Ara

Medeniyet Ahlâkı

Medeniyet Ahlâkı

İnsanoğlu, hareketin idrâki ve durgunluğun çürüklüğü arasındadır. Hareket hâlindeyken hem özünü hem de çevresini îmâr eder. Durgunlukta ise bütün her şeyi miskinliğin tortusuyla azaltır. Hareket, içe ve dışa doğru geçişken bir güzelliğin amelidir. Eylemini içe doğru eyleyenler kalbin cevherini, dışa doğru eyleyenler ise mekânın idrâkini arzular. Fakat durgun ruhların dünyâsı kesiftir ve mesâfeleri sınırlıdır. Üstelik anlama tahakkuk eden izleri de siliktir.

İnsan derin mânâları hâizdir; bu sebeple her şey onun etrâfında döner. Yaratılış gâyesi, meleklerin secdesi, adâletin anlamı, hikmetin kapsamı, cennetin ve cehennemin varlığı ilâ âhir hep bu derinliği izah etmeye memurdur. Çünkü kişi, kâh mûcizevî görüntülerin kâh âcizliğin kıskacında ikilem içindedir. Bir yanı idealizmin efsânevî söylenceleri, diğer yanı düşüklüğün heyûlâsıyla kaplıdır. Fakat bütün ikilemleri nihâyete tebdîl eyleyen bir hazîne vardır ki bu hazîne, ahlâk örgüleriyle inşâ edilen medeniyettir. Her örgü dilemmânın ürettiği yaraları tedâvi eder. Hüzün ve ârızayı mesûliyet bilinciyle giderir. Mesûliyet, yâni ahlâk ile… 

İslâm hem inanç, ibâdet ve ahlâka dâir esaslardan oluşan dînî değerler manzûmesi hem de bu değerlere dayalı kültür ve medeniyetin adıdır. Ahlâk, İslâm’ın gerek temel dînî metinlerinde, gerekse bunlara bağlı oluşan kültür ve medeniyetinde dâimâ ayrıcalıklı bir konuma sâhip olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin ve Hazret-i Peygamber’in hadislerinin önemli bir kısmı ahlâk ile ilgilidir. Öte yandan kelâm, tasavvuf ve fıkıh gibi İslâmî ilim ve disiplinlerin ilgi duydukları konular arasında ahlâk da vardır. Edebiyatın manzum ve mensur eserlerinin değişmez temalarından birisini ahlâk oluşturur. Şiirlerde, masallarda, mesellerde, menkıbelerde, vecîzelerde, ninnilerde yine ahlâk vardır. Sonuç olarak ahlâka yönelik bu yoğun ilgi1, medeniyetimizin fikir zemînini oluşturmuştur. 

Yüce Mevlâ her bakımdan tamamlanmış bir dîni bizlere göndermiş olmasına rağmen, Müslümanların bu konudaki açıkları hayret vericidir. Elbette ki her ferdin takvâ ehli olması beklenemez, lâkin bu denli yamulmaların olması da kabûl edilemez. Esâsen burada İslâm’ın kişilere nasıl öğretildiği konusu da bir kez daha önemini gösteriyor. Çünkü biz dîni, teferruata ve bid'atlere boğmuş durumdayız. Bu teferruatı da çoğu kez bağnaz bir anlayışla öğretmeye çalışıyoruz. Dünyânın bir denge üzere döndüğünü göremiyor ve yaşayan hayâtın gerçeklerini lâyıkıyla tahlîl edemiyoruz. 

Bugün ilkokulda iken inkişâfa başlayan hislerini adım adım tâkip ederek onların terbiyesiyle benliğine nüfûz edemediğimiz çocuk, bir sürü bilgilerin hammalı olmaktan başka türlü yetiştirilmiyor; matematiği ezberliyor, biyolojiyi ezberliyor, târihi ve coğrafyayı ezberliyor, fiziği, kimyâyı, edebiyatı bile ezberliyor. Bu (durum) zekâların katlidir.2 Din ve ahlâk mefhumları da aynı yöntemsizliğe kurbân ediliyor. Bu beceriksizlik yüzünden özellikle gençlerimiz yaşadığı çağ ile dînin hükümlerinin çeliştiğini zannediyor. Hâliyle kişiler bu çelişkiden sıyrılıp ahlâkın güzelliğine bir türlü varamıyor. Hâlbuki ahlâk mefhumunu bir kültür olarak ele almak lâzım gelir ki hayâtın cümle safhalarına tatbîk edilebilsin ve medeniyete fayda sağlayabilsin. 

Türk-İslâm medeniyeti, bilginin estetik icraata dönüşmesiyle başlar. Bu dönüşümde kalbin ve ahlâkın varlığı olmazsa olmazdır. Biliriz ki yalnızca ahlâk ve kalp ile terbiye edilmiş sözler eyleme dönüşürse mekânın görüntüsü rüşdünü ispatlar ve şehrin sahnesine yansır. Yâni lisân-ı kal mühimdir, lisân-ı hâl ise ehemdir. O halde medeniyetten söz edebilmek için ahlâkı meydana getiren hassâsiyetler ile hemhâl olmak îcâb eder. Fakat medeniyet ahlâkını düzenleyen en önemli âmilin adâlet olduğunu da unutmamak gerekir. Çünkü adâlet, hakkın teslîmidir. Peki, öncelikle neyin hakkı teslîm edilmelidir? Emânetin… Bizi mükemmelce yaratan Ulu Allâh'ımıza kulluğun hakkı, çalışana emeğinin hakkı, kelimeye lafzın ve mânânın hakkı, ölüme idrâkin yaşamaya ise mücâdelenin hakkı, nihâyetinde zerrenin, kürenin ve bütün mevcûdâtın bilincinde olmanın hakkı ve ahlâkı… 

Sonsuz değerler ve kavramlar içerisinde bazılarının özgül ağırlığı daha fazladır. Bunlardan biri de şahsiyettir. Şahsiyetin tamamlayıcı unsurları içerisinde en önemlisi ise İslâmî ahlâktır. İslâm ve ahlâk ifadelerini hemen her yerde duyar ve görürüz, bu başlık altında serdedilen yazı, makale ve hitaplar soyut bilgiyi besler; lâkin medeniyet müşahhas olmaya, yâni yaşayan ahlâka dönüşmeye arzu duyar. Yaşayan ahlâkın en güzel tecessüm ettiği yerlerden biri, şahsiyetli bireylerin oluşturduğu ailedir. Aile beden gibi mahremdir. Her açıdan korunmaya muhtaçtır. Bütün ideallerin hayat bulduğu iklîm olması dolayısıyla şahsiyetin olgunlaştığı atmosferdir. Aynı zamanda inancın kemâl derecede yaşandığı merhaledir. Bu yönüyle şahsiyet ve aile, ahlâkın çerağıyla medeniyeti aydınlatan pek mühim hususlardır. 

Ahlâklı toplum esâsen akıllı toplumdur. Kendi kimliğinin farkında olan ve bunu geliştiren, değerlerinin menşeini ve membâını bilen, yolunu ve yönünü tâyin eden bir akıl… Aklın birçok vechesi vardır; hinlik, gözü açıklık, hesâbîlik zaman zaman akılla izah edilse de, değerler manzûmesinde bu vechelerin bir kıymeti yoktur. Burada aklın aynı zamanda bir sabır yumağı olduğunu da unutmamak gerekir. Bilginin sayısız tezâhürleri sabırla demlenir ve zamânı dengede tutar. Yâni sabırlı ahlâk beşerî ve ilâhî felsefeleri de içine alır. Gerçi kadîm geleneğimizde beşerî felsefeden ziyâde, hikmet-i ilâhî anlayışı daha baskın olsa da her ikisinin kapısı da medeniyetin meydanına açılır; lâkin felsefe kanatlı kapıdan, hikmet ise taç kapıdan… Bu bakımdan bilgi asıl olgunluğunu hikmet ile yakalar. Peki nasıl? Düşünerek… Ne ile? Ahlâk ile… Filvâki ahlâklı bilgi ile düşünenler, câhiliye devrini asr-ı saâdete dönüştürürken, taşlardan ise Selimiye yapmıştır. 

İslâm medeniyetinin yükselmesinin sebebi, sanattan edebiyata, içtimâî hallerden idâre ve siyâsete kadar her alanda ahlâk ile yol almasıdır. Gerilemesi ise başka yollara tevessülü sebebiyledir. Mâlûmunuzdur ki medeniyet hayâta dâir bütün esasların mecmuudur. Bu toplamın tamam olabilmesi için her husûsun yerli yerine konulması gerekir. Buradaki en belirleyici âmil ise toplumun öncülerinin ahlâkî durumudur. Özellikle âlimlerin… Onlar ahlâkî erozyona uğrarsa, dünyânın direği yıkılır. Nitekim bu konuda Keçecizâde İzzet Molla şöyle demiştir:

Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihân harâb

Eyler anı müdâhene-i âlimân harâb 

Ahlâkın her numûnesi güzel ve iyidir. Hâliyle iyinin ve güzelin olduğu her yere ahlâk hâkimdir. Ahlâkın hâkim olduğu yerde ise nizam ve intizâmın estetik hâleleri mevcuttur. Estetik ise medeniyetin mahsûlüdür. Bu bakımdan ahlâkın olmadığı bir hayâtın medeniyet üretmesi kâbil değildir. Örneğin ticârî ahlâkın olmadığı hangi toplum geçimini helâl-haram dâiresine göre ele alabilir? Harama dikkat edilmeyen bir yerde, zâten zevk-i selîm alâmetleri görülemez. Erdeme dâir telakkîler ileri sürülemez ve millî terbiye kök salamaz. Bu sebeple her alanda olduğu gibi iktisâdî sahada da inanç ve ahlâk düzeni zarûrîdir. 

Bir medeniyetin inanç ve ahlâk nizâmı çökerse, o medeniyet de çöker.3 İslâm-Türk medeniyetinin terakkî ettiği dönemdeki en belirgin alâmeti, inancın ve ahlâkın mütekâmil bir seviyede olmasıdır. Buradaki temel meselelerden biri, ahlâkın parça-bütün ilişkisiyle ele alınmasıdır. Örneğin maarif ahlâkını değerlendirirken öğretmenin yeterlilik ve samîmiyeti yanında öğrencinin de saygısı ve talebi göz ardı edilmemiştir. Hâkezâ doktor-hasta ilişkisi ya da ebeveyn-evlat ilişkisi gibi her husus bu kabîlden ele alınmıştır. Nihâyetinde samîmî bir toplum elde edilmiştir. Haddizâtında herkesin konuştuğu ve varmak istediği nokta burasıdır. Lâkin ısrarla ifâde ettiğimiz tatbîk meselesi esas olandır. Bu nedenle neleri söyleyip söylemediğimizden ziyâde, neleri eyleyip eylemediğimiz önemlidir. 

Şuraya da dikkat kesilmek gerekir ki İslâm dünyâsında herkes medeniyetten dem vuruyor ama kimse îmar ahlâkından bahsetmiyor, ihsan ahlâkıyla ilgilenmiyor. Yönetimin ve yöneticinin ahlâkı konuşulmuyor. Kalemin ahlâkı var da inşâatın ahlâkı yok mu? Konuşmanın ahlâkı var da ticâretin ahlâkı yok mu? İbâdetin ahlâkı var da siyâsetin ahlâkı yok mu? İfâdenin ahlâkı var da irâdenin ahlâkı yok mu? Bu sualleri fazlasıyla sıralamak mümkündür, lâkin bir an önce ahlâkın kalbî bir hareket olduğunu fehmetmek gerekiyor. Şâyet ahlâkın dinamikliğine halel gelirse, bırakın medeniyet tasavvurunu, tepetaklak olmak kaçınılmazdır. 

Ezcümle, ahlâk inancın ve kültürün en güzel mîrâsıdır. Medeniyetin fikrî ve cehdî taraflarını kurgulayıp vücûda getirebilmek için bu mîrâsa sarılmak gerekir. Nasıl ki ruhsuz bir beden ölü gibiyse ahlâk ile tezyîn edilmemiş bir medeniyet de içi kurumuş ağaç gibidir. Ufak bir rüzgâr ya da mukâvemette devrilmesi mukadderdir. Bu sebeple medeniyet, âhengini ancak ahlâk ile bulabilir. 

Dipnotlar:

[1] YA’KUB b. İSHAK el-KİNDİ, Üzüntüden Kurtulma Yolları, 6. Baskı, TDV Yayınları, s 4,

2 Nurettin Topçu, Ahlâk Nizamı, Dergâh Yayınları, s 60,

3 Doğan CÜCELOĞLU, Gerçek Özgürlük, Kronik, s 236,

Şubat 2023, sayfa no: 46-47-48-49

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak