Ara

Mekân Hoyrat, Şehir Gulyabânî

Mekân Hoyrat, Şehir Gulyabânî

Mekân şâhittir, bir aşk vardır ve o aşkın alevi, sanatın inceliğiyle ilmek ilmek dokunarak mâşûkunu aslâ mahrûm etmez. Mekân yine şâhittir, aşkın neşîdesi ve mānevî çehrenin şualarıyla aydınlanan yolcular, yarı yolda kalmaz. Mekân bir kez daha şâhittir, aşkla hemdem olan gönül, estetiğin mahremiyetini ifşâya kalkışmaz. Çükü aşka düşen mekân, deryâların en meş’um dalgalarında dahi, rahvan rahvan süzülür. Keskinleşen hırsların kötürümlerine ve zenginleşen keselerin harâmîliğine aldırmadan, asāletinin azametiyle yürür. Mekân, günü geldiğinde tiginlerin şecâatine, cengâverlerin celâline ve müezzinlerin sedâsına dönüşür. Mekân, yalıların, kâşânelerin ya da sarayların ihtişâmına değil, yuvanın huzūruna kıymet atfeder. İşte bu mekân, ilâhî hasretin tahassüsü ile nefes alan bir cemiyetin kalbidir. İşte bu mekân, milletimizin bizâtihî kendisidir ve husūle getirdiği medeniyet yumağıdır. 

Taklit üslûbuyla inşâ edilmiş yapılar, yalancı ve muvakkat zevklerin durağı olacağından, mekân dâimâ tedâvî edileceği şifâlı ellerin insicâmına ihtiyaç duyar. Filhakīka mekân, örselenmemiş geleneklerin tecessüm etmiş dibâcesidir. Mâzī damgasını sündüs esvâbıyla izhâr eden ve kaynaştırıcı bir ruhla istikbâle sufle veren izlerdir. İhtirastan çok îmâna, takvimden ziyâde zamâna ve mevzu yerine mefhuma kapı aralayan yekpâre bir mîrastır. Bundan dolayı mekân aklın, kalbin ve rûhun tebârüz etmiş hâlidir. Cemiyetlerin nabzı, ekseriyetle mekânların tasavvurunda kendini gösterir. Mekânların tasavvuru ise, zamânın çizgileri ve tılsımıyla inşâya dönüşür. İnşânın ihyâ olabilmesinin en mühim şartı da, insanın inancıyla kurduğu ülfetin seviyesine bağlıdır. Zîrâ medeniyet, sırçadan bir kubbedir ve bu kubbenin ana kemerleri, zaman, mekân ve insandan müteşekkildir.

Şehirler düşüyor…

Mekânın en sihirli hâli, şehirlerdir. Şehir, şiiri cezb eder; meçhûlü mâlûma çıkarır ve mâdûmu mevcûda dönüştürür. Fakat şehirler, ansızın ve nâgehânî bir sûrette husūle gelmezler. Onların kurulup gelişiminde, düşüncenin ve inancın esâsı vardır. Medeniyetimizin şehirlerinin temeli de, İslâm’ın lütuf enginliği ile örülmüştür. Bu şehirlerin meydanlarında mānevî akisler, caddelerinde efsunlu hazîneler, sokaklarında emniyet cemreleri, eşrâfında konukseverlik ve esnâfında hakkāniyet terâzileri yer alır. İlim ehli ham kaba softalıktan uzak, ümerâsı himmetli ve kadıları adâletlidir. Semtleri selâmın aksisedâsıyla yankılanırken, mukimleri ise edepli, haddini bilen ve ārifâne tıynete sāhiptir. İslâm-Türk medeniyetinin remizlerinin en nâdîdeleri şehirlerindedir; şehirlerin en seçkin eserleri ise, meydanlarında ve mâbedlerinde yer alır. Sonra birer inci hâlesi gibi, merkezden civâra doğru yayılır. Fakat Evliya Çelebi’nin ifâde ettiği bu rûhâniyetli şehirler, şuurlarını, zihinlerini ve ritimlerini başka sevdâlara tercîh edince, kuşatılmış ve istîlâ edilmiş yapay labirentlere benzemeye başladı. 

Yapay labirentlere benzemeye başladığımız günden beri, modernizmin girdâbında kaybolmaya yüz tutmuş bir şehirleşmenin kucağındayız. İhyâ ile başlayan nutukların, ifsâd ile icraatını yapmaktayız. Yeni anlayışın yapılarında, bir ruh ya da düşünce remizleri olmadığı gibi, her noktada mâzīnin havasını boğan ve hâfızasını yok eden pervâsızlıkla karşı karşıyayız. Oysa şehirlerin soluk boruları kesilirse, bütünlük kaybolur ve renkler solar. Solgun şehirler vasıflarını yitirir ve birbirlerine benzemeye başlar. Ya da hiçbir şeye benzemeyen kimliksiz ve ölçüsüz yığınları andırır. Özüyle ete kemiğe bürünmemiş şehirlerin bir şiire konu olması, edebiyat üretmesi veya kültür insanı yetiştirmesi pek zordur; belki bilimsel ve akılcı bilecenler yetiştirebilir. Hâlbuki bir şehir, mensup olduğu inancının nişâneleriyle; beton yağmurunun, ışık cümbüşünün ve imaj yapaylığının gerisinde kalmamalıdır. Çünkü sürekli göze, kulağa, mīdeye ve nefse odaklanmış bir mekânda, rûhun dinlenmesi ve dinginliğe erişmesi kābil değildir. Rûhun bunaldığı mekânların mahremiyeti ise, çiğnenmiş ve talan edilmiş demektir. Şehir, rûhun sükûneti için mûsikī üreten bir muhit olduğu kadar, umûmî manzarasıyla da bir besteyi andırmalıdır. Keşmekeşlik ve bağırtılar, şehrin sesi ve hüviyeti olamaz. Bilakis şehirler, nağmelerin bestesiyle gönüllerin tâzelendiği ve ritmin ezgisiyle sonsuz ganîmete dönüştüğü mekânlardır. 

Etrâfımız, cennetin hatırlanmadığı yeni yapılaşma metotları ile sarmalanmış durumdadır. Bu sarmal burgacında, yıldızlarımız sönüyor ve şehirlerimiz bir bir düşüyor. Yaparak talan ettiğimiz her merhalede, fânîliğimize meydan okurcasına güç gösterilerine yelteniyoruz. Sanki herkes modernizme intisâb etmiş gibi, tereddütsüz bir yarışa ve değişik bir heveskârlığa koşuyor. Beş-on hazır kalıpla binâ edilen resmî ve sivil ucûbeler, her metresinde mīmârî tasavvurun zaaflarını ītirâf ediyor. Yeni şehirlerin meydanları, naylon murassalar ile kuşanmış, apartmanları sathîliğin ağır uykusuyla donanmış ve ticârethāneleri kandırmacanın müsrifliğiyle sarhoş edilmiştir. Şehrin insanı ise, hengâmeye hapsedilmiş ve hislerine mahmurluk serpilmiştir. Hal böyle iken, fıtrata münâsip bir mekânın tertip edilmesi için kerâmet mi bekliyoruz?.. Islah etmenin ilacı beklemek değil, harekete geçmektir. Bu sebeple, hep tâze ve ıtırlı kalan medeniyetimizin delâletine ve rehberliğine avdet etmeliyiz. Çünkü Ashâb-ı kehf’ten bile uzun zamandır uykudayız, mışıldamalarımız yüzünden mekânların cömert tahassüsü iğdiş ediliyor, şehirler kayboluyor ve bir bir düşüyor…

“Ey Kâbe’nin mīmârı, kalk dünyâyı tāmir et”

İnsanoğlu karmaşık duygularla kuşatılınca, ya hezîmete doğru sürüklenir ya da gafletin setlerini dağıtarak bilinç pınarına kavuşur. Bilinç pınarlarına avdet eden kişi, mukaddimesiyle karşılaşır ve yeniden dünyâsını kündekârî inceliğiyle işlemeye başlar; bezirgân değildir, sâdece zihnî yollarını nakkaşâne bir incelikle süsler. Sembolleri ve filigranları birleştirip, eşsiz bir terkip oluşturur. Elest meclisinin mukaddimesinde, ilk adımını basīret âhengiyle atar. Sonra etrâfına medeniyet sülûkuna revân olmuş bir şâir rûhuyla bakar. Onun için bir âhenk bulabilmek maksadıyla, medeniyetin ilk mekânı olan Kâbe’nin mīmârına seslenir. Şâir, vahdet ışığıyla dünyânın yeniden tāmir edilebileceğinin yöntemini bu umutla hatırlatırken, başka bir şâir ise, “ey deprem gel yetiş bu şehirlerin, doğayı çarptıran konumlarına”ifâdesini söylemekten kendini alamaz. Bu ifâdeler, sâdece söz yeteneğine sāhip birinin serdedeceği mütâlaalar değildir, çünkü böylesine hikmetli mānâların ortaya çıkmasında, bir derdin ve büyük bir iddianın da olması lâzım gelir. İşte bu dert, ifritin ve kesâfetin mekânları boğmasına ītirâz eden bir haykırıştır. Bu sebeple, beton ve çarpıklık, yeniçağın dilrübâsı hâline gelmişken, sādıku’l kavl olanların suskun kalması, mümkün değildir. 

Güzellik gerdanından, īdam kemendine

Bir toplum, ecdâdının rüyâsını göremiyorsa, mīmârî ebeveynini kaybetmiş ve mahdûmunu da katletmiş demektir. Bir zamanlar sultanlar mesâbesindeki mīmârî atmosferimiz, şimdilerde kethüdâlar seviyesinde bile değildir. Çünkü şehirlerimizin ayamına bahar gelmiyor ve kimse cemrelerden yana tavır koymuyor. Menfî ihâlelerin istismârıyla güvercinlerin kanadını kıran görüntü kirliliği, mücerred ālemlerin özentilerine mendil açıyor. Ne oldu da, böylesine beyhûde rüyâlara tutkun olduk sualleri, salonların kürsülerinden, dergilerin ve kitapların sayfalarından ileriye gitmiyor. Maatteessüf, bugün felce uğramış mekânlarımızı anlayabilmek için, müteahhitlerin insāfına ihtiyaç duymaktayız. Devlet-i Āliyye’nin her biri inci tânesine ve mücevher kutusuna benzeyen şehirlerini ne hâle getirdiğimizi kim anlatabilir? Dilmaçların nefesi yetse de, yüreği yeter mi bu tahkirâmiz manzarayı izah etmeye? Öz bilincimiz, Gazâlî’nin aşk mefhumunu hafife aldığı günden beri, kendi gerçekleriyle münâkaşa ediyor. Bununla birlikte, öykündüğü batı uygarlığından Bergson’un sezgisiyle münâsebet kurmaya yelteniyor, ama bunu bile tam beceremiyor. Çünkü mānâ yerine şöhrete, nükte yerine şaklabanlığa ve irfan yerine bilecenliğe meftûn olduğunun farkına varamıyor. Beyzâdelikten uşaklığa düşen tasavvur dünyâmız kendine günübirlik fetvâlar arıyor; fakat aldığı ruhsatlar, zelzelenin kahkahasıyla yerle yeksân oluyor. Hâlbuki mekân için şifâlı ellere bürünen milletimiz, şehirleri ālicenaplığın can damarıyla yaşatmıştır. Mekânı evvelâ insana, akabinde bütün canlılara ve hattâ mekânın bizâtihî kendisine uyumlu bir şekilde tasarlamıştır. 

Ürperten muhâsebe

Mekânlarımızın emânetini başka ellere teslîm ettiğimiz günden bu yana, iki yakamız bir araya gelmiyor. Dünyânın başşehri İstanbul ve Ülkemizin başkenti Ankara başta olmak üzere hemen hemen bütün beldelerimiz, batının mīmârî pençesinde kıvranıyor. Bu gafletimiz ve teslîmiyetimiz yüzünden, eskilerin vebâli peşimizi bırakmıyor. Çünkü aklın izah edemeyeceği büyük bir farklılaşmayla yoğruluyoruz. Oysa ki mücellâ mâzīmizin şehir algısı, şuurlu bir aklın etrâfında husūle gelmekteydi. Üslûbumuz, Sinan’a kadar endamlı bir mahpeykeri andırıyordu, fakat biraz tedirgindi; ondan sonra ise, husūsī bir hilkat lezzetine dönüştü. En kötü günlerde bile, bu sağlam gelenek aslâ hoyratlığa terk edilmedi. Issız kalabalık kervanlarının peşine takılmadı. Ufalıp aşağılık tavırlarla fânîliğe tevessül etmedi. 

Mekânı ve onun esrârını en iyi ifâde eden şehirlerimizin serencâmına baktığımızda Selçuklu medeniyeti, süslemenin sâdelikle yoğrulduğu benzersiz nakışlar, gözlere metafizik nûrunu anlatan kapılar ve her taşında cengâver rûhunu diri tutan manzarasıyla karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı medeniyetine gelince, sâdeliğin ihtişâmı, merhametin nişâneleri ve birliğin kuvvetiyle arz-ı endâm etmektedir. Peki, bugün bizim mekânlarımız ve şehirlerimizin tārifi nedir? Vasatlık mı? Çarpıklık mı? Ucuz özenti mi? Standart kalıpların basitliği mi? Gulyabânilik mi? Nedir Allah aşkına tārifimiz? Mevcut hâlimizi muhasebe ettikçe ürperiyorum…

Mart 2022, sayfa no: 61-62-63-64

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak