Kültürler, uygarlıklar ve medeniyetler, kendilerine has nitelikler taşır. Bu nitelikler çerçevesinde dünyâ görüşleri oluşur. Kültürlerin dünyâ görüşünü oluşturan en önemli mefhumlardan biri idraktir, idrâki ise o toplumun münevverleri yāni donanımlı öncüleri deruhte eder. Hâliyle insanlar kendilerine örnek olarak gördükleri mütefekkirlerin çizdiği yolda hem ilkelerine sādık kalmaya, hem de o ilkeleri daha geniş ve sağlam hâle getirmeye gayret eder. Bu vesîle ile kültürlerini, uygarlıklarını ve medeniyetlerini büyük bilginler mihmandarlığında geliştirirler.
İslâm medeniyetinin son birkaç asırdır hemen her sahada gerileme yaşadığı bir gerçektir. Bu gerçeğin birçok sebebi yanında en önemlisi büyük mütefekkirler çıkaramamasıdır. Büyük mütefekkirlerin çıkmayışının da sayısız nedenleri mevcuttur. Bu nedenlerin en mühimi basîrettir. Bir medeniyet, kendi îcaplarını uygulamak yerine başka kültürlerin ilkelerine temâyül gösterirse, işte orada basîretini karatmış olur. Basîret, târifsiz bir enginlik ve derinliğe sāhip olmaktır. Bu nîmeti üzerinde taşıyanlar, fikrî yücelişlerin anahtarını elinde tutar. Lâkin öyle zamanlar yaşanmış ki pek önemli âlimler ve fikir adamları yetişmesine rağmen basîret vasatını aşamadıklarından dolayı gerek ilimleri gerekse fikirleri yeterli inkişâfı başlatamamıştır. Hattâ zaman zaman bu ilim ve fikirler, basîretsizlik yüzünden zarara bile sebebiyet vermiştir. Mâzîdeki her dirilişimiz, dinamik bir yapıya sāhip olduğu için basîretten kuvvet almıştır. İslâm-Türk medeniyetinin târihini tetkîk ettiğimizde bu manzara bütün sarihliğiyle gözükmektedir. Filvâki medeniyetimizi basîret ve şahsiyet sāhibi kişiler kurgulamış ve yüceltmiştir.
Türk-İslâm medeniyetinin varlığı, medeniyet insanının varlığıyla kāimdir. Yāni insanımız ne denli medenî olursa medeniyetimiz o nispette pâyidar kalabilir. Medenîlikten kasıt ilmî, fennî ve dînî çerçevedir. Bu pâyidar anlayışın iklimi var oldukça, ilme ve irfâna iştiyaklı zât-ı şahaneler temâyüz edecektir. Dünün târihi bu metodla mümkün olmuştur ve şâyet yarın için hayâllerimiz varsa yine bu yöntemin güncellenerek yürürlüğe alınması gerekir. Ancak bugünkü münevverlerimizin manzarası, yeni bir intibah heyecânını başlatacak kudrette gözükmüyor. Çünkü ekseriyetle batı uygarlığı tesirinde ilerlemeyi tercîh ediyorlar. Kendi kavramlarıyla istihza eden, kendi inancını alaya alan ve mâzîsini görmezden gelen bir şaşkınlığın hîlesine aldanmış durumdalar. Böyle olmayanlar ise referanslarını yine batıya mebnî kılıyor. Hâliyle büyük münevver olma yolunun uzağında duruyorlar. Gerçek şu ki hiçbir meyve kendi iklîminin dışında yetişmez ve dahi yetişmiyor.
Türk-İslâm medeniyeti geleceğe sevdâlıdır, madden gelecek nesiller mānen ise âhiret için gayret eder. Gayret ifâdesi en can alıcı şekliyle çıkar karşımıza. Cehd etmeden, zahmete girmeden, yola revân olmadan, uykusuz kalmadan, bedel ödemeyi göze almadan ilâ âhir şumûllü bir düzen kurulamaz. Geçmişin güzelliklerine bakıp bugünkü konumumuzdan hayıflanmanın ya da hamâsî ifâdeler serdetmenin kıymeti yoktur. Çünkü geçmişte hiçbir şey kendiliğinden oluşmadı. Şartlar ve sebepler değerlendirilip ihlâs ve muhabbetle yoğruldu. Bu şartları ve sebepleri süzgeçten geçirip şerbete dönüştüren kişiler işte donanımlı öncüler idi. Yoksa medeniyeti safça duā etmekle kurgulayamayacağımızı anlamış olmalıyız. Görülmelidir ki muvaffakiyet temennîlerle değil, şuurlu gayretlerle husûle gelmiştir.
İslâm dîni özü îtibâriyle özgürlükçü bir atmosfere sāhiptir. Hamuru Rahmânî ve fıtrî bir anlayışla yoğrulmuştur. Başka düzenler olmazlarıyla mâruf iken, İslâm, olurlarıyla tebessüm eder. Başka düzenlerde yasakların ana nedeni: Düzeni kuranları ve yürütenleri muhafaza etmektir. Binâenaleyh hesâbîlik ön plandadır. İslâm’ın az sayıdaki olmazları ise hesâbî sâiklerden ziyâde, fıtratın muhafazası için konulmuştur. Bu sebeple İslâm’da memnû sayılan şeyler ilkeleri muhafaza maksadıyla vücut bulmuştur. İlkeler bilgiye ve icraata engin mesâfeler kazandırır. Bu engin ve hür ortam insanoğlunu taklitten âzâde kılarak yeni îcad ve tasavvura yöneltir. Aslında hedef zâten kendine has yeni bir çığır açmaktır. İslâm medeniyetinin en imtiyazlı tarafı esâsında orijinal olmak ve orijinal kalmaktır. Bütün sahalarda insânî kodlarla örülmüş ve kālûbelâdan beri intizâma meftûn olan bu düzene, yāni İslâm’a ve medeniyetine doğudan veya batıdan alternatif aramak, körlük ve aymazlıktır. Toplumun bu gaflete düşmesini engelleyecek kişiler ise büyük bilginlerdir.
İslâm medeniyeti insan medeniyetidir, çünkü insanı yaratılış gāyesi çerçevesinde ele alır. Fakat kişioğlu zaman zaman nisyâna sürüklenebilir, varlığını örtbas edecek yollara sapabilir ve rolünü başka fikirlerin siperlerini korumaya adayabilir. İşte burada bir kurtarıcı ya da nasihat ehli devreye girer veya girmelidir. Şartları etraflıca değerlendirebilen, geleneğinden güç alıp geleceğini kurgulayabilen ve mānânın zenginliğini dimağlara aktarabilen bir akıl gereklidir, ki bu akıl medeniyetin varlığında donanımlı öncülere tekābül eder. Ancak, donanımlı öncülerle birlikte bunların varlığını anlayan ve sözlerine kulak veren toplumun şuuru da gereklidir. Medeniyet insanından kasdımız budur. Son birkaç asırdır yeterince büyük münevverimizin olmayışından dem vururken, münevverlerimizin varlığını fehmedemeyen insanımızın bedbahtlığına da değinmek gerekir.
Donanımlı öncüler, fikrî zemîni sağlamlaştırır, zihinleri çok katmanlı aksiyona ulaştırır, düşüncelerin kuvveden fiile dönüşmesini sağlar. Yaşayan örnek olmaları dolayısıyla insanları murâkabeye sevk eder. Bir orduda Turgut Alp’in varlığı, askerin cihad aşkını körükler, Şeyh Edebali’nın varlığı, dervişânı ve halkı peygamberî bir yaşama yöneltir, Dursun Fakih’in varlığı, ilme ve adâlete olan güveni artırır. Osman Gâzi'nin varlığı, devletin kıymetini anlatır ve devlete olan îtimâdın zirvesini yaşatır. Türk-İslâm Medeniyeti, bu manzarayı Oğuz Kağan, Bilge Kağan ve Selçuklu devri başta olmak üzere birçok zamanda defalarca yaşadı. Dikkat edilirse medeniyetimizin bir telkârî ustalığında işlendiği dönemler, donanımlı öncülerin çok olduğu ve halkın da bu kişilere rağbet ettiği hengâmlardır.
İslâm-Türk medeniyetinde büyük mütefekkirler, millî ve mānevî heyecanların yoğun olduğu dönemlerde daha fazla temâyüz etmiştir. Siyâsî, idârî, mâlî ve ictimâî birçok zeminin etkisiyle yetişen münevverlerin, her açıdan fedâkâr toplumun ürünü olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Toplum, hak nâmına bāzı şeyleri bāzılarına tercîh edince orada başka bir iklim hâsıl olur. Detaylar artar, içerikler zenginleşir ve sonunda irfan ışığıyla aydınlanan insan yumağı ortaya çıkar. Bu yumak, velûd bir şekilde sürekli nev'i şahsına münhasır şahsiyetler doğurur. Bu sâyede sûretten ziyâde sîretin ehemmiyeti artar ve dünyevîleşmeye özenen dünyâ, firdevs yurdunun durağı hâline gelir.
Filhakîka, donanımlı öncüler medeniyetlerin temel kāidelerinden biridir. Fakat Müslüman fertlerin evvelâ kendi kalplerinde bir donanım husûle getirmesi îcâb eder. Kişioğlu kalbini ilim ve ahlâk ile donatıp bilincin şûlesi ile aydınlatmaz ise sağlam bir toplumun vücûda gelmesi imkânsızlaşır. Sarhoş misâli ayakta kalmaya zorlanan içtimâî yapıların büyük münevverlere yataklık etmesi ise kābil değildir. Onun için her şey medeniyetin en önemli sütunlarından biri olan insan mefhumuyla başlar. İnsan, kalbinin özü doğrultusunda kendini düzeltir ve tezyîn ederse yol açılır, yollar yola açılınca yolcuları da çoğalır. Yolcuları doğru yola yöneltecek ya da doğru yolda kāim kılacak öncüleri de çoğalır. Çoğalan her öncü, medeniyet baharının cemresi olarak zamâna, mekâna ve insana düşer…
Mayıs 2023, sayfa no: 28-29-30
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak