Fertler ve toplumlar, varlıklarının mânâsını ancak hakîkî bir idrak ile anlayabilirler. Kendilerini özüne kavuşturan ve bu özle terakkî ettiren hususların temelinde, şuur manzûmesi yatar. Zîrâ şuur; ne için cehd etmeliyim, neyi bilmeliyim ve nereye varmalıyım suallerini şümullüce cevaplayacak bir keyfiyettir. Bu keyfiyetten uzak kaldıkça, biteviye aldanmaya devâm edilir. Bunun için, eşyânın hakîkatine varmanın sancısını çekenlerin, isim ve ilim levhalarına evrensel bir nazar dâiresinde vecdle, iştiyakla ve aşkla dokunması gerekir.
Bireylerin şahsî hayatları olduğu gibi toplumların da umûmî hayatları vardır. Hayat bilmek, yaşamak ve mücâdele olmak üzere üç husustan mürekkeptir. Gerek hazlar ve çileler, gerek zaferler ve mağlubiyetler, gerekse doğumlar ve ölümler bu üç mefhum üzerinden değer kazanır. Hâliyle hayâtın sacayaklarından birincisi olan ilim, rûhumuza ve tasavvurumuza enginlik katan temel unsurdur. Deruhte ettiğimiz eşref-i mahlûkāt pâyesi, ilmin özü olan esmâyla irtibatlıdır. Esmâ ise, hayâtın müphemliğini berraklaştıran, sonsuz bakiyyeye sâhiptir.
Aldanmaya Doymuyoruz…
İsimle ilim ilişkisini âzamî oranda anlamaz ve okuyamazsak, sürekli birilerinin trajikomik safsatasını bilimsellik adı altında tâlim etmek durumunda kalırız. İsim-ilim münâsebetinin gerek ilâhî gerekse toplumsal tarafını fehmedebilmek için, akıl ve samîmiyetle mücehhez olmalıyız. Esmâ dediğimiz mevzû, öylesine birkaç kelimeden ibâret değildir. İslâm âlimleri ve müfessirlerimiz bu mevzûyu derinlemesine ele almışlar, mânâların melezleşmesine müsâade etmemişler ve her birinin kāim bir şekilde anlaşılması için ömürlerini hasretmişlerdir. Fakat maarife başladığımız daha ilk mektepte bile, batılı bilim adamlarının tezleri baz alınarak, dünyâdaki ilk insanlar, yarı insan yarı maymun bir sûrette gösterilmekte, mağaralarda duvarlara çizikler yapılmak sûretiyle, uygarlığın taş devri, cilâlı taş devri gibi safha safha ilerlediği bildirilmektedir. Maalesef, batı teknikte ilerledi diye her icrâatları peşinen doğru kabûl edilmektedir.
Hâlbuki İslâm toplumu, hurâfelerden sıyrılıp sâdece hakīkatin peşinden gittiği vakit terakkî etmiş ve yükselmiştir. Bir dönem evrim aldatmacasına meyledilmesinin altında da, yine esmâ ile olan irtibatsızlığımız yatmaktadır. Bugün dahî, iktisâdî mevzûlardan ticârî faaliyetlere, ferdî davranışlardan ictimâî konulara ve âlemlerin yaratılmasından bir sistem içerisinde yürütülmesine kadar birçok husus, yine batının materyalist bakışı ve kavramsal kargaşasıyla yol almaktadır. Batı uygarlığı her husûsu yalan üzerine kurmuştur gibi bir düşüncede değiliz, fakat İslâm medeniyeti her husûsu hakīkat üzerine kurmuştur iddiasındayız.
“Aldatan bizden değilse”1, sürekli aldanan ve “aynı delikten iki defa ısırılan”2 kimdendir acaba? Bu suâl, ancak şahsiyet sâhibi fertlerin içinden çıkacağı bir vaziyete evrilmiştir. Binâenaleyh yeni bir şevkle, Kelâm-ı Kadîm’in akislerini ve mukābelelerini toplumumuzun her sahasına yaymamız iktizâ eder.
İnanıyorsanız Üstünsünüzdür, Üstünseniz Biliyorsunuzdur
Bakara sûresinin otuz ilâ otuz dördüncü âyet-i kerîmelerini tafsîlatlı bir sûrette tetkīk ettiğimizde, karşımıza “halîfe, isim ve ilim” gibi bāzı anahtar kelimeler çıkmaktadır. Zîrâ esmâ mevzûunun özü, bu kelimelerin bize tevârüs eden mânâsında gizlidir. Cenâb-ı Hakk’ın, insanı kendine halîfe kılmasında pek ziyâde ve pek mühim hikmetler mündemiçtir. En mühimi ise, Allâh’ın cümle esmâsının insanda tecellî etmesidir. Zâten halîfe olmasının/seçilmesinin hikmeti de budur. Çünkü irâdenin bîçâre kalmaması ve hakīkate meftûn olması için, ilim gerekir. Fakat irâdenin pejmürde bir sûrette ortaya çıktığını, iblisin tavrında görüyoruz. Mezkûr âyetlerde iblis, kibrine kapılarak Âdem’e (as) secde etmeyi/saygı göstermeyi kendine yedirememiş ve üstünlüğü başka noktalarda/yaratılış maddesinde aramıştır. Hâlbuki “Âdem'e secde edin”3 emri, Hz. Âdem’in isimlere vâkıf olmasına mebnîdir. Yüce Mevlâ burada, ilme katmerli bir mânâ yüklemiştir. Öncelikle “göklerin ve yerin gaybını şüphesiz ki Ben bilirim”4 buyurmuş, ikinci olarak; “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini söyle”5 buyurarak, ilmi öğrettiklerinin de üstün olduğunu vurgulamıştır. Toplumun buradan çıkarması gereken ders şudur: Devr-i bâtılın hengâmesinde istihâleye uğramamak için, esmânın muhtevâına sarılmak zarûrîdir.
“Âdem'e secde edin” emrinin derin mâhiyetini anlayan melekler ilâhî buyruğa saygı göstermiş, iblis ise inkâra saplanmıştır. Çünkü iblis, ilmin ne denli büyük bir hazîne olduğu idrâkinden ayrılarak, üstünlüğü, sâhip olduğu hususlara yüklemek istemiştir. Oysa ki ilâhî buyruk, saygı gösterilmesi gereken husûsu yaratılışın şekline göre değil, açıkça halîfe pâyesinin verilmesine ve isimlere olan vukūfiyete bağlamıştır. İslâm medeniyeti, ilimle kurulmuş ve ilimle yükselmiştir. Ne zaman ki esmânın üstünlüğünün idrâki kaybedilmiş, işte o zaman ilim pınarlarına ateşin hizmetkârları setler kurmuş ve âb-ı hayâtımız, başka yönlere sevk edilmiştir.
İlmin pınarları coşmadan tahayyül ve tasavvurun tecessüm etmesi kābil değildir. Bu sebeple, sağlam bir toplumun yeniden inkişâfı için, isimlere kâmilen vukūfiyet gerekir. İslâm toplumunu ayrıntılı bir şekilde tetkīk ettiğimizde, karşımıza şu iki önemli tespit çıkmaktadır: Birincisi, kitap ve sünnete bağlı kaldıkça umran güneşi parlamış; ikincisi ise, bu mukaddes emânetlerden uzaklaştıkça ızdırap çekilmiş, târumâr olunmuş ve sefâlete düşülmüştür. Hâlbuki açlığımızı doyuracak ve iştihamızı teskîn edecek bütün gıdâlar, kitap ve sünnet dâiresinde mevcuttur. Belli bir düzen içinde yaşamaya azmeden toplumların, isim-ilim ilişkisini ziyâdesiyle tetkīk etmesi gerekir. Tetkīk etmek yetmez, harfiyle, kelimesiyle ve mânâsıyla icrâ etmesi lâzım gelir.
İlim pınarlarının önündeki set, câhilliktir. Zîrâ bütün câhiller kibirlidir, kibirlilerin ortak özelliğiyse karşısındakinin ne dediğinden çok nefsinin ne söylediğidir. Nefis ise kurnazlık ve cerbezeye doğru meyleder. Kurnazlık ikiyüzlülüğe, ikiyüzlülük ise mâlâyânî bir edâyla herkesi kendine çırak ve müstahdem görme zırvalığına götürür. İşte cühelâ zümresi, bütün hakîr vasıflarını iblisten mîras almıştır. Hâliyle ilmin bizzât karşısında olan veya onu farklı yollar ve maksatlarla gizleyen, değiştiren ya da eğip bükenlerin tamâmı, iblisin tilmizleridir. Bu cepheye devâ olacak muhteşem hamle ise, esmâdır. Şeytan menşeili hançerlerin bağrımızdan sökülüp atılması için, esmânın, gerek bireysel fiillerde ve gerekse toplumun umûmiyetinde, derin ve esaslı bir sûrette tebârüz etmesi gerekir.
Doksan Dokuz Direkli Sağlam Toplum
Toplumları ve medeniyetleri birbirinden ayıran özelliklerin başında, esmâ gelir. Nereye âit olduğunun bilmecesi, kullanılan kelimeler ile cevap bulur. Müslüman toplumları diğerlerinden farklı kılan en mühim nişâne, hayâtın merkezine “esmâ-i hüsnâ”yı yerleştirmiş olmalarıdır. Ticâretinden duâsına, af dilemesinden karar vermesine ve güvenmesinden tedbîr almasına kadar her husus, doksan dokuz direkli bir temel üzerine inşâ edilmiştir. Bu inşâ ise, kendilerini ihyâ etmiştir. Bundan dolayı büyük bunalımların ve buhranların kolayca üstesinden gelinmiştir. Moğol istilâsı ve haçlı seferleri gibi hayâsızca akınlar, kısa sürede esmânın enerjisiyle bertarâf edilmiştir. Mâzîde, gerek gönüllerin ve gerekse diyarların fetihleri, hep “esmâ-i hüsnâ” sütunlarından güç alınarak icrâya dönüşmüştür.
Türk-İslâm medeniyeti, kan ve gözyaşı yerine ilmin çiçeklerinin usâresiyle gönül kapılarına misâfir olmuş, susayan kalplere hep bu ulvî anlayışla şerbet sunmuştur. Mâbedini, mektebini, hânesini ve şehirlerini bu telakkī ile inşâ etmiştir. Lâkin “esmâ-i hüsnâ”nın rûhuna yabancılaşan dimağımız ecnebî heyulâsıyla gümrah olunca, mazruf yerine zarfı dikkate değer görmeye başladı. Yolculuğumuz gâyesiz, adımlarımız irâdesiz ve istikbâlimiz hürriyetsiz bir esîre dönüştü. Mukaddes vazîfelerimiz ikinci plana atıldı; bir zamanlar kapımızda kâhyalık yapanlar, maatteessüf bizleri toplumsal tasniflere ayırdı. Ya da başka bir deyişle, esmâdan ayrılan ruh ve tasavvur dünyâmız, bu hazîn manzaraya müstahak oldu.
Biz, hünerlerimizin membaı olan “esmâ-i hüsnâ” ile yeniden hemhâl olmalıyız. Yeni bir maarif dâvâsı ve onun idealist aşkının hüviyetini oluşturmak, târihî bir vazîfe ve mesuliyet olarak karşımızda durmaktadır. Çünkü “El-Mu’ız” ya da “El-Müzil” irâdesine muhâtab olmak, kendi elimizdedir. Toplumumuz bu yol ayrımını bir nebze kaçırmış olsa da, geriye dönülmeyecek bir mesâfe yoktur. Garbın pozitivist mantığına kapılıp yaklaşık iki asırdır hercümerç oluşumuzdan bir an evvel dersler çıkarmamız gerekir. Bu girdaptan kurtulmamıza vesîle olacak yerler, okullardır; okulları birer irfan ocağına dönüştürecekler ise, öğretmenler ve onlara ufuk çizen münevverlerdir. Ancak münevverlerin de, doğru kaynaklardan beslenmesi îcâb eder. Yoksa “en değerli âletler, tehlikeli silahlar hâline gelebilir.”6
İsimsiz Kahramanlardan, İsim Medeniyetine
Türkler, İslâmiyet’i kabûl ettiğinden bu yana, esmâya büyük hürmet duymuştur. Kısa süre içerisinde İslâm medeniyetinin öncülüğünü üstlenince de, cümle İslâm toplumlarınca bu vasıfları örnek alınmıştır.
Dükkânını “yâ Hafîz” hattıyla sigortaya alan nalbantlar evden çıkıp işyerine gitmiş, besmelenin bereketiyle kilidini açmıştır. Cengâverler, selâmın anahtarıyla içeri girmiş, bir muharebenin seyrini değiştirecek nalını ve mıhını gönül huzuruyla satın almıştır. Üzerinde zafer âyetleri yazılı pusatını, cihad şuuruyla kuşanmış ve küheylanına yaren olmuştur. Dervişler, “El-Fettâh” ve “El-Bâsıt” aşkıyla yollara düşmüş, “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker” dâvâsına hayâtını hasretmiş ve zikir halkalarında cümle esmâyı sonsuzluk nefesiyle vird etmiştir. Mîmarlar, taşlara ruh veren mahâretini “El-Musavvir” ve “El-Mübdi” sezgisiyle işlemiş, toplumun tasavvurunu pek naif ve rakik eserlerle tecessüm etmiştir. Kadılar, mahkeme ettiği mevzûyu, “El-Adl” ve “El-Hakem” ahlâkıyla karara bağlamış ve gönüllerin mahzûn olmasına müsâade etmemiştir. Çiftçiler, tarlasını “Er-Rezzâk” cehdiyle sürmüş ve yoksulun hakkını ayırmadan harmanını kaldırmamıştır.
Ulemâ ve ümerânın önderliğinde isimlere sâdık kalan isimsiz kahramanlar, büyük İslâm medeniyetinin temel taşı olmuştur. Bugün adlarını zikredemediğimiz o ganî gönüllü şahsiyetler, mümeyyiz vasıflarının en bariz icrâsı olarak, her isme/kelimeye/kavrama büyük özen göstermişler ve sımsıkı bağlanmışlardır. Çünkü elest meclisinde verdikleri kavle sâdık kalmanın şuurunu, uyanıklık uykusuna hebâ etmemişlerdir. Son iki asırdır kavramlar üzerinden toplumların nasıl bir evrime tâbî tutulduğu ortadadır. Bu sebeple gövdemizin yeniden kök salması ve toprağımızın heyelân ile hebâ olmaması için, tıpkı eskisi gibi kendi istikāmetimizi kendi isimlerimiz/kelimelerimiz/kavramlarımızla çizmemiz gerekir. Toplumun rehâsı, ancak bu mütâlaa ile vücut bulacaktır.
Sun’î Değil, Samîmî Temenni...
İsimlerin toplumlar üzerinde ne denli etkili olduğunu anlayan batı dünyâsının emperyal bir hırsla kavramları kullanarak neleri elde ettiğini ve daha neleri planladığını anlatmaya hâcet yoktur. Bu durumda, onların sefilâne cürümlerine karşı, bizler daha ayık olmalıyız. Sürekli yakınmayı, devamlı eksikliklerimizi dillendirmeyi ve mütemâdiyen açıklarımızı ifşâ etmeyi bir kenara bırakarak fakat bunların bilincinde olarak, yeni tertîbatlar teşekkül etmeli ve adımlarımızı daha kuvvetli atmalıyız. Dünyânın başta teknoloji olmak üzere, hemen her sahada durdurulamaz bir hızda değiştiğini etraflıca okumalıyız; halâsımız için isimlere sâdık kalmalı, isimlerin şûlesinden yeni bir meşalenin akislerini hayâtın bütün alanlarına yansıtmalı ve şâhikalar için gayret sarfetmeliyiz. İnanıyorum ki, samîmî bir başlangıç samîmî bir toplumun cemresi olacaktır. Çünkü bu millette “hâlâ tertemiz öze çıkan bir yol, kabûl olunacak duâlar ve arınacak bir ruh var.”7
Dipnotlar:
1 Müslim, İman164, Fiten 16
2 Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63
3 Bakara Sûresi, 34. Âyet-i Kerîme, DİB Meali
4 Bakara Sûresi, 33. Âyet-i Kerîme, DİB Meali,
5 Bakara Sûresi, 33. Âyet-i Kerîme, DİB Meali,
6 Hilmi Ziyâ Ülken, Millet ve Târih Şuuru, İş Bankası Yayınları, Şubat 2008, s 7,
7 Hilal Altındiş, Hayat Okumaları, DİB Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2019, s 20
Ekim 2021, sayfa no: 24-25-26-27-28
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak