İnsanlık târihi, var olduğu günden beri medeniyetlerin ve uygarlıkların yükselişi ve düşüşüne tanıklık etmektedir. Bu karmaşık süreçleri tam mânâsıyla anlamak için çeşitli sebepleri tetkîk etmek lâzım gelir. Bu sebepler arasında başta din olmak üzere, dil, coğrafya, zaman ve mekân ile birlikte maddî gücün yeterliliği de kilit bir role sâhiptir.
Biliriz ve inanırız ki, bir husûsun inkişâfı, gelişimi ve olgunlaşması birçok âmilin vücut bulmasıyla mümkündür. Medeniyet bahsi de bu gerçeklikten hâlî değildir. Bu bakımdan estetik, bilimsel, kültürel ve inşâ eserleriyle ön plana çıkan medeniyet mefhumunda genellikle gözden kaçırılan bir husus vardır ki o da maddî güçtür. Gözden kaçırılsa ya da görmezden gelinse de medeniyete dâir dillere pelesenk edilen sahaların somut ifâdesi ekseriyetle mâlî kaynaklar aracılığıyla gerçekleşir. Uygarlıkların ve İslâm medeniyetinin en parlak dönemlerine bakıldığında, bu dönemlerin çoğunlukla maddî açıdan zenginleşmiş devlet yapılarıyla örtüştüğü açıkça görülecektir.
Maddî kudret, medeniyetlerin olgun bir şekilde gelişmesi ve kemâlâtıyla öne çıkması için vazgeçilmezdir. Çünkü medeniyetin müessir unsurları maddî gücün yeterliliği sâyesinde zihinlerde yer eder. Mâlî yapıları kuvvetli olan teşkîlatlar hem mefkûresini gerçekleştirmede hem de halkının endîşelerini gidermede daha güçlüdür. Halk iâşe, ibâte ve emniyetini temin etmede zorluk çekerken medeniyete dâir unsurlara yapılacak (her türlü) yatırım akîm kalır. Zîrâ medeniyetin hamuru insanı zikrederek yoğrulmuştur. İnsanı görmezden gelerek medeniyeti tasavvur etmek, akıl sahiplerinin işi değildir.
Medeniyetlerin sürekliliğini ve zenginliğini temin etmek için en kıymetli iklim, maddî kuvvet ile insanlık değerlerinin bir denge içinde olmasıdır. Maddî kaynaklar, insanların ihtiyaçlarını karşılamakla berâber ilmî terakkîyi destekleyip, estetik ile örülmüş hayat tarzına ve irfanla dokunmuş gelişmelere katkıda bulunursa bir anlam ifâde eder. Aksi halde nefsî bir cereyâna dönüşür. Zâten bizim bahsimiz, maddî varlığın insânî değerleri yüceltmesidir. Bu bakımdan, maddî kudret ile insanî değerlerin bir araya gelmesi, Türk-İslâm medeniyetinin umûmî manzarasından hayat bulmuştur. Başka bir deyişle Türk-İslâm medeniyeti, insanı okuyan âlemşümûl bir hazîne olmuştur ve dahi oluşturmuştur.
İslâm geleneğinde mevcut bulunan kanâatkârlık, şükür ve sabır gibi kavramlar, toplumu şekillendirmede büyük rol oynamıştır. Ancak var olanla yetinme, azı karar çoğu zarar kabîlinden bazı yorumlar ve anlayışlar, bir açıdan farklı soluklara kapı aralarken diğer taraftan İslâm’ın zenginliğe karşı mesâfeli durduğu kanâatini oluşturmuştur. Filhakîka gerek Anadolu’da gerekse sâir İslâm beldelerinde Müslümanlığı ve zenginliği birbirine yakıştırmayan baskın bir görüş mevcuttur. Hâlbuki Sevgili Peygamberimizin (sav) hayâtına bakıldığında iktisâdî açıdan kuvvetli olmanın nasıl faydalara vesîle olduğu görülecektir. Özellikle boykot döneminde ve akabinde hicretin ilk yıllarında mâlî açıdan vâriyetli sahabelerin katkısı hem İslâm’a hem de Müslümanlara büyük bir nefes aldırmıştır. Finansal açıdan zenginliğin Türk-İslâm geleneğinin hâkim olduğu dönemlerde de nice zafer marşlarını bestelediği görülecektir. Bu zafer marşları sâdece savaş meydanlarında değil, bir medresenin kapısında, minârenin şerefesinde, şarkının bestesinde, rahlenin edebinde ve şahsiyetin inceliğinde kendini göstermiştir.
İslâm-Türk medeniyeti en parlak zamanlarını kuşkusuz Abbâsi, Selçuklu ve Osmanlı devletleri zamanında yaşamıştır. Bu devletlerin yükselme dönemlerinde yâni iktisâdî açıdan güçlü oldukları zamanlarda medeniyetimiz avlusundan çıkmış ve boyutlarını aşmıştır. Bunlarla birlikte Karahanlı, Bâbür ve Memlükler gibi Türk-İslâm devletlerinin gurur dolu sancakları, büyülü ihtişâmı ve zulmü gölgede bırakan kudret mührü, dâimâ maddî kaynakların zengin ve etkin kullanımında tebârüz etmiştir. Esâsen İslâm medeniyetini tekâmül ettiren en mühim vesîle şuurla süslenmiş Türk ülküsüdür. Medeniyetimize dâir sarayların, kubbelerin, köşklerin ve kasırların detayları aslında Türk ülküsünün bir ifâdesidir. Elbette ki salt taş ve tuğlalar değil, kütüphaneler, el sanatları, ilmi haleler, âdâb-ı muâşeret ilâ âhir hususlar, târih sayfalarında Türk devletlerinin ve Türk-İslâm medeniyetinin ihtişâmını çağrıştıran alâmetlerdir. Bu alâmetlerin tecessüm etmesinde ise maddî güç pek tesirli olmuştur.
Maddî gücün yeterliliği devletlerin askerî ve idârî gücünü desteklemekte de kilit rol oynamıştır. Ümerâya temin edilen istihkaklar, orduya sağlanan silahlar, donanmaya tahsîs edilen gemiler, serhat boylarının karakolları hep maddî zenginliğin belirgin bir kanıtı olmuştur. Târihin çiçek açan sayfalarında, fetihlerin rızâ-yı ilâhî amacında ve zamânı telaştan kurtarmanın ardında maddî kaynakların sıtratejik etkisi gizlenmiştir. Bu durum aynı zamanda üretimi ve îcâdı da desteklemiş ve zihinlerin sonsuz hareketini mümkün kılmıştır. Zikrettiğimiz hususların bütün vechelerini en iyi Devlet-i Âliyye döneminde görüyoruz. Bu açıdan gerek Osmanlı gerekse diğer devletlerin iktisâdî yapısı değişiklik gösterdiğinde sâdece idârî, siyâsî ve askerî yapı değil mîmârînin asâleti, edebiyatın nezâketi ve ilmin ferâseti de mecalden düşmüştür.
Maddî gücün yeterliliği sâdece İslâm medeniyetinin değil muhtelif uygarlıkların da hayat suyu olmuştur. Roma İmparatorluğu'nun büyüklüğü, dönemindeki maddî güçle yakından ilişkilidir. Bu dönemde inşâ edilen devâsâ yapılar, bilimsel ve felsefî çalışmalar, Roma'nın maddî zenginliğinin bir yansımasıdır. Hâkezâ Çin ve Hint uygarlıklarının mîrâsı da bu kabildendir. Bugünün dünyâsına baktığımızda, Batı uygarlığının temelinde de maddî gücün yattığı açıktır. Ekonomik güç, teknolojik gelişmeleri teşvîk edip kültürel etkileyiciliği artırarak Batı uygarlığını dünya çapında etkin bir hâle getirmiştir. Ancak burada ince bir çizgi yatar ve bu çizgi medeniyet ile uygarlık ayrımının da temelini teşkîl eder. Ayrım ve ayrıntı şudur: Medeniyeti husûle getiren değerler bütün sahalarda olduğu gibi maddî gücün kazanılması ve harcanmasında helâl, meşrû ve kanûnî olmasına riâyet eder. Uygarlığın ise böyle bir hassâsiyeti yoktur. Belki işini sağlama alma açısından yasa üretebilir, ancak bu yasa hak temelli değildir. İslâm medeniyetinin altın çağları ile diğer uygarlıkların zirve dönemleri incelendiğinde iktisâdî zenginliğin nasıl elde edildiği ve nasıl harcandığı bütün ayrıntısıyla müşâhede edilecektir.
İslâm medeniyetinin izdüşümü insan medeniyeti olarak karşımıza çıkar. Bu sebeple medeniyetin diğer unsurları gibi maddî vâriyet de insanlık değerleriyle bir denge içinde seyretmelidir. Bugün itibâriyle yeni bir medeniyet anlayışı oluşturmak isteniyorsa her alanda insan onuru öncelenmelidir. Çünkü insan onurunun olmadığı yerde büyük yapılar ve fikrî mülahazalar olsa da bunlar mânâdan mahrumdur. Mânânın büklümlü ve dolambaçlı yolları olmadığı gibi zımnen ve telmîhen sözü de yoktur. Bundandır ki mânâ ile uygarlıkların arası mesâfelidir. Bütün uygarlıklar gibi Batı uygarlığı da mânâ ve hikmetin mâhiyetine vâkıf olmadığı için kadîm geleneğimizin bu değerler uğruna verdiği canları bir türlü anlayamamıştır. Buna rağmen, insanı ve insanın hakkını en çok dillendiren onlar olmuştur.
Medeniyetlerin oluşumunda maddî gücün yeterliliği hassas bir çizelgedir. Mâmâfih maddî güce ulaşmak ve onu muhafaza etmek de usûl ve hassâsiyet gerektirir. Türk-İslâm medeniyeti mevzulara sonuç odaklı değil değer odaklı yaklaştığı için usûl önemli bir kâide olmuştur. Bu bakımdan vahyin keşifleriyle hareket etmek dün olduğu gibi bugün de en doğru yol olacaktır. Çünkü vahiy nisyânın boşluklarını dolduracak yegâne müktesebattır. Çünkü vahiy eskimez ilkeler bütünüdür. Maddî gücün ehemmiyeti, bu bütünlük içinde Rahmânî peyzaja yöneldiğinde ortaya cennet bahçesi çıkacaktır. Yâni mânâ… Yâni hikmet… Yâni ünsiyete meftûn insan…
Eylül 2023, sayfa no: 56-57-58-59
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak