Ara

Esenliğin Şerhi: Mûsikî

Esenliğin Şerhi: Mûsikî

Hakk’ın varlıkta tecellî eden ilk nefesi, sestir. Âlem yaratılırken varlığın rûhuna bir ses üflendi. “Ol” emriyle kalplerde duyulan bu ses, bidâyetten nihâyete kadar gerçekliği haykırdı. Kâinat, acziyetini kabûllenip O’nun azametine râm oldu. Nefisler, îmân ile inkâr arasındaki hâk-i paylarını üleştiler. “Ol” buyruğu ile başlayan imtihan, “secde edin” hükmüyle yeni bir sesin merhalesine inkılâp etti. Sayfalar açıldı ve ses, anlam nağmesini itāat ile isyânın tahakkuk çizelgesine yaydı. Nihâyetinde kazananlar ve kaybedenler, sesin mümeyyiz vasfında ākıbetini buldu. 

Zamânın değirmeninde yoğrulup özünü bulan ses, sözlerin ve eylemlerin haritasında ete kemiğe büründü. Sözler ve eylemler, sınırsızlığını öteden beri iki vechede sürdürmüştür: Bu vechelerin acı ve cânî yüzü şeytānîdir. Bu yüz, kişiyi dâimâ isyânın hırlayışına sevk eder. Mutlu ve meskûn yüzü ise Rahmânîdir. Bu yüz ise insanı olgunluğun ritmine yükseltir. Bu merhalede ses, kelâmla buluşup gönülle mayalanarak mûsikîde vücut bulur. Mûsikî, mânâyı hoşluklara, lafızları ise boşluklara yerleştirerek insanın rûhunu îmar ve ihyâ eder.

Mûsikî, bin bir rengi, kokusu ve şekliyle bir terbiye membaıdır. Kâh gülistan ehlinin iftihârı, kâh yiğitler yatağının serdârıdır. Fîlvâki, bu sınırsız hazînenin en parlak mücevheri, Türk mûsikîsidir. Türk mûsikîsi, tabiatın düzenindeki o eşsiz denge ile Kur’ân tilâvetindeki latîf esenliğin birleştiği kavşaktır. Cennet peyzajlarıyla süslenmiş bu kavşakta, melodi gülleri, nağme papatyaları ve tegannî sümbülleri gümüş buhurdanlıklardan süzülür ve her dem tâze kokusuyla rûhun en tenhâ köşelerine yayılır.

Türk mûsikîsinin kâinatla irtibâtı, şâyân-ı hayrettir. Meselâ ilkbahar ve sonbahar, sanki meşk faslının açılış ve kapanışını ünler. Mütemâdiyen deverân eden gece ile gündüz, eskimez bestelerin nakaratını andırır. Bâd-ı sabâ esintisi, neyin esenlik halkalarını akla getirir. Yağmurlar kudümü, derelerin şırıltısı ise curanın nahîf kıvrımlarını akseder. Peki ya kuşlar, onların envâiçeşit cıvıltısı, kânunun âvâzına nazire edercesine Yüce Mevlâ’yı zikreder. Böylece mûsikîmiz, tabiattan mülhem, evrenin emsâlsiz ve yektâ korosunu seslendirir. 

Kur’ân-ı Kerîm tilâvetinde ise eşi görülmemiş manzaralar bulunur. Kārîlerin tiz ve bas okuyuşları, tanburun ağır seyrine tekābül eder: Bu karşılık, aşktan gelir, aşka varır. Harflerin ölçülü kırâati, udun dengeli sedâsını hatırlatır: Bu hatırlatma sözden doğar, söze varır. Uzun okuyuşlar, kemanın muttasıl âhengini çağrıştırır: Bu çağrışım, kalpten gelir, kalbe varır. Secili okumaların ritmi, saz gibi doğrudan ve doğaldır: Bu doğallık, dilden gelir, dile varır. Âyetler arasındaki duraklar ise akortun burgularında dolaşan suskunluğu andırır: Bu suskunluk ise özden gelir, öze varır. Böylelikle Kur’ân tilâveti, millî müziğimizle kurulmuş bir tefekkür vâdisine dönüşür.

Vahiyden ve tabiattan beslenen Türk mûsikîsi, fehmedenlerin kılavuzudur. İnsanımız, kulağını okşayan ve rûhunu şenlendiren bu mecrâ sâyesinde anlamlandırmanın mertebesine yükselir. Kalbe rikkat ve zihne derinlik bahşeden bu mertebe, hiç şüphesiz sanatların en nârinidir. Fakat ses, bazan kendini sırlı kapıların ardına gizler. O kapıların kilidi ise seslerin makāma bürünmesiyle açılır. 

Makamlar, bir milletin târih boyunca yaşadığı neşeyi, tasayı, zaferi ve yenilgiyi yansıtır. Hem fertlerin geçmişine hem de cemiyetin ortak hâfızasına köprü kurar. Türk mûsikîsinde makamlar, notaların perdesine hakîkati fısıldar. Rastın vakarında azameti, Uşşâkın kolaylığında rahmeti, Hicazın enginliğinde bereketi, Sabanın derinliğinde uyanışı saklar. Makamların kıvrımları, insana sabrı öğretir ve ölçüyü telkîn eder. Hüzünlü terennümler, kulu secdeye çağırır. Sevinçli ezgiler ise lisânı şükre yöneltir. Ses kurdelalarıyla tezyîn edilmiş makamlar, insanı sığlığın dar çerçevesinden çıkarıp uçsuz bucaksız ufuklara taşır. 

Koleksiyonlar ile mûsikî arasında büyük benzerlikler vardır. İkisini de değerli kılan şey, parçalarının eksiksiz olmasıdır. Mûsikînin her bir parçası, medeniyetimizin derûnî mahsûlüdür. Güfteler, incilerle dizilmiş kolyeye benzer. Her kelime bir tohum, her cümle bir fidan ve her kıta ulu bir çınar hükmündedir. İlâhîlerdeki letâfet, kasîdelerdeki muhabbet, şarkılardaki zarâfet ve türkülerdeki samîmiyet, millî soframızın mukaddes ikramlarıdır. 

Sözü, mukaddes harçlarla yoğurup mûsikîye katan milletimiz, dilini de mârifetle bezemiştir. Türk müziğinin güftesindeki muhayyile genişliği, hiçbir terâzide tartılamaz. Çünkü her kelime, ihlâs hâlesine sarılıp yaldızlı bağlarla bohçalanmıştır. Sazlar ise gerek kültürümüzün köklerini gerekse farklı coğrafyalarla kurduğumuz ünsiyeti haberlemiştir. Maverâünnehir yaylalarının ferahlığını, İsfahan saraylarının ihtişâmını, Tuna boylarının düzlüklerini ilmik ilmik işleyen çalgılarımız, yaşanmışlıkları farklı tınılara hasretmiştir. Bu vechile, güfteleri alelâde mısrâlar, çalgıları da lâlettâyin aletler gibi görmemek gerekir, çünkü onlar usûlden ilhâm alan ve üslûba tercümân olan müessir cereyanlardır.

Mûsikînin usûl ve üslûbu, Türk irfânın safvetli ve salâhiyetli vasfına çok şey kazandırmıştır. Bir milletin irfânî kalitesi, müziğinin icrâsında temâyüz eder. Çünkü eserin icrâsı, başlı başına bir edeptir. Faslın tertîbi, meclisin sükûnu, hânendenin duruşu, sâzendelerin birbirini dinleyişi ve tâkibindeki nezâket safhaları, birer meşk terbiyesidir. Bu fevkalâde düzen, esâsen halkımızın mümeyyiz âdâbından ileri gelmektedir. 

Türk medeniyeti örf ve an’anesinden damıttığı birikimini en müstakil ve en bütüncül şekilde mûsikî sahasında sınıflamıştır. Müzik zevkini ve hünerini iki ana kol üzerinden temellük etmiştir. Bunlardan birincisi, bozkırlardan bugüne uzanan “Türkü”ler, ikincisi ise sanatımızın derin izlerini taşıyan “Klasik Türk Mûsikîsi”dir.

Türkü, îmânımızın kavîliğini ve töremizin kat’îliğini haykıran millî beyannâmedir. İdeolojilerin tecezzî saldırılarına karşı birliği, izm’lerin istibdâdına karşı direnişi ve miskinliğin sefîl durgunluğuna karşı ise eylemi tavsiye eden ulusal manifestodur. Kâh harp meydanlarında deyiş, kâh cenâzelerde ağıt, kâh hasretlere serinlik veren vuslattır. Onu anlatmaya ciltler yetmez, fakat ezcümle ifâde edersek: Millî îmânımızın şartı, benliğimizi koruyan muhkem bir kale ve hâfızamızın hatırlatma fişeğidir. Klasik mûsikî ise saraydan tekkeye, konaklardan meclislere kadar değerlerimizi imleyen seçkin nakışlardır. Bestesinde, güftesinde, makāmında ve usûlünde asırlarca yoğrulmuş bir estetik vardır.

Türkü, sığınaktır, halkın samîmiyetini kaydeder. Klasik mûsikî ise derinliktir; millî tarzımıza asâlet kazandırır. Bize yakışan ise bunları birbirine tercîh etmek değil, bu iki kaynağı hem müstakil hem de bütüncül bir şekilde yaşatmaktır. Çünkü ikisi de aynı pınarın oluklarıdır. Böyle düşünür ve eylersek, medeniyet ağacının hem kökü hem dalı hem de meyveleri korunur. 

Asırlar boyu nice mûsikîşinaslar millî nefesimizin soluklarını taşımıştır. Itrî’nin tekbirleri, Dede Efendi’nin şarkıları, Hacı Arif Bey’in besteleri, Tanbûrî Cemil’in taksimleri, birer tâlimgâh olmuştur. Âşık Veysel’in sazında sâdelik, Neşet Ertaş’ın türküsünde hicran, Abdurrahim Karakoç’un deyişlerinde itirazlar, duruşumuzu perçinlemiştir. Sümmânî Baba’nın mızrabındaki terâne, Şenlik Baba’nın sazındaki perde, maddeden ziyâde mânâyı süslemiştir. Karacaoğlan’ın doğaya yaslanmış neşesi ve Âşık Emrah’ın engin sözleri, bu milletin gönül atlasını işlemiştir. 

Böylesine sınırsız güzellikleri ihtivâ eden mûsikîmiz varken bugünkü hoyrat hâlimiz üzüntü vericidir. O halde şuurumuzu tahrîp eden bütün saldırılara meydan okuyarak düşünelim. Çünkü günümüzün müzik zevki, geleneğimizle irtibâtını kaybediyor. Beste adına ortaya konulan ürünler, çoğunlukla sahici bir derinlik taşımıyor. Güfteler ise ya basit tekrarların içine sıkışıyor yâhut alâkasız söylemlere mahkûm oluyor. Sahnelerde ve kürsülerde icrâ edilen eserler, nahiflikten mahrum, daha çok piyasa kaygısıyla biçimlenmiş ses oyunlarına dönüşüyor. Oysa mûsikî, nefsin arzularını kışkırtan bir eğlence değildir, bilakis rûhu terbiye eden seyirgâhtır. Bu noktada, sanatın şahsiyetini korumak yerine onu ticârî kaygılarla müsveddeye dönüştüren anlayış, aslında mûsikîmizi edepten edepsizliğe sürüklemektedir. Bunun sonucunda milletimiz, kendi hakîkatinden beslenen bir mûsikîyi değil, şahsiyetsiz ve köksüz bir gürültüyü dinlemek mecbûriyetinde bırakılmaktadır. 

Maalesef uzun zamandır her şey tepetaklak bir serâzat seli gibi üstümüze geliyor. Millet sihirlenmişçesine aylaklığa teslim… Gençlerimiz, başka âlemlere meyyâl… En basit hâliyle millî müktesebâta mâl olmuş üstatları tanımaktan âcizler, lâkin ecnebî bestekârları büyük bir mâlûmatla yâd edebiliyorlar. Bu hazîn vaziyet, kültür sömürüsünün acı ve açık göstergesidir. Bir millet kendi sesine kulak vermezse, başkasının gürültüsünü mûsikî zanneder. Esefle söyleyeyim ki milletimiz, uzun müddettir bu sanrıların belâlı özentisine saplanmış bulunuyor.

Unuttuğumuz o mûteber mîrâsı tekrar ihyâ etmek elzemdir: Bu sebeple mûsikîyi, ictimâî hayâtın mihverine yerleştirmeliyiz. Okullarda makam derslerini öğretmeli, konser salonlarında fasıllar tertiplemeli, dijital arşivlerde güfte ve nota koleksiyonlarını erişime açmalıyız. Gençlerimiz usta müzisyenlerle meşk etmeli ki mûsikîmiz kulaklardan kalbe, oradan da hayâta sirâyet etsin. Hayâtına sirâyet etsin ki tepişmeyi mûsikînin tavrı, bağırmayı da usûlü zannetmesin. 

Çünkü aziz milletimiz, sanattan bîhaber bağırtılara müstehak değildir. Ama düzelmek için mucizeler beklemeye de ihtiyaç yoktur. Şâyet yeniden sözün ve bestenin künhüne vâkıf olursak, görgümüzü âhengin terbiyesiyle harmanlarsak, kulağımızı ve yüreğimizi şiirin mistik esrârına verirsek, işte o zaman millî notalarımızı hantallıktan, şeâmetten, taassuptan, şikâyetten ve öykünmeden âzâd edeceğiz. Müziğin intibâhıyla iyileşecek ve ihsan şûlelerine kavuşacağız.

Kasım 2025, sayfa no: 36-37-38-39

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak