Ara

Dünyâ ve Hayat Tasavvuru

Dünyâ ve Hayat Tasavvuru

Bāzan anlayabilmek için bir suâl ile başlamak yerinde olabilir. İsimlere vâkıf olmaya cehdetmiş bir rüyâyla, boyun eğenlerin köleliğinden sıyrılan bir merakla, hesaplardan münezzeh samîmî bir edâyla, kıyamların amansız hınçlarından hâlî bir nazarla, daha ve dahasıyla sormak lâzımdır. Renklere renk verecek şekilde sormak lâzımdır. Çünkü sormazsak Ötüken’de taşların üzerine nelerin yazıldığı anlaşılmayacak, sormazsak köklerimizden bahsedilmeyecek, sormazsak yalanların heyûlâsında debelenip duracağız.

Bugün payımıza, dünyâ ve hayat tasavvuru nedir suâli düştüyse, hâlâ bir dâvâmız var demektir. Bir şeyi tasavvur edebilme imkânı ve mâhiyeti, dâvânın mevcûdiyetine bağlıdır. Çünkü bir dâvâya gönül vermemiş kimse, hakîkî mânâda tavır sâhibi olamaz. Tavır sâhibi olmayanlar ise şahsiyetten mahrumdur. Bu bakımdan şahsiyetsizlerin erdem ve fazîlet yurdunda mânâ kaydı bulunmaz. Mânâdan nasip almamışlara gelince, onlar külliyen zayidir. O halde diyebiliriz ki, dünyâ ve hayâtın dâvâsı, millî bir mücâdeleden ibârettir. Bu ibâreti tasavvur edebilmek ise yine bir dâvâ aşkıyla mümkündür.

Hayâta ve dünyâya dâir anlamlı bir mücâdele ve tatbîk örneği meydana getirebilmek için Rahmânî ve örfî bilgilerle donanmak lâzımdır. Eksikliğimizin tekmîli ve istikbâlimizin tertîbi için millî ve dînî değerlerden mürekkep bilince ihtiyaç vardır. Böylesi bir iklimde toplumumuz tahlîl kābiliyetine kavuşacak ve yeni bir dünyâ ve hayat tasavvurunun şart olduğunu idrâk edecektir. Çünkü İslâm âlemi, son üç asırdır yeni bir dünyâ ve hayat tasavvurunun tesis edilmesi gerektiğinin farkında bile değil. Hâlbuki bizim fikrî anlayışımız, çağı yeniden ele almaya ve yorumlamaya karşı dâimâ canlı olmalıdır.

Dünyâyı ve hayâtı tasavvur edebilmenin ilk şartı, bu mefhumlara nereden baktığımızdır. Fîlvâki uzun müddettir etrâfımızda olan biten her bir husûsa batıdan ve batının gözüyle bakıyoruz. Durduğumuz ve baktığımız yeri doğru belirlemezsek beyhûde yazmaya, okumaya, anlatmaya ve dinlemeye devâm ederiz. Günün sonunda ırmaklarımız bizim olmayan denizlere dökülür. Gündüzlerimiz, iflâh olmaz karanlıklara saplanır. Yaralarımıza merhemlerin umarsız tarafı sürülür. Fikrî emânetin nâmusuna lekeli eller değer. Bu sebeple geçmişe bakarak ve geleceği görerek kendimize yeni bir yer belirlemeliyiz. Bunu başardığımız zaman irfânî bir duruşu da sergilemiş olacağız. 

Bilgi, bilinç ve tahlîl yeteneğine sâhip olup, duracağı yeri de bu ilkeler ışığında intihāb eyleyen kimsenin yapacağı önemli devrimler vardır. Şöyle ki: Evvelâ dünyânın ve hayâtın ne mânâya geldiğini idrâk etmelidir. Çünkü buna vâkıf olanlar, büyük bir saâdete mâlik sayılırlar. Fakat şunu da ihtâr edelim ki, eyleme dönüşmeyen şuur, kişiye hem yük hem vebâldir. Binâenaleyh hayat tasavvurunda ilkelerden ayrılmamak esastır. Yoksa hatâlı bir kelime cümleyi, cümle paragrafı, paragraf yazıyı, yazı kitabı, kitap ise hayâtı mahvedebilir. Bu sebeple ömür mücâdelesinde yapacağımız en büyük inkılap, hayâtın dâhilî ve hâricî vaziyetine anlam katmaktır. Bu da, basîret sâyesinde mümkündür. 

Hayâtı ve dünyâyı anlamlı kılacak adımlar, basîret yoluyla atılırsa mecrâsına kavuşur. Bu adımlar, üç ana başlıkta toplanmıştır. Birinci sırada maârif gelir. Bir millet, maârif yoluyla neslini âlimâne ve nâzikâne yetiştirmenin metodlarını belirlemelidir. Bu metodlar, bütüne hitâb etmelidir. Bugün kimilerinin ağzında alafranga nağmeler tâzîz edilirken, kimileri de alaturkanın tâzîme lâyık olduğunu haykırıyor. Birçok insan mevzuların nasıllığını teşhîr ediyor, fakat niçinliğin esrârıyla ilgilenmiyor. Nasıl suâli yerinde olduğu kadar, niçin suâli de cevaplanmaya lâyık bir bakış açısıdır. Tabiatıyla, nesillerin yetiştirilmesinde niçin suâlleri ıska geçilirse, doğruların bir yanı eksik kalır. Bilinmelidir ki, bütün eksiklikler, yanlışlığa meyillidir.

Neslin hamiyetli ve mâhiyetli yetişmesi, millî maârifle mümkündür. Çünkü milletler ancak kendi müfredâtıyla terakkî edebilirler. Bunu da târihleri besler. Târihi bilmek, millî farzlardandır. Bir şeyleri ve bir yerleri gizleyerek erdem sâhibi nesiller yetiştirilemez. Nesiller, târihleriyle birlikte geleneklerinin klasiklerini ve külliyâtını bilmelidir. Yoksa başka toplumlar karşısında fikren âciz kalır, zihnen zebûn olurlar. Bugün Türk evlatlarının yetiştirilmesinde bütüncül bir maârif anlayışından mahrûm bulunmamızın sıkıntısını yaşıyoruz. Millî klasiklerimizden bîhaber olmanın ızdırâbını çekiyoruz. Peki, gerek şahsî gayret, gerek sivil inisiyatif ve gerekse devlet eliyle yapılan bu faaliyetler neden meyve vermiyor? Çünkü neyi yitirdiğimizi bilmiyoruz, bu sebeple yitiğimizi aramıyoruz. Arıyor gibi gözükenler ise kaybettikleri yerin uzağında oyalanıyor.

Târihî hakîkatler göstermiştir ki maârif düzenlerini belli bir anlayış üzerine binâ eden toplumlar, sürekli ilerleme kaydetmişlerdir. Hem madden hem de fennen söz sâhibi olmuşlardır. Bugün batı uygarlığının maârif düzeni, kendi inanç ve kültürlerinin mihrâkına dayanmaktadır. Bu durum, onlar için doğru olandır ve meyvesini asırlardır almaktadırlar. Bizler de hem bu gerçeklikten hem de mâzîmizden hisseler çıkarmak durumundayız. Büyük atamız Oğuz Kağan’ın otağından ve Mescid-i Nebevî’nin mânevî rûhundan kuvvet alıp sonsuzluğa uzayacak millî bir eğitim felsefesi oluşturmak mecbûriyetindeyiz. Ancak bu sâyede medeniyete müstenid bir hayat tasavvuru kurgulamayı başarabiliriz.

Millî maârif anlayışıyla yetişen nesillerin hayat tasavvurunda atması gereken ikinci temel adım, millî kültürdür. Nesiller, eğitimleri çerçevesinde kültürlerini meydana getirirler. Filhakîka Türk millî kültürü ile kendini donatan nesiller izzet ve şahsiyet âbidesi olur. Çünkü bu geleneğin ezgilerinde kitabın sonsuzluk tomurcukları neşvünemâ eder. Fikrin sıradağları yükselir, kalbin aziz nağmeleri terennüm edilir. Mûsikî anlayışının bir kanadından Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi'nin Rahmânî âhenkleri dökülürken diğer kanadından sazlar eşliğindeki türkülerin irfan motifleri süzülür. Ne zaman bir buhrâna düşmüşsek, bize kültürümüz mihmandarlık yapmıştır. Bugün dahi görülmektedir ki, millî kültür ile bir dünyâ ve hayat tasavvuruna ziyâdesiyle ihtiyaç duyulmaktadır.

Dünyâ ve hayat tasavvurunda üçüncü esas adım, millî kalkınma anlayışıdır. Millî maârifin rahlesinde yetişen ve İslâm–Türk kültürünü özümseyen birinin havsalasının, iktisâdî kalkınma ile tekmîl olacağı kanâatindeyim. Bu merhale, esâsen ahlâk safhasında değerlendirilmelidir. Îman ve an'ane ahlâkıyla niçin iktisâdî kalkınmaya ihtiyaç olduğunun cevâbı bulunduğunda, bu millî kalkınmayı nasıl gerçekleştireceğiz sorusu da anlamına erişecektir. Medeniyet yolculuğunda millî kalkınmayı tamamlayamadığımız müddetçe molalara müptelâ oluruz. Millî kalkınmanın ana muhtevâsına, bütün sahalarında varlık göstererek ulaşılabilir. Fakat usûl için vusûl gerekir. Hâliyle ne olursa olsun telakkîsiyle değil, gāye odaklı anlayışla hareket edilmelidir. Aksi halde kaş yapalım derken göz çıkarılır ve geriye dönüşü olmayan pişmanlıklara düşülür.

Dâvâsını kutlu sayan ve onu medeniyet mahsûlüne tahvîl etmeye and içen neferler, birbirlerini ta’n etmemeli ve boş mevzular üzerinden didişme bataklığına saplanmamalıdır. Şâyet bu sakarlığa dûçâr olunursa kutsallara da, yeminlere de halel gelir. Medeniyet insanına yakışan, tuzaklara düşmeden insanlık pınarına yağmur damlası olmaya devâm etmektir. Yaşanabilir bir dünyâ ve hayat tasavvuru, ancak millî maârif, millî kültür ve millî kalkınmanın esrârıyla tesis edilebilir. Bu müesseseyi dâim kılmak için, nizâm-ı âlem ülküsüne sâdık kalınmalıdır.

Mart 2024, sayfa no: 41-42-43

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak