Allâh’ın bir vakitte izhâr etmediği şeyin, o vakitte meydana gelmesini isteyen insan, cehâletten hiçbir şeyi bırakmamıştır. (Hikem-i Atâiyye, 16. Hikmet)
Hak dostlarından Sünbül Sinan Efendi, bir gün mürîdlerine; “Eğer Cenab-ı Hak, bu kâinâtın idâresini size vermiş olsaydı ne yapardınız?” diye sorar. Böyle bir soru ile hiç karşılaşmamış olan mürîdler çok şaşırırlar. Fakat hocalarına bir cevap verebilmek için düşünüp farklı farklı görüşler ileri sürerler. “Efendim, dünyâ üzerinde bir tek kâfir bırakmazdım!, Bütün kötülükleri yok ederdim!, İçki içenleri helâk ederdim!” gibi cevaplar verirler sıra ile...
İçlerinde biri ise cevap vermeden susuyordu. O kişi, Sünbül Sinan Hazretleri’nin dikkatini çekti ve ona bakarak, “Evlâdım! Ya sen ne yapardın?” diye sordu. Edebinden yüzü kızaran mürîd, büyük bir mahcûbiyet içinde dedi ki:
- Efendim! Allah Teâlâ’nın bu kâinâtı idâresinde -hâşâ- bir noksanlık mı var ki ben farklı bir şey yapabileyim? Kâinattaki ilâhî düzen, kusursuz bir şekilde işlerken ben; âciz, kısıtlı aklımla “Şunu şöyle yapardım, bunu böyle yapardım!” diyebilir miyim? Ne haddime!
Sünbül Sinan Hazretleri, bu güzel cevaptan son derece memnun kaldı. Mütebessim ve nurlu çehresiyle mürîdini süzerek şöyle dedi: “İşte şimdi iş merkezini buldu!” O günden sonra o mürîdin adı “Merkez Efendi” olarak kaldı ve asıl ismi olan Musa Muslihiddin unutuldu.
Kâinatta yaşadığımız hâdiselerde Cenâb-ı Allâh’a itirâz etmek çirkin bir davranıştır ve Rabbimizi kızdırır. O’nun cezâsını ve öfkesini gerektirir. Hâfız der ki:
“Neden?” “Niçin?”den dem vurup durma
Zîrâ tâlihli kul, Sevgilinin her sözünü ve işini cân u gönülden kabûl etti
Kudsî hadiste buyurulur ki: “Kazā ve kaderimi beğenmeyen, verdiğim belâlara sabretmeyen, göğümün altından çıksın, Benden başka bir Rab edinsin.” (Beyhakî, Şuabü’l Îmân, I, 377)
Abdullah ibn Mes’ud (r. anh) şöyle demiştir: “Yaktığını yakan, bıraktığını bırakan bir kor ateşin yakması; bana, olan bir şeye “keşke olmasaydı”, olmayan bir şeye “keşke olsaydı” demekten daha sevimlidir.”
Ebu Osman Hazretleri de şöyle der: “Kırk yıldan bu yana, Yüce Allâh’ın benim için beğendiği hiç bir halden rahatsızlık duymadım, beni herhangi bir hâle götürmelerinden dolayı da kızmadım.”
Bu güzîde hikmetten çıkarmamız gereken derslerden en önemlisi, Cenâb-ı Hakk’ın kullardaki tecellîsine dâirdir. Rabbimiz herkese maslahatına uygun bir hâl vermiştir. Nitekim Allah Resûlü (sav) herkesi kendi hâlinde, kendi mesleğine ve meşrebine bağlı sûrette bırakırlardı. Halîm selîmliği ile tanınan Hz. Ebûbekir (ra) Efendimize: “Biraz sert ol!” demediği gibi, Celâl vasfı ile öne çıkan Hz. Ömer Efendimize de bu hâlini terketmesini dayatmamıştır.
Hadîs-i şerîfleri incelediğimizde; zāhirde çelişki gibi gördüğümüz nice meseleler bu hikmetin gölgesinde incelendiğinde asıl maslahat ve hikmet gün yüzüne çıkıyor. Örneğin, zikir hadislerini okuduğumuzda zikirden daha efdal bir şey yok diye düşünürüz. Yâhut cihad hadislerini incelediğimizde cihaddan daha fazîletli bir amelin olmadığını düşünürüz. İlim ile ilgili hadislere baktığımızda ilim öğrenmenin en kıymetli amel olduğunu düşünürüz.
Cenâb-ı Kibriyâ Efendimiz bu amellerin her birisine kuvvetli bir şekilde bizi teşvîk etmiştir. Buradaki teşvik; her meslek ve meşrep sâhibinin kendi haline uygun amele gönül rızasıyla tutunup, onunla cenneti kazanması içindir.
Abdülkādir Geylânî Hazretleri ne güzel buyurur:
Allah yolcuları, Hakk'ın zâtından başkasını bilmezler ve onlar için putlar yakılmıştır. Sebepler onların kalbinden silinir. Onlar, günlerce hattâ aylarca yemeseler, içmeseler, aldırmazlar ve renkleri değişmez. Çünkü onların gıdâsını Hak mânen verir. Hangi gıdâyı arzu ediyorsa, o Sevgili, kullara yedirir. Herhangi bir kul, Allah sevgisini iddia etse sonra da başkasından dilense, sevgisinde yalancı olur.
Herhangi bir kimse sevilmiş ve ermiş olursa, onun varlığı Hak varlığına karışır ve kendisine şöyle denir:
- İstek duy, arzu ettiğini söyle. Hürsün, istediğini yaparsın. Seven tutulur. Sevilmiş olan hür olur. Seven için mahrûmiyet olabilir, sevilmiş için aslâ!
Gün gelir nöbet değişir, sevme hâli sevilmiş olursa, hakkında yürütülen hüküm de değişir. Naz devri başlar. Refah gelir. Sükûn hâsıl olur. Rızık genişler, kullar hizmetine koşar. Bunların hepsi, sevgi hâlindeki sebâtından ötürü verilir.
Hak Teâlâ'nın kuluna olan sâhipliği ve sevgisi, bayağı bir kimsenin diğerine olan sevgisine ve sâhip olmasına benzemez. Rabbimiz Azîz ve Celîl'dir. O'na benzeyen yoktur. Gören ve işiten O'dur. O, insanlar anlasın diye birçok misâller getirir.
O'ndan anlayış isteyin ve kalplerinizin O'nunla hoş olmasını talep edin. Çünkü O, kalp güzelliğini dilediği kimseye bolca ihsân eder. O dilediği kimse için kalbe dâir gıdâları çoğaltır.
Allah Teâlâ'nın sevdiği kullar arasında birinci gelenin öyle geniş kalbi vardır ki, semâ ve zemin bütünü ile oraya konsa yine boşluk kalır.
O kimsenin kalbi, tıpkı Mûsâ peygamberin asâsına benzer. Mûsâ peygamberin asâsı ilk zamanda bir hikmet eseri idi, sonra kudret eseri oldu. Mûsâ (as), yükünü taşıyamadığı zaman ona yüklerdi. Yürümekten yorulduğu zaman yine o asâya binerdi. Mûsâ (as)'a, oturma hâlinde ve uykuda bir ezâ gelse, o asâ def ederdi. Bir meyve dilerse, hemen ondan alır yerdi. Güneşte uyuduğu zaman o, ona gölgelik ederdi. Allah Teâlâ kudretini ona asâda gösterdi. Ve o vâsıta ile Mûsâ'ya ünsiyet ve ülfet hâlini bahşetti.
Rabbimiz! Bize ilâhî kaderin sırlarını anlayacak bir anlayış ikrâm eyle. Gönüllerimizi, ilâhî takdîrinle hoş kıl. Gönlümüz ve dilimiz, ilâhî hikmet ve esrârına mâkes bir ayna olsun. Oradan bütün mahlûkātına karşı şefkat, merhamet, lütuf ve güzellikler yayılsın...
Ağustos 2025, sayfa no: 54-55-56
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak