Ara

Maraz-ı Kalb - 2

Maraz-ı Kalb - 2

Ahkâm-ı şer’iyyenin edâsında, a’zâ ve cevârihin zâ’fı hâlinde o amelin îfâsında güçlüğü müstelzim olduğu gibi noksan îmân ve maraz-ı bâtın sebebiyle de ahkâm-ı şer’iyye onun hakkında adem-i yüsr’ü mûcibtir. Halbuki tekâlif-i şer’iyyenin cümlesinde yüsr ve sühûlet vardır.

“Allah size kolaylık diler, size güçlük istemez.” (Bakara, 185.)

“Allah (ağır teklifleri) sizden hafifletmek ister. (Zâten) insan da zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 28.)

Âyet-i celîleleri dahî bu mânâya şâhittir. Binâen-aleyh, bu marazın izâlesini fikreylemek lâzım geldi... Farz-ı ayn oldu.

Nefs-i emmâre, tasdîk-i kalbî ve ikrâr-ı lisânî mevcûd iken yine kendi küfür ve inkârı üzerine musırdır. Ahkâm-ı semâviyyeye inkıyâd eylemez ve evâmir-i ilâhiyye celle sultânühû’ya inkıyâd eylemez.

Onun matlûbu budur ki, kendisi bir kimseye münkad olmayıp cümlesi ona inkıyâd edeler. Riyâset dâvâsı kendisinde mütemekkin ola. (ene Rabbüküm) nidâsı iddiâsındadır.

Onun içindir ki, “nefsine adâvet eyle!” buyurulmuştur.

Hadîs-i kudsî’de: “Nefsini düşman bil! Zîrâ o Bana düşmanlığı sebebiyle karşıma dikilmiştir.” buyurulmuştur.

Hakk Celle ve A’lâ Hazretleri katında makbûl ve merzâ olup şerîat-ı garrâya muvâfık olarak nefis ile cihâd ve ona muhâlefet eylemek cihâd-ı ekber oldu.

Rasûl-i Ekrem Tebük Seferi’nden Medîne’ye döndükleri zaman: “Küçük cihâddan büyük cihâda döndük.” buyurmuşlardı. Â’dâ-i hâricî ile cihâd eylemek gâhî vâki olur. Lâkin düşman-ı derûnî olan nefs ile cihâd dâimîdir.

Cenâb-ı Erhamü’r-Râhimîn kemâl-i re’fet ve rahmeti ile îmânın husûlünde ve müebbed azâbdan, necâtta tasdîk-i kalbî ile iktifâ buyurdu. İz’ân-ı nefs ile emir buyurmadı.

Nefis emmârelikten halâs olup da itmînâna eriştikte ahkâm-ı ilâhiyyeye münkad olmuş olur. Onda muhâlefete mecâl kalmamış olur.

Haklarında hitâb-ı İlâhî: “Ey Rabbına mutî’ olan nefs-i mutmainne!.. Sen dön o Rabbına! Hem râdiye olarak hem mardıyye! Gir kullarım içine, gir cennetime!..” (Fecr, 27-30)

Bunda îmân-ı kâmil, İslâm-ı hakîkî kuvvet bulmuş olur. Ve bu îmân zevâlden mahfûz ve halelden masûndur.

Fakat nefs-i emmârede îmân, halel ve zevâlden mahfûz değildir. Yâni hâtimede îmânsız gitmek tehlikesi vardır. Allâhümme’h-feznâ...

Hadîs-i nebevîde: “Yâ Rabbî! Senden, sonu küfre müncer olmayan îmân isterim!” buyurulmuştur.

İslâm-ı hakîkînin husûlü nefs-i emmârenin inkıyâdına mütevakkıftır. Binâenaleyh, itmi’nân-ı nefsten evvel yalnız tasdîk-i kalbî ile husûle gelen İslâm’a, İslâm-ı mecâzî derler.

Ve nefis mutmainne olduktan sonra olan îmâna da, îmân-ı hakîkî denir.

İtmi’nândan evvel erkân-ı İslâm’dan olan namaz, savm, zekât ve sâir a’mâl-i hasene gûyâ sûret-i a’mâldir. Namaz kılarsa da sûret-i namazdır. Eğer sâim ise sûret-i savmdır. Ve sâir a’mâl de buna kıyâstır. Zîrâ nefs-i emmâre, daha serkeştir, kendi inkârı üzredir. O vaziyette hakîkat-ı a’mâl ne gûnâ husûle gelebilir?

Ancak nefis itmi’nâna erişip de emmârelik, serkeşlik ve tuğyândan fâriğ olduktan sonra hakîkî a’mâl yerine gelip, namazın ve sıyâmın ve sâir a’mâlin hakîkati edâ edilmiş olabilir.

İşte cennât ve naîm-i âhiret ve rü’yet-i uhrevî, kurbun derecesine ve sûret-i a’mâl ve hakîkatin derece-i tefâvütüne göre tasavvur olunmak gerektir.

Mukarrabîn ile avâm-ı mü'minînin cennâtta olan fark ve nisbeti, katrenin deryâya olan nisbeti gibidir. Ve her ne kadar ikisi de bir cinsten ve cüz-i mâiyyeden mürekkeb ise de derece-i tefâvütleri eczâlarının kesret ve kılletine nisbetledir. Sûretin ise hakîkate nisbeti hiç yok hükmündedir.

Ehl-i sûret ile ehl-i hakîkatin cennâtta rü'yetlerinin dereceleri ne nisbette olduğu kıyâs olunmak gerektir.

“Yanlış i’tikad ve a’mâlden muhâfaza buyur Allâhım!”

Gerek sûrî gerekse hakîkî îmânın her biri dâhil-i dâire-i şerîat ve sünen-i ahlâkiyye ve envâr-ı mâ’neviyye-i nebeviyyeden me’hûzdür. Cemî’ kemâlâtın mâ’deni şerîat-ı garrâ oldu. Ehlullâh indindeki mârifetullâhın husûlü nefs-i emmârelikten fenâ ve itmi’nâna yükselmeye mutavakkıftır.

Her kim ki bu devlet-i matlûbenin sâhibidir, saâdet ve beşâret onun içindir ki, onun kendi hilkatinden maksûd olanı yerine getirilmiş ve nîmet de, onun hakkı da tamam olmuştur. Şâyet ol devlete vâsıl değilse de, onun talebinden fâriğ olmaya... Ve her makamdaki onun meşâmına bir râyiha erişe, onun husûl ve vusûlüne taleb ve sa’y ede...

Mahmud Sâmî Ramazanoğlu (ks) Musâhabe 1 kitâbından alınmıştır.

Mart 2021, sayfa no: 30-31

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak