İlim, irfân ehlinin göz aydınlığıdır. Var olmanın ve yol almanın ana unsurudur. Kestiremediğimiz vakitleri zihnimizde berraklaştıran, gizlerin derinliğini keşfeden ve tabiâtın en ufak çıtırtısını bile duyabilen bir hazînedir. Îcâbında bütün mevcûdâtı koroya dâhil eden ve gerektiğinde ise sükûtun sesiyle zamânı emrine âmâde kılan en temel âmildir.
Medeniyetimizin engin literatüründe ilmin îtikādî menşeli olması lâzım gelir. İlmin îtikādî tarafı, kişiyi bilgi bataklığından ve kibrinden korur. Aksi halde kötürüm nutuklarını kutsallaştıran bir sakatlığa düşülebilir. Kültür hayâtımızı zenginleştiren mâlûmatları, mâlûmatfüruşluğa tevessül ettirmeyen müessir husus, elbette ki bilginin Rahmânî kökten beslenmesidir. Bu sebeple geleneğimizin çizgilerinde mutlak sûrette gāyeye ulaşmaktan ziyâde gāyenin istikāmetine sadâkat göstermek daha önemli olmuştur.
İlim, sürekli yenilik ve değişimle sahasını geliştirir. Bu gelişimin temel kāidelerinden biri bedenen ve fikren yola revân olmaktır. Klasik dönemlerde olduğu gibi modern dönemlerde de kişioğlu ilmin kudretine mâlik olmak istiyorsa, farklı mekânlara ve kavramlara hicret edebilmeyi göze almalıdır. Bu sâyede millî dehâya katkı sunabilir. Peki, hangi yola ve nasıl revân olunmalıdır? Bu kadîm suâlin tek bir cevâbı olmasa da, târifinin kıvâmı tektir. Şöyle ki bu yolun adım taşları ahlâk telakkîsiyle döşenmiş olmalıdır. Yetmez, îmânî hürriyeti arzulamalıdır. Yetmez, ilhâmın vicdânıyla ihyâyı çağırmalıdır… Çünkü mefkûresini mâneviyâtın râyihasıyla güzelleştirmeyen bilginin seçkin mârifetlere yataklık etmesi kābil değildir. Yâni öz kültürünü asırların eleğinden damıtıp istikbâlin mürekkebini husûle getirmeyen bir tahsîl anlayışı menziline varamaz. Velev ki doğru yöne doğru yol alsın…
Ahlâklı bilgi, yetiştirdiği münevverleriyle bir taraftan aydınlık ufuklara yelken açarken diğer yandan kör noktalardan beslenen cehâleti pençeleriyle zevâle uğratır. Bu vesîle ile dâimâ azametli devirlere anahtarlık eder. Birliğin îtibârını artırarak kesik kesik yayılan uğultuların ve cinnet kokulu yaygaranın buhrânını yok eder. Târih sahnelerinden geleceğe uzanan zamâna mûcizevî rûhunu üfleyip seçkin dimağlarla aşılmaz denilen mesâfeleri elinde tutar. İlim, zamanla birleştiğinde muvaffak olur ki bu muvaffakiyet hayâtın ustalığını mahrûmiyetten âzâde kılarak kâmil bir medeniyete dönüştürür. Filvâki medeniyet ve uygarlıklar, bilgi ve zamânın âhengiyle ortaya çıkar. Seviyesini ve merhalesini de yine bu uyumun nisbetiyle yükseltir.
Zaman ilmin harekete geçirdiği tefekkür ve teemmülün muhâkeme ve muhâsebesiyle gürleşir. Zamânın en önemli cilvesi şartları münâsip hâle getirmektir. Yâni Sultan Süleyman’ı muhteşem kılmak için Bâki’yi, Sinan’ı, Sokullu’yu, Taşköprüzade’yi ilâ âhir bir araya getirmek zamânın maharetidir. Bu maharet ise ilmi ihyâ eden fikrî kubbelerin çokluğuyla mümkün olur. Mümkünü sürekli imkân dâhilinde tutabilmenin şartı da mücâdeleci ve mûtedil bir tetkîk ve tenkîd anlayışıdır. Biz mücâdeleci ve mûtedil tetkikleri ve tenkitleri târihimizin her ânında görebiliyoruz. Yine görüyoruz ki bugün alkışa dâir numûnelerin tamâmı bu mes'ûl çizgide ilerlemiş ve sözlerini bu ferâsetli ortamda bestelemiştir. Bahse konu çizgi, meseleyi etraflıca kavrayan insan modelini ortaya çıkarır ve bu kişiler başkalarının faraziyelerinde av olmadan kendi mefhumlarıyla münâkaşayı münâzaraya ve münâzarayı ise muâhede içinde muâmeleye tahvîl eder.
Türk-İslâm medeniyetinin ilmî düşüncesi, millî ve mânevî şubelerden gelen hâsılat ile vücut bulur. Bu sâyede kalbe şifâ ve yeniliğe can damarı olur. Yenilik ve değişim, bir yandan bilgiyi zinde tutarken diğer tarafta zamânı kendi havâlîsine rapteder. Türk milletinin yolları selâmete çıktığı vakitlerde, hep bilginin cephelerinde mevzilenmekteydi. İç âlemleri de yine bilgi ile kuşanıp zırhlanmaktaydı. Bugün özlemle beklediğimiz ve hasret kaldığımız o büyük nizam, bilginin zamanla sentezlenmesinin mukaddes itiyâdı idi. Zıtlıklar bile uyum içinde ilerler ve hiç kimse bu hârikulâdeliğe taaccüp etmezdi. Çünkü safını ilmin hâleleriyle ve fehmin deryâlarıyla belirleyen bir anlayış mevcuttu.
Milletler târihlerini ister destansı isterse belgeli bir şekilde arz etsinler, nihâyetinde hakîkatin çehrelerinden kurtulamazlar. Çünkü hakîkat kardelen misâli, hiçbir anarşist düzene boyun eğmez. Bütün üslup sâhibi nizamlar böyledir. Gerçeklik ışığıyla mâkes bulduğu için muktedir bir irâdeye sâhiptir. Türk medeniyet târîhi de nâmütenâhî merhamet kaynaklarıyla coşan bir irâdedir. Bāzı aklı evvellerin meymenetsiz suratlarını ekşiterek sarfettikleri uğursuz ifâdeler, hakîkate karşı duydukları hıncın bir göstergesidir. Gerçek şu ki Türk medeniyeti bir kehânet teşebbüsü değildir. Bilakis mâlûmâtı derinlemesine mütâlaa edip dâvâsını zevk ve estetik nakışlarıyla işleyen asîl bir rûh hareketidir. Bunu sağlayan en mühim husus ise millî bilincin mânevî bilgiyle cem olup zamânın saltanâtına oturmasıdır.
Gayretsiz ve zahmetsiz her düşünceyi en ağır bir şekilde cezâlandıran zaman, cehde karşı sonsuz saygı duyduğu gibi azmin sür'atini de derece derece artırır. Bugün birtakım zavallılar zamânın dilini hakîkatin diliyle karıştırıyor. Zaman değişse de hakîkat değişmez sözüne sığınarak zamânın iklîmine intibâk edemiyor. Bu istîdat yetersizliği onu bağnazlığın çöplüklerine sürüklüyor. Aynı şekilde başka bir zümre ise her şeyi zamânın diline göre yeniden yorumlamayı bir maharetmiş gibi sayıyor. Gerçeklik tasavvuruna meftûn olanlar bilir ki bu iki düşüncenin de övünülecek bir tarafı yoktur. Çünkü biri geçmişin biri ise ânın hamallığını yapıyor. Zamânın dili ve hareketi ise mücerret muhâkemeleri bir tarafa koyarak ihtiyaçlara onurlu cevap vermenin derdindedir. Hâdiseleri tetkîk ederken hak temelinden ayrılmadan, ne olursa olsun anlayışına yenik düşmeden, geçmişin, bugünün ve yarının hassâsiyetlerine halel getirmeden yol yürümenin mücâdelesindedir. Zamânı bu yörüngede tutan fâil ise ilimdir. İşte bu iki mefhûmun kesişme noktasında ortaya çıkan usûl ve üslûp, en esaslı bir kuvvettir. Bu kuvveti elinde tutan kudemâmız, kişiyi mukaddes görmekle birlikte cemiyeti ehem saymıştır. Cemiyetin donanımı ile vücut bulan bütünlüğü ise medeniyetle terkîb ettirmiştir.
Fîlhakîka bize göre medeniyetin dokuzuncu sütunu, zaman ve ilmî hareketliliği kontrol etmektir. Zîrâ bilgiye ve onun hamiyeti ile zamâna hükmedenler, hayâtın cümle unsurlarına sanatın neşesini katarlar. Aksi hâlde ilimden yoksun kalıp zamâna hükmedemeyenler başkalarının îmansız ve karanlık düzenine muhtaç olmaya devâm ederler. Başkaları ise bāzan tedrîcen bāzan da telmîhen başkalaştırır. Bu yolla değişime uğrayan toplumlar, günün sonunda neyi kaybettiğini bile hatırlayamaz. Hatırdan çıkan her şey yok oluşun çirkinliğinde öğütülür. Zîrâ önemli görülmeyenler hatırlanmaz ve hatırlanmayan bir şeyin zâten önemi yoktur. Bu sebeple değer olarak saydığımız her husûsun cehâlete galebe çalabilmesi için ilimle zamânın mutâbık olması gerekir. Yol ve yolcu da bu mutâbakat ile ayrılmaz bir parçaya dönüşür. Medeniyet çiçeği bu iklimde açarken, menzil de bu âhenge yakınlaşır.
Kasım 2023, sayfa no: 36-37-38
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak