliklerine kadar hissetti. Sonra mekân algısı cennetten dünyâya dönüştü, daha kötüsü önüne cehennem diye yeni bir mekân konuldu. İnsan cennetin mekân tasavvurunu bir lahza aklından çıkarınca, dünyânın muammâ yüzüyle muhâtap oldu. Ne onunla lâyıkıyla ünsiyet kurabildi ne de ondan vazgeçebildi.

Cennet-dünyâ-cehennem gerçekliği, bize dâimâ mekân için taraf olmanın îcâbını gösteriyor. Mekânın mahremiyetini koruyabilmek maksadıyla mescid-i dırar’a karşı Mescid-i Nebevî’nin tarafında olmamız gerektiğini haykırıyor. Safını belli etmek tevhîd anlayışının sırrına vâkıf olmaktır. Sır bir imtihandır ve bu imtihânı ulu kağanımızın ve görklü Peygamberimizin yoluna bağlı kalanlar geçebilecektir. 

5-Mekân-Şehir Münâsebeti: Bayındır mekânları arzulayan toplumlar, medeniyetin temâşâ ettiği ve vücut bulduğu şehir idrâkini etraflıca benimsemeli ve onu her nakışta tatbîk etmelidir. Şehir bağlamında mekânın ihyâsı için şu beş husus daha dikkate alınmalıdır:

5.1- Şehrin kurulma, fetih ve îmâr edilme gāyelerini bilmek ve fikrî altyapısını tanımak,

5.2- Şehrin omurgasını oluşturan meydan, pazar ve sokaklarının umûmî manzarasını anlamak,

5.3- Şehrin kamu binâları ile hânelerinin ayrıntılı mîmârî estetiğini fehmetmek,

5.4- Şehrin konumu ile su, gıdâ ve güvenlik başta olmak üzere yol bağlantılarını hesaplamak,

5.5- Şehrin, mâzî- âtî bağlamında verdiği mesajı anlamak, anlamlandırmak ve tahlîl etmek.

Mekânı sağa-sola yâhut doğuya-batıya bakarak tasavvur edemeyiz, onun rûhuna ve cevherine dokunmamız gerekiyor. Mekân, bizden mukaddes rüyâları görmemizi, neşveli şarkıları dinlememizi, derin şiirleri okumamızı, ağlatıcı zelzeleyi yenmemizi, harflerden gönüllere yol açmamızı ve kendi rengimize boyanmamızı istiyor. Bu isteği kabûl edelim ve geleneğimizin nağmelerini susturan her ne varsa kaldırıp atalım ki revaklar konuşmaya başlasın, susmuş kemerlerin dili çözülsün, süreyyâ yıldızı bedestenleri aydınlatsın ve pencereler yeniden hakîkat levhalarına açılsın… Akıl zamâna, kalp insana ve ruh mekâna kavuşsun…

Ekim 2024, sayfa no: 62-63-64-65

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak