Ara

Ümmetin Teminatı Gençler

Ümmetin Teminatı Gençler

Bir kimse ömrünü hadis usûlüne adamış olabilir. Yâhut usûl-ü fıkıh alanında ihtisas sâhibidir. Ancak sarhoş bir kimsenin seviyesine in(e)meyebilir. Bu ise bize âlim ile dâvetçi kimselerin farklı olduğunu gösterir. Bilinmelidir ki biri diğerini aslâ değersizleştirmez. Âlim kimse tonlarca buğdayı üretir ancak bir ekmek yapamaz. Dâvetçi ise, o âlimin ürettiği buğday ile mis gibi ekmekler yapıp insanlara ulaştırabilir. Sözün özü, dâvetçi, âlimler ile insanlar arasında bir köprüdür. Nitekim Âyet-i Kerîme'de Rabbimiz; "(İnsanları) Allâh'a dâvet eden ve (kendisi de) sâlih ameller işleyip 'Ben Müslümanlardanım' diyen kimseden daha güzel sözlü kimdir?" (Fussilet, 33.) buyurarak, dâvetçinin önemini vurgulamıştır. Âyet-i Kerîme'de müfessir, müctehid değil de dâvetçi vurgusu bu işin ehemmiyetini ön plana çıkarmaktadır.

Günümüzde dâvet denilince en çok zorlanılan kesim hiç şüphesiz Genç nesildir. Daha akılcı, daha sorgulayıcı halleri dâvetçileri bir hayli yormaktadır. Hattâ bir kesim insanımız gençlerden umûdunu kesmiş bir haldedir. Ancak bilinmelidir ki, bu Ümmet-i Muhammed'i yeniden ayağa kaldıracak, Ümmet Olma Şuuru'nu gönüllere taşıyacak olanlar gençlerdir. Târih boyunca bu hakîkat hep tekrâr edegelmiştir. 

10 yaşında îmân eden ve ömrünü ilim, irfan ve cihâd ile İslâm’a hizmete adayan Hazret-i Ali ve evlatları Hasan ve Hüseyin -radıyallâhu anhüm– ne güzel gençlerdir. Câfer bin Ebî Tâlib (ra); Habeşistan’a hicret edip Necâşî’nin huzûrunda Müslümanları temsîlen ilim, hikmet ve cesâretle konuştuğunda 17 yaşlarında bir delikanlıdır. Mus'ab bin Umeyr (ra), âilesinin bütün servetini reddederek Allah Resûlü (sav)’in yanını tercîh ettiğinde 18 yaşındadır. Birkaç yıl sonra da Medîne’ye giderek orayı Kur'ân'la, ferâseti ve tatlı diliyle fethetmiştir.

Efendimiz (sav)'in âzâd ettiği kölesi, kumandan olarak Mûte’ye gönderilip orada şehîd olan Zeyd bin Hârise (ra) îmân ettiğinde 15 yaşındadır. Rasûlullah (sav) Medîne’ye hicret ettiğinde, Zeyd bin Sâbit (ra) 11 yaşında bir yetimdir. Kendisi şöyle anlatır:

"Allah Resûlü (sav) Medîne’ye geldiğinde beni huzûruna götürdüler. Efendimiz beni sevdi ve beğendi. Oradakiler; "Yâ Rasûlallah! Bu, Neccâroğulları’ndan bir gençtir. Allâh'ın Sana inzâl buyurduğu sûrelerden on yedi tânesini ezbere biliyor" dediler. Bu durum Peygamber Efendimiz'in çok hoşuna gitti…" (Ahmed, V, 186)

Üsâme bin Zeyd (ra), yirmi yaşlarında iken Peygamber (sav) tarafından İslâm ordusunun kumandanı tâyin edilir. Yine Rasûlullah (sav), Mekke’yi fethettiğinde 20 yaşında olan Attâb bin Esîd (ra)’i oraya vâli tâyin eder.

Bu misâlleri okuyan günümüz insanı büyük bir hayrete düşebilir. "Bu yaşta kimseler böyle büyük işlere nasıl imza attılar?" diye düşünebilir. Günümüz gençlerinde bu heyecan ve şuurun olmaması akıllara gelebilir. Ancak burada kabahat gençlerden ziyâde, onları yetiştirenlerdedir. Allah Resûlü (sav), gençlerin yüreklerine îman, ibâdet, hizmet, cihad ve tebliğ tohumlarını ekti, onlardan böyle güzel bir nesil yetişti. Ya bizler ne ekiyoruz?

Hiç buğday ektin de arpa biçtin mi? (Hazret-i Mevlânâ)

Aziz Okuyucu! Gençlerimize "Ümmet Olma Şuuru" vermemizde yardımcı olacak 3 kavramı yüreklerinize emânet ediyoruz: Tevhîd, Sevgi, Îsâr…

Tevhîd

Cenâb-ı Hak, Hz. İbrâhîm'in mü'minlere 'en güzel örnek' olması konusunda şöyle buyurur: "İbrâhîm'de ve ona tâbi olmuş kimselerde size güzel bir örneklik vardır. Onlar, içinde yaşadıkları topluma şöyle demişlerdi: 'Bilin ki bizim, sizinle ve Allâh'ı bırakıp da tapmış olduklarınızla bir alâkamız yoktur/olamaz! Sizi ve inandığınız değerlerinizi reddediyoruz'..." (Mümtehine, 4.) 

Âyet-i Kerîme'de vurgu yapılan husus "tevhîd şuuru"dur. Çünkü Allâh'a îmânın olmazsa olmazı, O'ndan başka bir ilâhı, sonradan ilâh rolüne bürünen "tutku"larını inancına bulaştırmaması ve en saf/pür hâliyle "Lâ ilâhe illallâh" demesidir. Çünkü görünen odur ki, Hz. İbrâhîm'in karşılaştığı sınavlarda başarılı olmasındaki en önemli faktör, sâhip olduğu tevhîd şuurunun ona kazandırdığı sarsılmaz îman gücüdür. Ümmet Şuuru rûhuna sâhip olmanın en temel şartı da bu îman gücüne sâhip olmaktır.

Dilimiz "Allah kerîm!" derken, kalbimiz O'nun engin kereminden yana tam mutmain mi?

Dilimiz "Allah her şeye kâdir!" derken, gönlümüz O'nun eşsiz kudretine inanma husûsunda birtakım şüphe kırıntılarından arınmış halde mi?

Firavun'un tanrılık iddiasını reddeden ve onun tahammül üstü eziyetleri karşısında: "Senin zulmün dünyâya âittir, sen hükmünde ve davranışlarında serbestsin, nasıl olsa bizler Rabbimize döndürüleceğiz!" diyerek îman cesâretiyle meydan okuyan sihirbazlar, Firavun'un emriyle elleri ve kolları çapraz kestirilip hurma dallarına asılmadan önce, beşerî bir acziyet gösterip îman zaafına düşme endîşesiyle ellerini semâya kaldırmışlar:

"...Yâ Rabbi! Üzerimize sabır yağdır; canımızı Müslüman olarak al!" (el-A'raf, 126.) diyerek Cenâb-ı Hakk'a ilticâ etmişler ve ardından şehâdet hazzı içerisinde Rablerine kavuşmuşlardır.

Hazret-i Bilal (ra) de, gözü dönmüş müşriklerin ağır işkenceleri altında âdetâ bir pelteye dönmüş olan vücûdundan kanlar akarken bile dâimâ; "Ehad (Allah birdir)" diyerek tevhîdi tebliğ ediyor, acı ve ızdıraptan ziyâde, îmânın ulvî zevkini tatmış bir gönülle cûşa geliyordu.

Zinnîre Hâtun da müşrikler tarafından binbir ezâ ve cefâ gören hanım sahabilerdendi. Ebû Cehil'in yaptığı işkenceler yüzünden âmâ olmuştu. Ebu Cehil ona, "Gördün mü? Lât ve Uzzâ senin gözünü kör etti!" dediğinde, "Hayır! Vallâhi, benim gözümü kör eden onlar değildir. Lât ve Uzzâ, bana ne fayda ne de zarar verebilir. Benim Rabbim, gözümü geri vermeye kâdirdir!" dedi. Ruhları ebediyyen karanlığa gömülü olan müşrikler, sabah olduğunda, Allâh'ın lütfuyla Zinnîre Hatun'un gözlerinin iyileşmiş olduğunu görerek şaşkına döndüler.

Sevgi

Sünnetullah gereği, nesneler birtakım vesîlelerle birbirine bağlanır. Tahtalar çiviyle, demirler kaynakla, bez parçaları dikişle, kum tanecikleri çimentoyla. Dolayısıyla eşref-i mahlûkat olan insanı da birbirine bağlayan, bir arada tutan değişik vesîleler vardır. Örneğin; çıkar ve menfaat ilişkileri, korku, şehvet veya ırkî temâyüller, ki bütün bunlar geçici ve fânî olup en fazla insanın dünyâdaki ömrüyle sınırlıdır. Bir arada bulunma sebebi eğer menfaat ve çıkar ise menfaat bittiğinde dostluk da bitecektir. Ama bir de insanları bir arada tutan, onlar arasında yürekten ve ölümüne sevgi ve saygı doğuran ve bu berâberliği hiçbir karşılık beklemeksizin, hâlisâne bir şekilde Allah (cc) rızâsı için kılan bir vesîle var ki, işte o da İslâm kardeşliğidir. Gençlerimizin gönül dünyâsında İslâm Kardeşliğini diri tutmalıyız! 

İbn-i Ömer (ra) asr-ı saâdetteki bu hassâsiyeti şöyle özetliyor: "Biz öyle zamanlar gördük ki, içimizden hiç kimse, kendisinin altın ve gümüşe Müslüman kardeşinden daha lâyık olduğunu düşünmezdi. Şimdi öyle bir devirdeyiz ki, altın ve gümüşü Müslüman kardeşimizden daha çok seviyoruz." 

Sehl bin İbrâhim hazretleri der ki:

İbrâhim bin Ethem'le dost idik. Bir keresinde ağır bir hastalığa tutulmuştum. Bunun üzerine İbrâhim bin Ethem, elindeki bütün her şeyi benim sıhhatim için harcadı. Sonra iyileşmeye başladım. Bir ara kendisinden canımın çektiği yiyecek bir şeyler istedim. Elinde bir şeyi kalmadığından, merkebini satıp arzumu yerine getirdi. Sıhhate kavuştuğumda bir yere gitmek için merkep lâzım oldu ve "Ey İbrâhim, merkep nerede?" diye sordum. İbrâhim bin Edhem, "Sattık." dedi. Sıhhatim yol yürümeye müsâit olmadığı için: "Peki ama şimdi ben neye bineceğim?" dedim. O Ârifler sultânı: "Sırtıma bineceksin, kardeşim!" dedi ve beni üç konaklık mesâfeye sırtında taşıdı.

Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri, İstanbul'un Fethi'nden sonra Bizans zamânında zindana atılan bazı insaflı papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki fikir ve mülâhazalarını sormuştu. Onlar da, ancak bir müddet tahkîkat ve inceleme yaptıktan sonra kanaatlerini bildireceklerini ifâde ettiler.

Papazlar, kendilerine verilen fermanla her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara; "Efendim, ben siftah yaptım. Siz, siftah yapmayan şu komşumdan alın!" dedi.

Îsâr (Cömertlik)

Toplum olarak "benci" bir anlayış içinde yaşıyoruz. "Gemisini kurtaran kaptan!" mantığı her geçen gün Ümmet gemisini batırmakta. Öyle ise gençlerimizi vermeye alıştırmalı ve kardeşliğin zirve hâli Îsâr kültürünü aşılamalıyız. 

Îsârın en güzel târifi, şu Âyet-i Kerîmelerde verilmektedir: "Onlar kendi canları çektiği, kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini yoksula, yetîme ve esîre yedirirler, 'Biz sizi sâdece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O'nun azâbına uğramaktan) korkarız.' (derler). İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir." (İnsan, 8-11)

Hazret-i Mevlânâ, cömertlik hasletini ve onun zıddı olan cimrilik ibtilâsını ne güzel ifâde eder:

"Cömertlik, cennet selvisinin dalıdır. Bu dalı elinden bırakana eyvahlar olsun. Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılâtı pek çok olur. Tohumu ambarda tutan ise, sonunda onu farelere yem yapar." 

“Güzeller, saf ve berrak ayna aradıkları gibi, cömertlik de fakir ve zayıf kimseler ister. Güzellerin yüzü aynada güzel görünür, ikram ve ihsânın güzelliği de fakir ve gariplerle ortaya çıkar.”

"Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinlemek sûretiyle o dumanlı eve bir pencere aç, ki onun dumanı çekilsin, senin de kalbin yumuşayıp rûhun incelsin."

Şubat 2024, sayfa no: 28-29-30-31

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak