Ara

Kur’ân-ı Kerîm

Kur’ân-ı Kerîm

Kur’ân-ı Kerîm
Mahmud Sâmî Ramazanoğlu (ks)

Ebu’s-Suûd Efendi’nin beyânı vechile:

Hakkı duymayanların ve görmeyenlerin şerde ve hayırsızlıkta gâyet ileri derecede bulunduklarına işâreten “ülâike” lâfzı vârid olmuştur.

Fahr-i Râzî’nin beyânı vechile:

Kur’ân’ın hidâyet olması onun her türlü hayrâta delâlet edip, her saâdete irşâd etmesidir. “Şifâ” olması da, küfür ve cehil hastalıklarından, îmân edenleri kurtarmasıdır.

Fakat şeytâna ve hevâ-i nefsânîsine tebâiyyetle hızlân deryâsına gark olan ve mahrûmiyet vâdisinde şaşırıp kalanların dahî kulaklarında sağırlık ve gözlerinde körlük vardır.

Kur’ân-ı Azîmü’ş-Şân’a îmân ve ittibâ edenler için Kur’ân ayn-i şifâdır.

“Kur’ân; hakkı, hidâyet yolunu, tarîk-i müstakîmi gösterir. Mü’minler için zâhirî ve bâtınî şifâdır.” buyurulmuştur.

Kur’ân-ı Hakîm’de şifâ olduğuna dâir müteaddid âyet-i celîleler vardır:

“Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt ve kalblerde olana bir şifâ, inananlara doğruyu gösteren bir rehber ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus, 57.)

“Mü’minlerin gönüllerini ferahlandırsın.” (Tevbe, 14.)

“Karınlarından (arıların) insanlara şifâ olan çeşitli renklerde bal çıkar ki onda insanlar için şifâ vardır.” (Nahl, 69.)

“Biz Kur’ân’dan mü’minlere şifâ ve rahmet olan âyetleri inzâl ederiz.” (İsrâ, 82.)

“Hasta olduğumda bana O şifâ verir.” (Şuarâ, 80.)

“Ey Muhammed! De ki: Bu (Kur’ân) inananlara, doğruluk rehberi ve gönüllerine şifâdır.” (Fussilet, 44.)

Kezâ, Kur’ân-ı Kerîm’de Fâtiha’dan sonra Bakara Sûresi’nin başında:

“Günahlardan kaçan müttakîlere doğru yolu gösterici ve hayırlarına delâlet edicidir.” (Bakara, 1-2.)

Hangi müttakîlere?

“O müttakiler, Cenâb-ı Allah’tan korkanlar ki, gayba îmân ettikleri gibi cemî âzâları ile ikâme-i salât ederler. Ve bu sûretle, namazlarına devâm sûretiyle, rızâ-i İlâhî’yi tahsilden hâlî kalmazlar. Ve Cenâb-ı Hakk’ın lütf u kereminden in’âm, ihsân ve infâk buyurduğu rızıklardan da fukarâya, zuafâya, miskinlere ve muhâcirlere infâk ve ihsân ederler.” (Bakara, 3.)

İşte bu evsâf ile mevsûf olanlar, muttakîn zümresinden sayılırlar.

Kur’ân-ı Hakîm, mü’minler için cennete de dâvet tezkeresidir. Çünkü: “(…) Allah ise cennete çağırır (…)” buyurulmuştur.(Bakara, 221.)

Cennetin bir adı da “Dârü’s-selâm”dır. Asıl hakîkatta selâmet yeri, Dâr-ı karâr da cennettir.

İşte ancak dârü’s-selâma, selâmet evine, beka menziline, cennete varabilmek de hidâyet yoluna tâbî olanlar içindir. Nitekim:

“Habîbim! Sen Kur’ân’a îtirâz edenlere de ki: Allâhu Teâlâ’ya yemîn ederim ki eğer ins ü cinn birbirine muâvenet eder olduğu halde şu Kur’ân’ın mislini getirmek üzere ictimâ etmiş olsalar, Kur’ân’ın mislini getiremezler. Velev ki bâzısı bâzısına yardımcı olsun.” (İsrâ, 88-89.) buyurulmuştur.

Hâzin Tefsiri’nde beyân olunduğuna nazaran müşriklerin:

“Biz, Kur’ân’ın mislini getirmek istesek getiririz!” demeleri üzerine onları red ve tekzîb için bu âyet-i celîle nâzil olmuştur.

Müşriklerin -çok çalıştıkları halde- kısa bir sûrenin bile mislini getirmekten âciz kalmaları ile bu âyet-i celîlenin sırrı tahakkuk etmiştir. Ve ilâ yevmi’l-kıyâm da bu tahakkuk bâkîdir.

Kur’ân-ı Azîmü’ş-şânın mislini getirmek kudret-i beşerden hâriçtir. O, mahlûk kelâmı olmaktan çok yüksektir. Çünkü Kur’ân’ın nazmı ve elfâzının ve âyetlerinin birbirine rabtı ve mugayyebâttan haber vermesi mûcizedir. Binâen-aleyh, belâğatın en yüksek tabakasından olduğundan beşerin söyleyebileceği sözlerden değildir.

İkinci âyet:

“Zât-ı Ulûhiyyetime yemîn ederim ki, muhakkak şu Kur’ân'da biz, nâsa her nevi mânâyı ve misâli tekrâr tekrâr beyân ettik ve aslâ şübhe bırakmadık. İşte biz Kur’ân’da her şeyi îzâh ettiğimiz halde nâsın ekserîsi kabûlden imtinâ ettiler, aslâ müttaiz olmadılar ve durûb-i emsâl onların ancak kemâl-i şiddetle inkârlarını ziyâde etti.” (Kehf, 54-55.)

Yâni, Biz nâsa şu Kur’ân’da dünyâ ve âhiret ahkâmına müteallik ve nübüvvete ve ilâhiyâta ve ibrete ve geçen ümmetlerin ahvâline müteallik ve cennet ve cehenneme ve vaîde müteallik her neviden misâller getirdik ve maksadı îzâh ettik. Biz böyle tekrar tekrar beyân edince nâsın vazîfesi mûcebiyle amel etmek lâzım iken onlar küfrân-ı nîmet ederek Kur’ân'ı kabûlden imtinâ ettiler. Nübüvvet’i inkârla şirkte, küfürde kaldılar.

Mahmud Sâmî Ramazanoğlu (ks) Musâhabe 1 kitâbından alınmıştır.

Ekim 2019, sayfa no: 34-35

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak