Ara

Mâzî Tasavvuru

Mâzî Tasavvuru

İslâm-Türk münevverlerinin ekseriyeti ümmetin meselelerini maalesef sâdece kendi cihetleri üzerinden ele alıyorlar. Kurtuluşu yalnızca kendi uzmanlık alanlarına hamlediyorlar. Fikirlerini ve tavsiyelerini beylik laflarla allayıp pulluyor ve bundan gayrısına burun kıvırıyorlar. Hâlbuki İslâm milletinin bütün meseleleri çözüme susamış durumdadır. Birini ötekine tercîh etmek doğru değildir; fakat ehemmiyetine binâen bir sıralama yapılabilir. Bu sıralamanın merkezine dili, dîni, kültürü, fıtratı, haysiyeti, sanatı ilâ âhir insan ve İslâm olmanın cümle remizlerini bir ülküde mürekkep eden medeniyet konulmalıdır. Mütefekkirlerimiz ihtisas sahalarını medeniyet semâsına göre ele almalıdırlar. Çünkü medeniyet, toparlayandır; bizim de en fazla toparlanmaya ihtiyâcımız vardır. 

Medeniyet semâsının en gösterişli ve en parlak yıldızlarından biri şüphesiz mâzîdir. Mâzî, kâh görkemli ve hüzünlü kisvesiyle, kâh vakalardaki ibret manzaraları ile kendini gösterir. Buradan hareketle âtîyi nurlandırır ve mukāvim kılar. Daha iyi yaşansın diye yaşanmışlıkları ibret vesîlesi eyler. Toplumlar geleceklerini dâimâ geçmişleri üzerine inşâ ederler. Bilinmelidir ki geçmişten kopuk bir istikbâl, mânâdan, ölçüden ve heyecandan mahrumdur. Maalesef Cumhuriyetimizi kuranlar, geçmişle irtibâtı koparmış, mânâ ve ölçüye dayalı idâre metodunu değiştirmişlerdir. Bundan dolayı hem milletimizin hem de milletimize umut bağlayan sâir cemiyetlerin mâzî tasavvurları akāmete uğramıştır. 

İnsan kavram inşâ eden bir varlıktır; biyolojik anlamda yaşamakla yetinmez; hayâtını zihninde kavramlaştırır.1 Hayâtı ve zihni tahkîm eden iksir ise târih bilincidir. Kişioğlu kavramları anlamlandırdığında târihi hem yazar hem de yaşar; fakat medeniyet anlayışıyla hareket ederse daha üst merhalelerde gezinir; irâdenin istikāmetiyle târihe kültür numûnelerini ekleyip mâzî tasavvuruna ulaşır. Bu noktada, billur gibi âb-ı hayat kaynaklarını yudumlar. Mâzî, kendini usûlüne göre içenlere şu kadîm duāyı eder: “Su gibi azîz ol!”

Mâzî tasavvuru, târih ve kültür olmak üzere iki koldan müteşekkildir. Ceddin hukûkunu ve neslin mîrâsını muhâfaza etmek için bu iki başlığa temâs etmek gerekir. Millî havsalanın vücûda gelmesinde yol'suzluğun ve pîr'sizliğin devâsı olan mâzî tasavvurunu şu şekilde terennüm edebiliriz:

Târih: Ahlâk ve Hürmet

Târih, milletlerin düşünce hudutlarını besleyen en önemli sahadır. Hele azîz Türk milleti için târih, millî ve dînî bir meseledir. Çünkü Türk târihi, hakîkat çizgisinde olmak şartıyla Arap, Fars, Kürt, Boşnak, Arnavut ilâ âhir cümle İslâm toplumlarını içine alan bir sürece tekābül eder. Bu bakımdan Türk târihi İslâm târihinin bizâtihî kendisidir; bu vesîle ile, Türk milletinin başarılarında diğer bütün milletlerin az yâhut çok payı vardır. Türkler, millî seciyeleri îcâbı toparlamaya ve yekpâre kılmaya meyillidir. Bu temâyül, Selçuklu ve Osmanlı’da en apaçık şekliyle tebârüz etmiştir. Mamâfîh, gerek Hunlar gerekse Göktürk çağında da ata toprakları bu anlayışla hayat bulmuştur. Çünkü millî karakterimiz, hukûka ve haysiyete ziyâdesiyle önem vermiştir. Hukuk ve haysiyet ise bizleri ahlâk ve hürmet çizgisinde başarılara raptetmiştir…

Bugün yeni bir kültüre temâyülümüz netîcesinde târihî ahlâkımız ve hürmet huzmelerimiz maatteessüf zayıflamış durumdadır. Hem târihin ahlâkından yoksun bulunuyoruz hem de geçmişi tetkîk ederken ahlâktan mahrum hareket ediyoruz. Târihî vakaları ve hakîkatleri siyâsî sâikler üzerinden tahlîl edenler şu azîz millete en büyük kötülüğü yapanlardır. Bir defa olanı olduğu gibi aktarmamak, geçmişteki insanların hâtırasına hürmetsizliktir. Hürmetin ne mânâya geldiğini anlayamayanlar, ahlâksızlık çukurunda başkalarına müstahdemlik yapar. Târihini sönük zannettiği gibi, istikbâlini de puslu tertîp eder. Belki onu bile yapamaz. 

Ahlâkta yıkılışımız târihimizi inkârla başlıyor. Çünkü târihte atalarımız yaşatılmaktadır. Onlar ise sayısız hürmet hâlesi ile çevrilmişlerdir. Târihini dosdoğru okumayan Türk genci, gerçek atası Fatih’in hocası ile câmide bile karşılaşsa ayağa kalktığını nereden bilsin? Büyük mutasavvıf Molla Câmi atına binerken, âlim hükümdar Hüseyin Baykara’nın atının yularını ve onun şâir vezîri Ali Şir Nevâî’nin de üzengisini tuttuklarını bilmeyen Türk genci insandaki büyüklüklere hürmetin değerini nereden öğrensin.2 Târih hem ibret hem de ilham sahasıdır. Misâlen Orhun Abideleri'ni ziyâdesiyle bilenler o günün en büyük düşmanının gaflet ve Çin olduğunu görürler. Bugün gaflet ve Çin, hâlâ sinsi düşmanlardandır. Fakat ondan daha azgın ve zālim yeni bir düşman türemiştir: Siyonizm ve ırkçı emperyalizm… Bu ejderhâyı alt edebilmek için ahlâklı ve hürmetli târih bilgisine ve bilincine ihtiyaç vardır. Türk-İslâm târihi, bu ihtiyâcın yegâne cevâbıdır. 

Kültür: Şuur ve Terakkî

Kültürde mühim olan âmil şuurdur; şuur varoldukça diğer eksiklikler tamamlanır. Bizim medeniyet anlayışımızda dikkat edilirse şuur ve kültür başlığına hemen her bahiste değiniyoruz. Bugün İslâm münevverleri yukarıda bahsettiğimiz gibi sâdece şahsî alanlarının ehemmiyetini vaz'ederken, meseleyi umûmiyetle terakkî ve kalkınmaya getiriyorlar. Terakkî nedir ve dahî nasıl olmalıdır suâllerine cevap ararken “gâvurun kıstasında türk'ü kıskaca”3 almamak lazımdır. Biz, ısrarla medeniyetimizi kendi usûl ve üslûbumuzla bay etmek gerektiğini savunuyoruz. Çünkü asıl terakkî özünden neşet eden üslupla hayat bulandır. Târihimizin müterakkî şahsiyetlerinin cümlesi bu metodu icrâ eylemişlerdir. Tabiatıyla bugün bize Korkut Ata’nın, Fergānî’nin yâhut Ahmet Cevdet Paşa’nın tâkip ettiği yol lâzımdır. Bu yolda ilerlerken zamânın dili ve dirilik tasavvuru ise yârenimiz olmalıdır. 

Bizim îmânımızın, dünyâ görüşümüzün bir değerler sıralaması vardır, kültürümüzün yönelişi de bu sıralamaya göredir.4 Türk kültürü binlerce yıllık birikimin adıdır; kültürümüzün varlığı şuurumuzun canlılığıyla kāimdir. Vezir Tonyukukuk’a Mani dînine girmememiz gerektiğini söyleten şey, şuurdur. Bugünkü modern aydınlar anlamalılar ki şuursuz bir terakkî kābil değildir. Mekteplerin ve üniversitelerin şuur damarları ne denli geniş olursa mâzînin neye tekābül ettiği de, o nisbette anlaşılacaktır. 

Mâzî tasavvuru, medeniyet yörüngesinin kuvvet duraklarından biridir. İnkılaplar için anne rahmi gibidir. Her teşebbüs ve her tahayyül buradan güç alır. O halde geçmişini kültür ve târih üzerinden tâlim edebilenler ancak, mütâlaa istidâdına erişebilir. Kâinâtın boşluk kabûl etmeyeceğini bilmeyenler, bilgiliyken câhil, anlayışlıyken ahmak, şuurluyken gāfil, medenî iken uygar olurlar da ruhları bile duymaz. İşte mâzî tasavvuru, ilmi irfâna, anlayışı sezgiye ve şuuru idrâke tahvîl eden merhaledir. Bu merhale, şevketli İslâm medeniyetinin temiz mîrâsıdır. Herkesin bu mîrastan ziyâde nasîbi vardır ve herkes, nasîbinin peşinden koşmalıdır… 

Suâl-Hülâsa

Tahrîf edilen mukaddesler silsilesi gözümüzün önünde akıp gidiyor. Zihnimizin her yanı müteselsilen kan gölüne dönüyor; hançerlenen hâtıralarımız yaman çelişkilerin hışmına uğruyor. Mesâfeleri örenler, özellikle târihi ve kültürü besleyen dîni seçiyorlar. Evvelâ din ile devletin, sonra dilin ve nihâyetinde toplumun arasını açarak târih ve kültür aşısının bağını zayıflatıyorlar. Yeni bir uygarlık üretileceğine dâir nâralar atıyorlar, fakat değil yeni bir şey bilineni de unutturuyorlar. Toplum unuttukça ve geçmişiyle ünsiyeti azaldıkça mânâsızlığın gafletine saplanıyor. Hayfâ ki, târihinde ve kültüründe sahtecilik yapıldığını bile anlayamayan bir nesil yetişiyor. Peki, bu durum nasıl oldu? Nasıl olduğu değil, niçin olduğu önemlidir.5 Kavrayabilmenin şartı doğru şekilde sorabilmektir. Suâl etmek, millî şuurun alâmetidir; soralım o halde: Niçin bāzı şeyler gerektiği kadar mâlûm değil? Niçin mâzîye mesâfeliyiz, hattâ düşmanız? Niçin tasavvur istidâdımız köreltildi? Niçin bāzı suâller yasaktır? Biz, sorulardan vazgeçmeden ve gafletin miskinliğine tav olmadan metafizik yelpâzesine mıhlanmalıyız. Orası târihi ve kültürü mâzî tasavvuruna perçinleyecektir. Bununla birlikte duāların sırrı ve gayretin hükmüyle, yoldan çıkmış mihveri aslî cihetine sevk edecektir.

Biliriz ve inanırız ki mâzî tasavvuru kalpleri ve fikirleri ulvî ideallere müncer kılar. Târihten ve kültürden aldığı kuvvetle âciz olanı hâkim, sakîm olanı müstakîm eyler.

Dipnotlar:

1 Yılmaz Özakpınar, İslâm Medeniyeti ve Türk Kültürü, Ötüken Neşriyat, 8. Basım, s 9,

2 Nurettin Topçu, Kültür ve Medeniyet, Dergâh, 17. Baskı, s 93-93,

3 Alper Duran, Zarif Türk, İdeal Kültür, 1. Baskı, s 193,

4 Nevzat Kösoğlu, Milli Kültür ve Kimlik, Ötüken Neşriyat, 6. Basım, s 185,

5 Vehbi Vakkasoğlu, Doğru Düşünme ve Başarma Sanatı, Türdav, 2. Baskı, s74,

Temmuz 2024, sayfa no: 36-37-38-39

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak