Ara

Vahhâbîler ve Vahhâbîlik / Hamdi Hatipoğlu

Vahhâbîler ve Vahhâbîlik / Hamdi Hatipoğlu

Necd Bölgesi

Sahih-i Buhârî hadislerinde: Resûlullâh (sav), “Allâhım, Şam’ımızı ve Yemen’imizi mübârek kıl” diye duâ buyurdukları sırada (Ashabdan bâzıları) “Necid’imizi de mübârek kıl” diyerek duâya iştirâk etmek istemişlerdi. Bu durum karşısında Peygamberimiz: “Orada bir takım karışıklar ve fitneler çıkacaktır, orası güneşin şeytânın iki boynuzları arasında doğduğu bir yerdir” buyurdular. Nitekim öyle oldu. Fitne savaşlarının ve nifakların kaynadığı bir bölgedir. Peygamberimiz o topraklarda zuhûr edecek fitne ve ayrılıkların çıkacağını bir mûcize olarak daha önce beyân etmişlerdi. Bu bölgeden önce Müseylemetü’l-Kezzab, Secah, Tuleyha ve Esvedü’l-Ansî gibi yalancı peygamberler çıktı, bir takım irtidat olayları ve Karamita tâifesi gibi fitneciler zuhûr etti.1 Nitekim Vahhâbîlik de bu bölgeden çıkmıştır.

Târihi

Vahhâbî mezhebinin kurucusu Abdulvahhâb’dır. İlk defa ortaya Sultan Abdulhamid zamânında çıkmıştır. Harameyn bölgesi için o vakit epeyce feryâd edilmişti. Abdulhamid Han bu fesat ateşinin ileride alevleneceğini düşünerek epeyce telaşlanmıştı. Devlet adamları bu işin önemini kavrayamamıştı.2 Osmanlı Devlet merkezinden uzak oluşları ve en önemlisi Osmanlı Devleti’nin bu zayıf hâlinde Rus ve İran savaşları ile uğraşma mecbûriyeti iyi bir fırsattı. Osmanlı Devleti’nin bu zayıf hâlinden faydalanmakla cür’etlerini alabildiğine artıran Vahhâbîler, Basra Körfezi civârında hâkimiyet kurdular. Necef’te Şiîler’le geçen bir tartışma sonucu bâzı Vahhâbîlerin öldürülmesini bahane eden Abdülaziz bin Suud, 10 Muharrem 1802’de Kerbela törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirir ve Hz. Hüseyin’in türbesi yağmalanır. Daha sonra gözlerini Taif, Mekke ve Medîne’ye çeviren İbn Suûd, 1803-1806 yılları arasında buraları da ele geçirir ve halkına, “…sizin dîniniz bu gün kemâle erdi. İslâm’ın nîmetiyle şereflenip Cenâb-ı Hakk’ı kendinizden râzı ve hoşnut kıldınız. Artık baba ve dededen kalma bâtıl inançlara meyil vermekten, onları rahmet ve mağfiretle anmaktan vazgeçin. Ecdâdınız tamâmen şirk üzere vefât ettiler. Önceden olduğu gibi Peygamber’in mezarı karşısında durarak tâzim için salât ü selâm getirmek, mezhebimizce meşrû değildir” gibi nice hezeyanlar…

Vahhâbîliğin nihâyet esaslı bir dert olmaya başladığını fark eden Osmanlı Devleti ve onun başındaki hükümdârı İkinci Mahmud (1808-1839), işin hallini Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya havâle eder. Paşa, oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arasında Medîne, Mekke ve Taif’i Vahhâbîlerden kurtarır. Daha sonra bizzat kendisi, Abdulaziz b. Suûd’un üstüne yürür. İbn Suûd direnirse de 1814’de ânî ölümü üzerine Vahhâbîler hezîmete uğrar ve nihâyet Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818’de Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah’ı, çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderir ve 1819’da îdâm edilirler. Böylece Vahhâbîliğin ilk devri kapanır.

Ancak Suûd hânedânından savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türkî b. Abdullah, Necd bölgesinde yeniden faâliyete girişir ve Riyad’ı başkent yaparak 1821’den 1891’e kadar sürecek ikinci Vahhâbî devletini kurmayı başarır. Ayrıca Hindistan-İngiliz hükümetinin desteğini de sağlayan Abdulaziz b. Suûd İngilizlerce, 26 Aralık 1916 târihli anlaşma ile Necd, Hasa, Katif, Cubeyl kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdârı olarak tanınır. Bu anlaşmaya göre İbn Suûd’un söz konusu yerlerdeki mutlak hükümranlığı kabûl edilmekte ve bunların, kendisinden sonra mîras yoluyla oğul ve haleflerine âit olacağı, veliahtlerin İngiliz Hükümetinin öğütlerine uyacağı gibi, daha birçok şeyler tesbit edilmiş bulunmaktadır.3

1811 yılında kuzeyde Halep’ten Hint Okyanusu’na, Basra Körfezi ve Irak sınırı, doğudan doğu Kızıldeniz’e kadar yayılmış bulunuyor.4

İbn Abdilvahhâb, Deriye şehrinde kitâbü’t-Tevhid adlı kitabındaki görüşleri yaymaya, insanları (güya) şirk ve bi’datlardan kurtararak dîne girmeye dâvete başladı. Kendilerine uymayanların şirke batmış müşriklerden olduğunu îlân etti.5 Kan ve mallarının kendilerine inananlara helâl olduğunu îlân etti. Onlara göre bu bir kutsal savaş ve cihattı.6

Görüşleri:

  1. Vahhâbîler, amel îmandan bir cüzdür derler, yâni bir vakit namazı ve bir yıl zekâtı bırakan kimse kâfir olur, öldürülür ve malı helâldir.
  2. Peygamber ve evliyâ ruhlarından bir şey isteyip yalvarmak ve kendilerini affettirmek için yardımlarını istemek (tevessül) dîne karşı çıkmaktır.
  3. Türbe ve binâ üzerine kubbeler kurup içinde kandil yakmak, onlara sadaka ve adakta bulunmak İslâm dînine aykırıdır.7
  4. Tasavvuf, tarîkat şirktir.
  5. Şefâat yoktur.
  6. Mezhebe gerek yoktur. Herkes Kur’ân ve Hadîs’i nasıl anlarsa öyle yaşar.
  7. Bid’at: Bid’atler de bir nevi şirktir.

İbn Abdilvahhâb, bid’at konusunda tamâmen İbn Teymiyye’ye8 uyar ve hattâ ondan da ileri gider. Ona göre, “Allâh’ın kitâbı ve Resûl’ün sünnetinde bulunmayan her şey bid’attir. Bid’atleri ortaya koyan kimse mel’undur ve ortaya koyduğu şey de reddedilir.

İbn Abdullah’ın en korkunç ve hattâ şirk olarak gördüğü bid’atlerin başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyâretleri gelir. Onların bu hususta ne derece katı oldukları, daha Uyeyne’de Zeyd b. Hattab’ın mezarını yıkışlarında görülmektedir. Bu yüzden onlara “Mâbed yıkıcılar” denilmiştir. İstilâ ettikleri ülkelerde fikirlerini zorla yerleştirmeye çalışırlar. Mekke’ye girdiklerinde târihî eserle ilgili birçok türbeleri yıktılar. Hz. Hatîce’nin türbesi, Peygamberimiz’in (sav) ve Hz. Ebubekr’in (ra) doğduğu evlerin kubbeleri başta gelir. Medîne’ye girdiklerinde ise, Allah Elçisi’nin (sav) kabri üzerinde bulunan birçok ziynet ve süsleri kaldırdılar.

Ölülere niyaz, tevessül; müneccimlere, kabirlere ve falcılara inanmak tamâmen bid’attir. Peygamberin hâtırasını ta’ziz, hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyâretleri bir bakıma Allah’tan başkasına tapmaktır, dolayısıyla şirktir. Delâil-i Hayrat okumak yasaktır. Çünkü bu peygambere ibâdet niteliğindedir. Hz. Peygamber’e (sav) salât ve selâm getirilir; ancak bunu bir ibâdet hâline getirmemelidir. Makam ile ezan okumak, Ramazan, Cuma ve kandil gecelerinde, ezandan önce veya sonra tesbih çekmek ve duâ etmek, mevlid okumak da bid’attir, sünnet ve nâfile namaz kılmak da Vahhâbîler’in yasakları arasındadır.

Vahhâbîler’e göre kesin delil Kur’ân’dır. Kütüb-ü Sitte’deki hadislerin hepsi sahih değidir. Şiîler’in, kelamcıların, mutasavvıfların, ahlâkçıların dayandıkları hadisler mutlaka mevzudur. Kur’ân ve hadîse dayanan icmâ geçerlidir. Kıyas kabûl edilmez. Aklın delil olması söz konusu değildir.9

Netîce

Yaklaşık iki asır kadar önce Arap Yarımadası’nda Necd dolaylarında Muhammed bin Abdulvahhâb 1115 (1703)-1206 (1791) tarafından kurulan vahhâbîlik, bugün Suûdî Arabistan’ın resmî mezhebi durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bâzı İslâm ülkelerinde de taraftarları vardır.

Her şeyden önce buna dînî taassup diyeceğim ama hiç de alâkası yoktur. Olsa bile her şeyde olduğu gibi taassup, gören gözleri kör eder ve akılları dumûra uğratır. Dîni yaşanmaz hâle getirir. Din konusunda aşırı taassup, en az dinsizlik kadar tehlikelidir. “Kur’ân Mekke’de indi, Türkiye’de yazıldı ve Mısır’da okundu” derler. Vahhâbîlerin -Türk ve Osmanlı düşmanlığının bir belgesi olarak- Hafız Osman hattıyla yazılmış Mushafların imlâsını değiştirerek onları okunmaz hâle getirdikleri herkesçe mâlûmdur. Artık fitnenin kaynağı bellidir. Nitekim Hâricîlik ve Vahhâbîlik’in karışımı olan kara bayraklı DEAŞ örneğini yaşadık. Arkalarında kimlerin olduğunu da öğrendik. Kaşıkçı cinâyeti bunun en bariz örneğidir.

Dipnotlar

1 Kamus Tercümesi, c. I/31 “ncd” md.

2 Târih-i Cevdet, c.I/s.1509

3 Fığlalı,100

4 Prf. Dr. Edhem Ruhî Fığlalı, Çağımızda İtikâdî İslam Mezhepleri, s.99, 1998, 9. Baskı

5 Cevdet Paşa, Târih-i Cevdet, 7/283

6 Fığlalı, s.98

7 Târih-i Cevdet, III/1509

8 Fıkıhta İbn Teymiyye bâzı îtikâdî ve amelî meselelerde büyük müctehidlere muhâlefet etmiş, bu hususta birçok âlimleri tenkîd etmiştir. Ulemâdan bâzılarına göre İbn Teymiyye, mücessimedendir. Yâni Allâh’ın bir cihette bulunduğuna, Arş-ı A’lâ’nın nevi îtibâriyle kadîm (ezelî) olduğuna kânîdir. Kabirleri ziyârete muhâlif, bir mecliste üç talakla boşanan kadının ancak bir talakla boş olacağına kânîdir. Derinleştirdikçe isâbetsizliği ortaya çıkıyor (Ahmed Davudoğlu, Din Tahripçileri, s. 47, 1989, 5.Baskı).

İbn Teymiyye VIII/ XIV.yüzyıl başlarından itibâren kendisini ilmî ve fikrî tartışmaların içinde buldu. Ehl- Sünnet’in îtikâdî mezheplerine özellikle Eş’arîlik’e sert tenkidler yöneltir. Sıfatlar ve müteşâbihât meselesinde selef-i sâlihînin usûlünü benimsediğini iddia ederek âyet ve hadisleri zâhirî anlamlarında anlar. Verdiği fetvâlarda birçok konuda mezhepler arası icmâya muhâlefet eder.

Mevcut İslâmî disiplinlerin hemen hemen tamâmına itirazları olan İbn Teymiyye en sert eleştirilerini tasavvufa yöneltir. İbn Arâbî ve onun görüşlerini benimseyenleri tekfir eder. https://www.ihsansenocak.com/ibn-teymiyye/

9 Fığlalı, 112

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak