Dârü’l-harb küffârının put-perest halleri, felâsifenin hâlinden ahsendir. Çünkü muzâyaka hâlinde Hakk Celle ve A’lâ’ya ilticâ ederler. Ve putlarını Hakk Teâlâ’ya vesîle-i şefâat kılarlar.
Ne aceptir ki, hikmete mensûb addedilen süfehâdan bir cemâate (hukemâ) derler. Ne îtibârla bunlara hukemâ denilebiliyor ki? Onların ekser ahkâmı, ilâhiyyâtta kâzibedir. Kitâb ve sünnete muhâliftir. Bunların nasipleri baştanbaşa cehl-i mürekkebtir. Meğer ki, âmâya basîr itlâkı kabîlinden istihzâ tarîki ile denmiş ola.
Bu süfehâdan bir cemâat tarîk-i enbiyâyı -aleyhimü’s-salevâtü ve’t-teslîmât- iltizâm etmeyip yalnız bulundukları asırda mütâbiân-ı enbiyâdan olan sûfiyye-i ilâhiyyeyi riyâzet ve mücâhedâtları husûsunda taklîd ile küşûf-i hayâlîyi muktedâ kılıp ve kendi safha-i vakitlerine mağrûr olup hâb ü hayâllerine i’timâd sûretiyle hem dâll ve hem mudill olmuşlardır.
Bilmezler ki, onlarınki safâ-i nefstir, râh-ı dalâlettir. Yoksa râyiha-i hidâyet olan safâ-i kalb değildir. Zîrâ safâ-i kalb ancak mütâbaat-ı enbiyâya mütevakkıftır. Ve tezkiye-i nefs, kalbin safâsına merbûttur. Mahall-i zuhûr-i İlâhî olan kalbin zulmet ve kasveti mevcûd iken nefsin safâ peydâ eylemesi ne demektir? Ancak düşman olan iblîs-i laîn’in yağma eylemesi için çerağ fürûzân edinmek hükmündedir.
Hadîs-i Şerif’te: “Şeytan benî Âdem’in kalbine icrâ-i nüfûz için istilâ eder." buyurulmuştur.
Eğer riyâzat yolu tasdîk-i enbiyâya mukârin ise o vakit şâyân-ı i’timâd ve îtibârdır. Düşman olan iblîs-i laînin mekr u hîlesinden mahfuzlardır.
Nitekim âyet-i celîlede: “Benim kullarım üzerinde senin hiç bir tahakkümün olamaz. Meğer ki azıp sapanlardan senin izince gidenler olsun.” (Hicr, 42.)
“Onun zoru ancak onu yâr edinmekte olanlara ve onu kendisine (Allâh’a) eş koşanlara karşıdır.” (Nahl, 100.)buyurulmuştur.
Enbiyâ-i izâma ittibâ edenler mâsûn ve mahfûz olurlar. Sâirlerine ise bir devlet müyesser olmamıştır. Devamlı olarak iblîs-i laînden halâs olmak mutasavver değildir.
“Onların hepsini, toptan muhakkak ki azdıracağım. Ancak içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ.” (Hicr, 39-40) buyurulmuştur.
“Allah kime nûr vermemiş ise artık onun için bir ışık yoktur.” (Nûr, 40.)
Ne acep muâmeledir ki, felâsifenin ukûl-i nâkısası tavr-ı nübüvvetin nakîzi tarafında vâki’ olmuştur. Bunlar ne îmân-ı billâhı dürüst bilmişlerdir ve ne de âhirete îmânı dürüst eylemişlerdir.
Âlemin kıdemine kāillerdir. İnşikâk-ı semâvât ve intişâr-ı kevâkib ve indikâk-i cibâl ve inficâr-ı bihâr ki, kıyâmet gününde nass-ı Kur’ân ile mev’ûddür. Kur’ân-ı Kerîm onu nâtıktır, bu hukemâ(!) zümresi onlara kāil değillerdir. Ve haşr-ı ecsâdı münkirlerdir ve nusûs-i Kur’âniyye’yi inkâr ederler.
İşte bunlar ne acep mü’minlerdir ki, Hudâ Rasûlu’nun emirlerini ve fürkanlarını kabûl etmezler. Bundan ziyâde sefâhet tasavvur olunamaz.
Bunların cemâati ömürlerini âlet tâ’lîm ve teallümüne sarf eylemişlerdir. Fakat maksad-ı aksâ olan Zât ve Sıfât ve Ef'âl-i Vâcibi (Celle Sultânühû) elden bırakıp dalâlette kalmışlardır.
Şu şahıs gibi ki; nice seneler âlât-ı harbi keskinleyip, hazırlayıp, harb vaktinde elini ve ayağını habsedip zaferyâb olamaz.
Felâsife ilmi mâlâya’nî dâiresine dâhildir. Dâimî olan âhirete faydası yoktur.
Ancak o ilim ki tavr-ı nübüvvete merbûttur, necât-ı uhrevî de ona menûttur. Akıl da onun idrâkinde acz ve kusur sâhibidir.
Huccetü’l-İslâm İmâm-ı Gazâlî (El-Munkiz u Mine’d-Dalâl) risâlesinde buyurdular ki:
Felâsife, ilm-i tıb ve nücûmu mütekaddimîn-i enbiyâ kitaplarından sirkat eylemişlerdir.
Hakk Teâlâ Hazretlerinin abdden i’râzına alâmet, abdin mâlâya’nî ile iştigâlidir. Ve her ne ki âhiret kârına lâzım olmaya, mâlâyânîdir.
“Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalblerimizi (Hak’tan) saptırma. Bize kendi cânibinden bir rahmet ver.” (Âl-i İmrân, 8.)
Devam edecek…
Mahmud Sâmî Ramazanoğlu (ks) Musâhabe 1 kitâbından alınmıştır.
Nisan 2021, sayfa no: 36-37
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak