“Ey Ümmet! Sizden bir cemâat olsun ki o cemâat nâsı hayra dâvet ve mâruflarla emir ve münkerâttan nehyetsin. İşte şu hayra dâvet edip emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münkerle meşgûl olanlar ancak felâh bulup azâbdan kurtulanlardır.” (Âl-i İmran, 104.)
Yâni, millet-i İslâmiyye arasında halka her husûsta öğüt verecek ve nazar-ı şerîatta câiz olan ile olmayanı bildirecek bir cemâat olmak lâzımdır. İşte öğüt verenler ve öğüt dinleyenler dünyâda ve âhirette felâhyâb olanlardır.
Emr-i bi’l-mârûf farz-ı kifâye olduğundan ümmetten bâzılarının bu vazîfeyi îfâ etmesiyle diğerlerinden farz sâkıt olur. Eğer emr-i bi’l-ma’rûf külliyyen terk edilirse Ümmet-i Muhammed'in cümlesi günahkâr olur.
“Mü'minler için dinde fıkıh ilmi tahsîli ve cihâd husûsunda hepsinin gitmesi sahîh olmadı. Keşke mü'minlerin her kabîlesinden bir tâife ahkâm-ı dîniyye ve âdâb-ı İslâmiyye’den lâzım olanları öğrenip tahsîl-i ilimden sonra dönüp memleketlerine geldiklerinde kavm ü kabîlelerini inzâr etmiş olsalar, hem kendileri ve hem de kavm ü kabîleleri haklarında ayn-i ni’met olur. Ve me’mül ki, onlar inzâr ile menhiyyâttan korkarlar.” (Tevbe, 122.)
Fahr-i Râzî ve Nisâbûrî’nin beyânları veçhile:
Ulûm-i şer'iyyeyi tahsîl etmek farz-ı kifâye olduğundan tâlib-i ilim olan kimsenin niyyeti de halkın noksânını ikmâl ve ahvâlini ıslâh etmek için olmak lâzım geldiğine bu âyet-i celîle delâlet eder.
Binâen-aleyh her belde ve her kabîlede mesâil-i dîniyye’yi tâlîm edecek bir âlimin bulundurulması farz-ı kifâyedir. Eğer bulundurulmazsa halkın cümlesi günahkâr olur.
Fakat her mü’minin ilm-i hâlini, ferâiz-i dîniyyesini kendisi öğrenmesi de farz-ı ayn olduğundan ilm-i hâlini öğrenmeyen kimse günahkâr olur. Çünkü İslâm diyârında cehâlet mâzeret sayılamaz.
Nitekim hadîs-i şerifte: “Her bir müslim ve müslime üzerine ulûm-i dîniyyesini öğrenmek farzdır. ” buyurulmuştur.
“Habîbim! Senden evvel biz ancak ahkâm-ı şerîatı kendilerine vahyettiğimiz racülleri gönderdik. Ey kâfirler! Beşerden rasûl olduğunu bilmiyorsanız ehl-i ilimden suâl edin ki, beşerin rasûl olduğunu size haber versinler.” (Nahl, 43.)
Ehl-i Mekke şu îtikadda idi ki:
Allâhu Teâlâ Rasûl göndermek isterse melekten gönderir. Beşerden rasûl ittihâz etmez.” derlerdi.
Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle bu âyet-i celîle ile onların îtikadlarını reddetmiştir.
Ehl-i Mekke, Yehûd ve Nasârâ’ya ehl-i kitâb olduklarından hüsn-i zan ile sözlerine inanırlardı. Hazret-i Mûsâ ve Îsâ’nın onlara rasûl olduklarını bilirlerdi. Onlar da beşer olduklarından ehl-i kitâbın ulemâsından suâl etmeleri emrolundu, ki şübheleri zâil olup îtirazdan vazgeçeler. Ve beşerden Rasûl olmak yalnız Muhammed aleyhi’s-selâm’a mahsûs bir hâl olmadığını bilmiş olalar.
Beyzâvî’nin beyânı vechile:
Bilumûm insanları dâvet için rasûlun ancak ricâlden olup kadından veya melekten olmadığına bu âyet-i celîle delâlet ettiği gibi, bilinmeyen bir mesele hakkında ehl-i ilme mürâcaat etmek vâcib olduğuna da delâlet eder.
Muâz -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem-’den rivâyet eder: Buyurmuştur ki: “İlim öğrenmekle Bârî Teâlâ’nın azamet ve celâlini bilip havf u haşyet hâsıl olur.
İlim talebi ibâdettir, ilmin müzâkeresi tesbîhtir. İlimden bahsetmek cihâddır. Ve bilmeyene öğretmek sadakadır. Ve ehlini bezletmesi kurbettir. İlim, helâl ve harâmın nişancısı ve ehl-i cennet yolunun delîlidir. İlim vahşette, yalnızlıkta enîstir ve gurbette musâhib, yoldaştır. Gam ve surûrda delîldir. İlim düşman üzerine silâhtır. Ve dostlar yanında zînettir.
Allâhu Teâlâ Hazretleri nice kavmi ilim ile ref’ eyler, yükseltir. Ve hayrâtta onları muktedâ bîh eyler.
Melâike-i kiram, ehl-i ilmin dostluğuna rağbet ederler ve kanatlariyle ikrâmen mesh edip okşarlar. Melekler ehl-i ilim için istiğfâr ederler ve hattâ denizdeki balıklar ve hayvânât dahî onların yarlığanmasını isterler. Çünkü ilim kulûbun hayâtıdır. Kalblerin ölümü de cehildir.
İlim gözlerin çerâğıdır. Allâhu Teâlâ ilmi süadâya ilhâm eyler.” (İmam Birgivî, Tekmile/48)
Ebû Zer -radıyallâhu anh- rivâyet eder. Rasûl-i Ekrem -sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurmuştur:
“Yâ Ebâ Zer! Sabahladıkta Kitâbullah’tan bir âyet öğrenmek sana yüz rekât nâfile namaz kılmaktan hayırlıdır. Ve sabaha girip ilimden bir bâb öğrensen sana bin rekât namaz kılmaktan hayırlıdır.”
Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem-’den rivâyetle buyurmuştur ki:
“İbâdetin efdali fıkıh ilmini öğrenmek ve diyânetin efdali perhîzliktir. Yâni haram şeylerden sakınmaktır.”
Nitekim hadîs-i şerifte buyurulmuştur:
"Haram olan şeylerden hazer et, nâsın en âbidi olursun.”
İbn-i Ömer buyurmuştur ki:
“Bir kimse ilim tâlibi olduğu halde eceli gelip vefât ederse, o kimse Allâhu Teâlâ Hazretleri’nin huzûruna nübüvvet derecesinden bir derece aşağı derecede varır.”
Allâhu Teâlâ Hazretleri Tevrât’ta Mûsâ Aleyhisselâm’a buyurdu ki:
- “Yâ Mûsâ! İlim ve hikmeti ta’zîm eyle. Zîrâ hangi kulumun kalbine ilim ve hikmet koyarsam, onu yarlığamak murâd etmişimdir.
İmdî yâ Mûsâ! Sen ilmi öğren ve onunla amel eyle. Ondan sonra bezleyle. Tâ ki bununla dünyâda ve âhirette benim kerâmetime ve iyiliğime nâil olursun.”
Cenâb-ı Hakk’ın Nebîsine hitâbı, şüphesiz kullarına da hitâbı demektir.
Her ne kadar Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm’a hitâb buyuruluyorsa da hakîkatta kullarına hitâbdır.
Mahmud Sâmî Ramazanoğlu (ks) Musâhabe 1 kitâbından alınmıştır.
Şubat 2020, sayfa no: 32-34
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak