Kültür ve medeniyet, temeli dîne dayanan ve dinden neşet eden anlayışın ortaya çıkardığı maddî, mânevî, içtimâî, ilmî, iktisâdî ve teknolojik birikimlerdir. Târihî süreç içerisinde bütün uygarlıkları ve kültürleri tetkîk ettiğimizde bu manzarayı ziyâdesiyle görürüz. Farabî’nin “Tedeyyün olmadan temeddün olmaz” ifâdesi de, yine bu gerçekliğe mebnîdir. Başka bir münevverimiz Ahmet Midhat Efendi ise konuyu şu şekilde izah etmektedir: “Tedeyyün denilen emr-i celîlin temeddün denilen diğer emr-i celîl ile o kadar münâsebeti vardır ki zâhirdeki sûret-i telaffuz ve imlâlardaki müşâbehetlerinden pek çok ziyâde olmak üzere bunlar hakîkatte yekdiğerinin hemen lâzım ve melzûmu gibidirler.”İster ilâhî ister beşerî olsun, din algısı içerisinde sunulan her şey, insanın üzerinde ziyâde tesir oluşturmaktadır. Mâmâfih kendini dinden soyutlayan cemiyetlerin bile, daha önce āit oldukları dînî değerleri korudukları, su götürmez bir gerçektir.
Türk-İslâm toplumlarının terakkîsinin büyük çoğunluğu, ilhâmını dinden almıştır. Müslüman toplumların tevfîkinin tetkîki, bize bunu ispatlamaktadır. Bāzı ecnebî âlimlerin İslâm’ı kastederek, din terakkîye mânîdir iddiası, mâzîmizin şan ve şeref sayfalarında ilgā olsa da, bunu görmeyen ya da görmek istemeyen fanatikler hâlâ çoğunluktadır. Aslında sözümona batılı aydınların İslâm’a saldırmalarındaki temel sâik, misyonerlerin piyonu olmalarıdır. Çünkü onlara göre uygar olabilmek için, öncelikle hristiyan olunması gerekiyor. Hâlbuki ilmin seyirleri bu taassubu hükümsüz bırakıyor. Bununla birlikte, batının son asırlarda teknik ve bilim sahasındaki ilerleyişinin misyonerliğe olan hizmeti, din ve medeniyetin farklı bir yüzünü izhâr ediyor.
Bütün zamanlarda ve mekânlarda din ile medeniyet/uygarlık ilişkileri genel anlamda benzerlik gösterir; lâkin bizim temel bakışımız İslâm dîni ve Türk-İslâm Medeniyeti üzerinden olacaktır. Bu bakımdan evvelâ İslâm’ın ne olduğunu bilmek îcâb eder ki İslâm selâmet ve barış anlamına gelir. İslâm esenlik ve barış ise, Müslüman da bu mefhumları bilen, yaşayan ve yaşatan olmalıdır. Çünkü insanın/Müslümanın elinde ilâhî süzgeçten geçmiş ve son noktaya ulaşmış bir sistem mevcuttur. Böylesine ulvî bir sistemi bilmek, anlamak ve anlamlandırmak hem İslâmî hem de insânî bir vazîfedir.
İslâm denilen ilâhî sistemin ana kaynağı Kur'ân ve bu Kur'ân’ı en iyi şekilde yaşayan Cenâb-ı Peygamberdir. Bu iki kaynağa münâsip bir sûrette yaşamak, kemâl derecede Müslüman olmak anlamına gelir. Yāni takvâ ehli… İşte böylesi kişilerin hayat sürecindeki birikimleri İslâm medeniyetini oluşturur. Bugün medeniyetimize dâir her husûsun altında kudemânın sağlam bir mensûbiyet ve mesûliyet mefkûresi yatmaktadır. Yāni din ve insan ilişkisinin nâdîde mahsûlü, hep estetik fikirli şahsiyetlerin tasavvuru ve icrâsıyla vücut bulmuştur. Hem öncü, hem fedâkâr olarak…
Din insanadır ve onun içindir. Fertlerin ve toplumların hayâtını bir nizâm içinde yürütmesi maksadıyla gönderilir. Hâliyle insana dâir her husûsun keyfiyetli mesâbede ilerlemesi anlamına gelir ki bu merhale, medeniyete denk düşer. Peki din insan için ise, insan ne içindir? Bu soru ehemdir ve cevaplandırılmaya lâyıktır. Mevzûmuz İslâm medeniyeti olduğu için, konuya bu nazarla bakalım: Evvelâ insan denilen âlemin kıymetini anlamak için, İslâm denilen nizâmın tam merkezine bakmak gerekir. Birtakım Avrupalı âlimler, insanın farklı yönlerini temel alarak onu tanımaya ve tanımlamaya çalışmıştır. Hâlbuki insana bütüncül bir nazarla bakmak îcâb eder; zîrâ Cenâb-ı Hak, insanı tek bir yönü ile değil, bütün yönlerini zikrederek ele almıştır. Binâenaleyh ilâhî kaynaktan mülhem, insana şümûllü bir nazarla bakmak ve her dönem için yeni bir bakış açısı tanımlamak elzemdir. Çünkü dîne inanmak, mensûbiyet mefhûmunu ortaya çıkarır. Bu mensûbiyeti lâyıkıyla üzerinde taşımak ise mesûliyeti gerektirir. Mensûbiyet oranı ile mesûliyet oranı hep doğru bir yörüngede ilerler. Ortaya çıkan mahsûl ise bu yörüngenin samîmiyet belgesidir. İslâm medeniyetinin temeli ise, mensûbiyete duyulan mesûliyettir. O halde medenî olmak sorumluluğa sadâkati gerektirir. Peki, bunlar nasıl olacak denilirse işte karşımıza İslâm’ın ahlâk nizâmı çıkmaktadır. İnsan ahlâka meftûn olursa ancak hak yerini bulabilir.
İslâm’a mensup olmak, zâten otomatik olarak medenî bir atmosferde kendini bulmak demektir. Bu bakımdan din sâdece ibâdete ve toplumun muhtelif değerlerine değil, sanat, edebiyat, meslekî ve teknolojik gelişmelere de önemli mihmandarlık yapmıştır. Örneğin İslâm’dan önceki toplumların genel durumu ile İslâm sonrasında kazandıkları şan ve şöhret, bu açıdan ele alınmalıdır. Esâsen sâdece İslâm toplumları değil, bütün dünyâ İslâm’ın nimetlerinden faydalanmıştır. Bugünümüzün bulanık olmasının nedeni ise, mensûbiyetimizin fersizleşmesidir. Son birkaç asırdır batı uygarlığının (maddî açıdan) gerisinde olmamızın sebebini başka yerde aramaya hâcet yoktur; tamâmen mensûbiyet bağlarının zayıflamasından ve bunun getirisi olarak gelecek tasavvuru zahmetine girilmemesinden kaynaklıdır. Hâlbuki her zamânın gerçeği, kendi içinde tetkîk edilmeye muhtaçtır. Bugünün gerçekleri ise mecâlden düşmüş mesûliyetlerle bertarâf edilemez. Çünkü hiçbir devir, yarımyamalak yaşanarak anlamlandırılamaz. Müslümanlığımız kusurlu olunca, medeniyetimize dâir çıktılar da o nisbette eksik kalmaktadır. İslâm’ın dinamik yapısının bugün yeterince kullanılamayışının en temel sebebi, Müslümanların mensûbiyet dinamiklerini yitirmiş olmalarıdır. Hâliyle İslâm medeniyetinin yeniden ayağa kalkabilmesi, onu şekillendirecek Müslümanların yenilenmesine bağlıdır. Yāni ahlâk nizâmını tatbîk edecek irâde… Çünkü dünün tahkîki bize bu tesbîti yapmayı zorunlu kılıyor…
İslâm inancına göre insan, hak dîn fıtratı üzere doğar, yāni İslâm’ı anlamaya ve yaşamaya müsâit bir şekilde yaratılır. Hâliyle insanın fıtratı, muvâzeneyi bozmayacak sorumluluğa münâsiptir. Bununla birlikte, yaptığı işi en güzel şekilde icrâ etmeye, iyiliğin yayılmasına ve kötülüğün men edilmesine karşı mesûliyeti ve mecbûriyeti vardır. Zîrâ o, en güzel şekilde yaratılmıştır. Özü budur ve her işi de buna uygun olmalıdır. Medeniyetin ahlâk mefhûmunun en çok dikkat edilmesi gereken noktası da, burada gizlidir. İnsan her hâliyle estetik olmazsa yaratılışına muhalif davranmış sayılabilir. Bu sebeple kudemâmız zevk-i selîme fevkalâde ehemmiyet vermiş ve medeniyetimizin her noktası dînin o leziz membâına raptedilmiştir. Binâenaleyh, güçlü bir medeniyetin husûle gelmesindeki temel sâik, güçlü bir din mensûbiyeti olmuştur.
İnsan, bir bakıma meçhul ve muamma, diğer yönüyle sarih ve mâlûmdur. Öğrenmeye, kazanmaya ve üretmeye meyillidir. Mâmâfîh gizlemeye, kaybetmeye ve tüketmeye de müsâittir. Kazanırken nasıl davranması îcâb ettiğini ve kaybederken ne şekilde sebât etmesi lâzım geldiğini, ahlâk lifleriyle örülmüş dîne göre şekillendirirse, din merkezli medeniyeti şahsında husûle getirmiş olur. Bu durum toplum tarafından da tahakkuk edildiğinde kültür ve medeniyet hâline dönüşür. Bugün itibâriyle modern dünyânın, insanı belli bir merhaleden sonra boşluğa bırakmasının ana sebebi, dinden hâlî bir hayatla iç içe olmasıdır. Fîlvâki dîn sâdece mânevî gıda vermez, aksine hayâtı kemâl-i intizam dâiresinde yürütür. Hâliyle insan, din odaklı yaşadığı müddetçe arzuladığı hayat merhalesine (hem madden, hem de mânen) daha sağlıklı bir şekilde erişir. Bu sürecin başı ve sonu, parçası ve bütünü ise medeniyet hâlelerini oluşturur.
Medeniyet şehirdir ve ahlâk ölçüleriyle örülmüş şehri bize dînimiz hediye etmiştir. Medeniyet ifâdesinin şehir anlamındaki Medîne’den gelmesi, bir dil tesâdüfü değildir. Kelimeler zâten tesâdüfen zuhûr etmezler. Bu bakımdan medeniyetin şehir ile ilişkisi husûsiyetle ele alınması lâzım gelen bir kesişmedir. Bütün uygarlıklarda olduğu gibi İslâm medeniyetinin en güzel numûneleri de, şehirde var olmuştur. Taşradaki mücerred veya müşahhas her güzel unsurun temeli de şehirde neşet etmiştir. Peygamberler ve evliyâların ekseriyeti de, yine şehir halkından çıkmıştır. Bu tesbîtimiz şehir, kasaba ve köy yarıştırmasından ziyâde, hakîkatin resmedilmesidir. İnsanın yapabilecekleri, birikimin en zirvesi şehirlerde izhar olunması dolayısıyladır. Çünkü İslâm’ın yeni bir bakış açısıyla insanlığa sunduğu mîras, Medîne İslâm devleti ile doğmuş ve İslâm öncesinde Yesrib olan şehir, İslâm ile Medîne’ye ve medeniyete dönüşmüştür. Binâenaleyh, bizim geleneğimizde Medîne demek, ahlâkın, hakkın ve hakîkatin olduğu yer demektir. İşte tüm zamanları aydınlatan güçlü ziyâ, insanı ve şehri ihyâ eden İslâm’ın aşkın kudreti olmuştur. Yāni medeniyetin varlığı, İslâm’ın hayat damarlarına bağlıdır.
Hülâsa kültür ve medeniyet, birçok etkenin teşekkülüyle mümkündür; lâkin en tesirli olanı din olgusudur. Onun için medeniyetimizin adı, İslâm medeniyetidir. Bununla birlikte, bin yılı aşkın bâriz bir Türk olgusu dolayısıyla, hakkın teslîmi anlayışı çerçevesinde, medeniyetimizin isminin Türk-İslâm diye adlandırılmasının daha âdil bir tanımlama olacağı kanâatindeyim. Zîrâ her alandaki estetik örgüleri, İslâm’ın ve Türklüğün muallâ şuuruyla tecessüm etmiştir. Dileğimiz ve duāmız odur ki, bu mücellâ şuur hep üzerimizde olsun ve bize mihmandarlık eylesin.
Kasım 2022, sayfa no: 50-51-52-53
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak