Ara

İhyâ-i Sünnet

İhyâ-i Sünnet

Hengâm-ı kurb-i kıyâmette ve vakti terâküm-i zulumâtta, âlem ise bu girdâb-ı zulumâta düşmüştür. Bu zamanda bir sünneti ihyâ ve bid’ati terk ile tarîk-i müstakîmi bulmak, ancak envâr-ı sünen-i nebeviyye olmadıkça muhâldir. Ve etvâr-ı nübüvveti iltizâm etmedikçe necât müyesser olmak da mahz-ı hayâldir.

Muhabbet-i Zâtiyye-i İlâhiyye’ye vusûl, Habîb-i Rabbi’l Âlemîn’e ittibâsız aslâ sûret bulmaz.

“Habîbim de ki; eğer Allâh’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve suçunuzu örtsün. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân, 31.) âyet-i celîlesi buna şâhid-i sâdıktır.

Sallallâhu teâlâ aleyhi ve sellem’in gerek ibâdetinden ve gerekse muâmelâtından ve gerekse âdâtından her bir umûrda kendi saâdetini bulmak için ona benzetmek gerektir.

Âlem-i mecazîde bir şahıs, bir mahbûb kimseye teşbîh edildikte; muhîbbin nazarında her ne belâ olursa mahbûb ve zîbâ görünür ve merğûb ve ra’nâ gelir. Ve kezâlik onun dostları da mahbûb ve azizlerdir ve mubğizleri de mebğûz ve mağdûbtur.

Bu böyle olunca (kemâlât-ı suveriyye ve ma’neviyye de onun muhabbetine merbûttur) ve onun mîzânı ile vezn olunur.

Onun için:

Efdal-i tâat, evliyâya muvâlât (muhabbet) ve a’dâya muâdât (adâvet) oldu. Zîrâ bu mânâ muhabbet-i sırftan nâşîdir ki, sevgilisinin sevdiği kimselere muhabbet etmek ve ona düşman olanlara da adâvet eylemek gayr-i ihtiyârîdir.

Muvâlât-ı evliyâ ve muâdât-ı a’dâ efdal-i tâattır.

Haberde gelmiştir ki:

Cenâb-ı Bârî Teâlâ, Mûsâ -aleyhi’s-selâm-’a hitâb buyurup:

- “Hiç Benim için bir amelin var mıdır?” diye suâl ettikde:

Mûsâ Kelîm dahî:

- “Yâ Rabb! Salât ü sıyâm, tasadduk ve zikrim senin içindir.” dedi.

Hakk Celle ve A’lâ Hazretleri buyurdu ki:

- “Salât sana bürhân ve savm cünneh (kalkan) ve sadaka sâye (gölge) ve zikir nûrdur. Bana mahsûs amelin nedir?"

Mûsâ aleyhi’s-selâm dahî:

- “Yâ Rabb! Sana mahsûs olan amele beni delâlet eyle.” dedi.

Cenâb-ı Rabbu’l-Âlemîn:

- “Benim için bir velîye muhabbet ve bir düşmana adâvet eyledin mi?” diye buyurdu.

Mûsâ Kelîmullâh’ın mâlûmu oldu ki, (hubb ve buğz) ikisi de (fillâh) olmak gerektir. Fe te’emmel... (düşün)

Rasûl’e itâat, itâat-i Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın aynıdır. Zîrâ, Hakk Sübhânehû ve Teâlâ:

“Kim Rasûl’e itâat ederse, muhakkak Allâh’a itâat etmiş olur.” (Nisâ, 80.) buyurmuştur.

Hakk Sübhânehû ve Teâlâ, Rasûl’e itâatı Kendi itâatının aynı kıldı. Ve bu iki itâatı birbirinden ayrı görmemek lâzımdır.

Bu iki itâatın meyânında tefrîka gösteren cemâatin hâlinden Hakk Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri şikâyet buyurdular ki:

“Allah ve Peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, bir de Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen, Allâh’a inanıp peygamberlerine inanmayan, ‘(bunlardan) kimisine inanırız, kimini inkâr ederiz’ diyen ve böylece küfr ile îmân arasında bir yol tutmağa yeltenen kimseler (yok mu?) İşte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir. Biz o kâfirlere hor ve hakîr edici bir azâb hazırlamışızdır.” (Nisâ, 150-151)

Hakk Sübhânehû ve Teâlâ’nın tâatını Rasûlü’nün tâatında bilmek gerektir. Rasûlünden gayri itâat, ayn-i dalâldir.

Mahmud Sâmî Ramazanoğlu (ks) Musâhabe 1 kitâbından alınmıştır.

 Eylül 2020, sayfa no: 34-35

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak