Allâh’a kulluğun en güzel örneklerini peygamberler sergilemiştir. Cenâb-ı Hak onlar için Kur’ân-ı Kerim’de yer yer, “Ni’me’l-abd: Ne güzel bir kul”1 ifâdesini kullanmaktadır. İbnü’l-Arabî (ö.638/1240) Füsûsü’l-Hikem’inde peygamberlerin herbirini birer kelime olarak görmektedir. Peygamberlerden hepsinin sāhip olduğu hakīkat mertebesinin birbirinden farklı olduğunu söylemektedir. Hakīkatlerin hakīkati ve küllî kelime ise Hz. Muhammed’in hakīkatidir; diğer bütün mertebeler o kelimeden neşet eder, varlık sebeplerini ve bilgilerini ondan alırlar. Dolayısıyla mümkün varlıklar hakīkatini genelde peygamberlerde, özelde Hz. Muhammed’de en güzel şekilde bulmaktadırlar.2
Tasavvuf büyükleri Peygamber Efendimizin târihî şahsiyeti yanında manevî şahsiyetine de dikkat çekmektedirler. Hz. Muhammed’in manevî şahsiyetini hakīkat-ı Muhammediye, “hakīkatü’l-hakāik” veya “nûr-ı Muhammediyye” terimleriyle ele almaktadırlar. Mevcûdâtın vücûda gelişini varlık mertebeleri bağlamında değerlendiren vahdet-i vücûd düşüncesi hakīkat-i Muhammediyeyi taayyun-i evvel ile gerçekleşen mertebe olarak nitelendirmektedir.3 Varlığı kendisinden olan ve herşeyin aslı kabûl edilen Allâh’ı Vâcibü’l-Vücûd olarak niteleyen İbnü’l-Arabî, hakīkati itibâriyle adem olan ama varlığı Vâcibü’l-Vücud’dan olan ālemi mümkün varlık şeklinde betimlemektedir. Mutlak ve mümkün varlık arasında bir üçüncü varlığa dikkat çeken İbnü’l-Arabî, hakīkatü’l-hakāik adı verilen bu üçüncü varlığı gerçekte ne mādûm ne de mevcut, ne kadîm ne de hâdis olarak görmektedir. Ona göre hakāikü’l-hakāik, kadîm ile kadîm, hâdis ile hâdistir; zaman açısından değil, mertebe olarak ālemden öncedir. Hakāikü’l-hakāik, misâllerin misâli, bütün varlıkların en üst cinsi, her şeyi kapsayan akl-ı evvel, mākūl ve mahsus ālemde herşeyi kaplayan varlıktır.4 Hakīkat-i Muhammediye ālemin illeti ve yaratılışının sebebidir. Dolayısıyla hakīkat-i Muhammediye, ālemi muhafaza ve himâye eden ruhtur.5
Sehl b. Abdullah et-Tüsterî (ö.283/896): Allah, kendi nûrundan ilk defa Hz. Muhammed’i yaratmış ve ālemin varlığından önce Muhammedî varlığa işâret etmiştir. Allâh’ın Hz. Âdem’i izzet çamurundan, Hz. Muhammed’i ise nûrundan yarattığını dile getirmiştir.
Manevî şahsiyetiyle rahmeten li’l-ālemîn olan Peygamber Efendimiz (sav) târihî şahsiyetiyle de üsve-i hasene olmuştur. Hz. Muhammed, kulluk şuuru içinde öyle bir ömür sürmüştür ki, bu hususta Cenâb-ı Hakk’ın “Le ‘amruke: (Ey Habîbim!) Senin yaşadığın o mübârek ömre yemîn olsun!”7 iltifâtına mazhar olmuştur.
“Azîz ve Celîl olan Allâh’ı seven ve O’na āşık olanın alâmetleri; Allâh’ın (cc) Sevgilisine ahlâkında, fiillerinde, emirlerinde ve sünnetlerinde tâbi olmaktır.”8 diyen Zunnûn-ı Mısrî (ö.245/859), Allâh’a (cc) ermenin yolunu Allâh’ın sevgilisine tâbî olmakta görür. Çünkü Ebû Ali Cürcânî’nin ifâdesiyle Allâh’a giden yolların en doğrusu, en onarıcı ve şüphelerden en uzak olanı, azim, niyet, akit, söz ve davranış olarak sünnete tâbî olmaktır.”9
İslâm’ın, yaşayan bir din olarak insan hayâtında yer almasını sağlayan, Kur’ân bilgisinin yanında onun nasıl uygulanacağını gösteren pratik örnek, Peygamber (sav) tarafından ortaya konulan sahih sünnettir. Çünkü ona, bilgi ve bilginin doğru uygulanması anlamına gelen hikmet verilmiştir.10 Zâten Peygamber (sav) hayatta olduğu sürece Kur’ân, bir metin olma özelliğinden çok, vahiy ve onun kişiliği ile özdeş bir olgu olarak ön plana çıkmıştır. Aynı şekilde sahabe nesli açısından da Kur’ân, tamamlanmış bir kitap olmaktan ziyâde yaşanan bir süreç olarak algılanmıştır.11
Peygamber Efendimizin dāvet metodu üç farklı özellik taşımaktadır:
- İlâhî hükümleri olduğu gibi bildirmek
- İlâhî hükümleri insanlara tatlı dil ve ince hikmetlerle kabûl ettirmek
- İlâhî ölçüleri, anlayışsızlara ve nasipsizlere doğrudan doğruya tatbîk etmek.
Peygamberimiz Efendimizin şahsında hem devlet hem din hem de ruh liderliği bulunmaktaydı. Onun irtihâlinden sonra, devlet reisliği yetkisini Müslüman devlet reisi, fıkıh yetkisini ulemâ ve fukahâ, ruhsal eğitim yetkisini velîler ve sûfîler gerçekleştirmiştir.12
Sünnet-i seniyyeye uyma konusunda sȗfȋler ümmetin öncüsü olmuş, manevȋ ilimlerini Peygamber Efendimizin verâseti, manevȋ hallerini de Peygamber Efendimizin yaşam tarzı olarak belirlemeye özen göstermişlerdir.13 Çünkü Peygamber Efendimiz;
“Ben kuru et yiyen bir kadının oğluyum.”14 diyecek kadar mütevâzı,
“Yalan söyleyen, aldatan bizden değildir.” diyecek kadar dürüst,
“Suç işleyen kendi öz kızım Fâtıma da olsa cezâsını vermede hiç tereddüt etmem.”15 diyecek kadar adâletli,
“Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız.”16 diyecek kadar hoşgörü ve merhamet sāhibi,
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”17 diyecek kadar merhamet ve sosyal yardımlaşmanın öncüsü,
“İki günü eşit olan ziyandadır.” diyecek kadar Müslümanları durup dinlenmeden çalışmaya ve üretmeye dāvet eden önder,
“Hikmet mü’minin yitik malıdır. Nerede bulursa alsın.”18 diyecek kadar ilim ve irfan sevdâlısı,
“Aklı olmayanın dîni de yoktur.” buyurarak “îman” gibi temel bir kavramı, “akıl” kavramına bağlayan ve akla önem veren bir dâhi,
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâ için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışınız.” ölçüsünü Müslümanların şiar edinmesini isteyen bir peygamberdi.
Peygamber Efendimiz tüm Müslümanlar kadar sûfîler için de üsve-i hasenedir. Tarîkatlarda silsilenin başında yer alan isim Peygamber Efendimizdir. Her sûfî, kendinden bir öncekinin terbiyesi altında bulunduğu ve elde ettiği tecrübe ile silsile şeklinde Hz. Peygambere vâsıl olduğu ve onun dînî tecrübelerini tevârüs ettiği anlayışındadır. Bu durum, onların sünnete ve seleflerinin dînî hayâtına atıfta bulunduklarını ve mutlaka bir önceki büyüğün sohbeti ve terbiyesi altında yetiştiklerini göstermektedir. Zîrâ tasavvufî hayâtın temelini, Hz. Peygamberin rûhî ve zühdî hayâtı ile bu konudaki sözleri oluşturmaktadır.19
Sûfîler, kendilerinde mevcut olan ilim, ma’rifet, hâl ve yaşayışın ilk örneğini dâimâ Resûlullâh (sav)’ta görmüşlerdir. Resûlullâh (sav)’ın rûhânî hayâtı ve dînî heyecânı nesilden nesle aktarılarak aynen devâm etmiştir. Bu hayat okunarak ve yazılarak öğrenilen bir hayat olmayıp yaşanılan ve yaşatılan bir hayattır. Tasavvufî zihniyetin ve yaşayışın kaynağı işte bu hayattır. Abdurraûf Münâvî’nin (ö.1031/1621) çeşitli devrelerde yaşayan sûfîleri anlatmak için yazdığı el-Kevâkibü’d-durriyye isimli eserine Hz. Peygamber (sav)’i anlatmakla başlaması bunu gösterir.20
Tasavvuf, öncelikle Hz. Peygamberle ashâbı arasındaki ilişkiden kaynaklanan bir ilimdir. Hz. Peygamberin sohbetinde bulunan ashâb-ı kirâm, vahiy alırken Peygamber Efendimizin geçirdiği vecd ve istiğrak hâllerine şâhit oluyor, onun mâneviyât ve rûhâniyet dolu heyecanlı ve etkileyici konuşmalarını can kulağı ile dinliyor, Peygamber Efendimizin yaşadığı manevî hâllere şâhit oluyor, bu hallerden derin bir şekilde etkileniyor, hisleniyor, heyecanlanıyor, ādetâ kendilerinden geçiyor, bu sûretle Hz. Peygamberin yaşadığı sırrî ve manevî hayâta katılıyor ve bundan nasip alıyorlardı. Hz. Peygamberin sohbetinde bulunan sahabe başlarını öne eğip onu can kulağı ile dinliyordu. Sanki başlarına bir kuş konmuş ve onun uçup gitmemesi için hiç kıpırdamadan duruyorlarmış gibi Peygamber Efendimizin sözlerine pür dikkat kesildikleri anlatılmaktadır. Mânevî hayâtı bu şekilde yaşayarak öğrenen sahabeleri Hz. Peygamber, ta’lim ve irşadla görevlendirmekte, kabîleler arasına göndermektedir. Bu sahabeler bulundukları meclislerde, katıldıkları sohbetlerde veya gönderildikleri kavim ve kabîleler arasında Hz. Peygamberin huzurunda yaşadıkları mânevî hayâtı yaşamaya ve yaşatmaya gayret etmekte, bu sûretle dînî hisler ve heyecanlar Müslümanlar arasında dalga dalga yayılmaktadır.21
Bāzı hadislerde Hz. Peygamber (sav)’in mescidindeki ilim meclislerinin yanında zikir meclislerinin de bulunduğundan bahsedilirken22 diğer bir kısmında da Allâh (cc)’ı zikretmek üzere toplanan cemaat üzerine meleklerin gelip kanatlarını gerdikleri dile getirilmektedir.23 Hz. Peygamber (sav)’in bu hadislerinde ortaya koyduğu ilkeleri örnek alan ashâb-ı kiram, başlangıçtan beri dînî sohbetler düzenlemişler, tertip edilen sohbetlerle dînî his ve heyecânı yaymaya gayret etmişlerdir. Sahabeden sonra bu uygulama ve gelenek tâbiîne, onlardan da etbau’t-tâbiîne intikāl etmiştir. Sûfîlerin sohbet meclisleri işte bu geleneğin bir devâmı, açılımı ve şartlara göre geliştirilmiş bir şeklidir. Söz konusu sohbetlere katılanlar arasında takvâ, ilim, kıraat, hitâbet ve tāat itibâriyle diğerlerine nazaran biraz daha önde olan ve biraz daha fazla göze çarpan şahsiyetler, cemâatin önderi ve temsilcisi konumunda olup hoca, âlim ve delil olarak görülmüşlerdir. Bunların rehber ve cemaat önderleri olarak görülmeleri, başka birinden aldıkları icâzet ve hilâfete, kendi dindarlıklarına, takvâlarına, ihlâslarına, hayırseverliklerine, ilimlerine, şahsî erdem ve yeteneklerine dayanıyordu.24
Mürşid-i kâmiller de müridlerini yetiştirirken Peygamber Efendimizin ashâb-ı kirâmla olan yakın ilişkisini kendilerine örnek almışlardır. Bilhassa ashâb-ı suffeyi eğitirken Peygamber Efendimizin onları koruyup kollaması, yedirip içirmesi, sohbet ve nazarlarıyla yetiştirmesi gibi mürşid-i kâmiller de kendileri için yegâne rehberin Peygamber Efendimiz olduğunu düşünmüşlerdir. Her halleriyle Peygamber Efendimize benzemeye çalışmışlardır. Ömürleri boyunca sünnet-i seniyyeyi yaşamaya gayret etmişlerdir. Sözlerini ve sohbetlerini nebevî usûlle gerçekleştirmek istemişlerdir. İlimlerini Peygamber Efendimizin hikmetlerinden beslenen bilgi birikimi olarak görmüşlerdir. Zikirlerinde getirdikleri salavât-ı şerîfelerle Peygamber Efendimize olan muhabbetlerini zirveye taşımışlardır. Silsile-i şerîfin başına Peygamber Efendimizi yerleştirmek sûretiyle beslendikleri menbaın Resûl-i Zîşân Efendimiz olduğunu dile getirmişlerdir. Peygamber Efendimizin Allah’la yaşadığı vuslat hâlini, mi’râcını, tesbîhâtını, kurbiyetini ve muhabbetini kendi dünyâlarında icrâ ederek sünnetin ikāmesine, dînin temsîline, gönül dünyâlarının māmur kılınmasına çaba sarf etmişlerdir. Eşrefoğlu Rûmî’nin ifâdesiyle tasavvufî irşâdı, sevenlerine Muhammedî sevdâyı aşılama çabası olarak görmüşlerdir. Tarîkat-ı Muhammediyye anlayışlarıyla sevenlerine Muhammedî ahlâkı aşılamış, şiirlerinde ve dîvânlarında Muhammedî sevdânın en yanık ve en coşkulu örneklerini sergilemişlerdir. Hilye-i şerîfe, şemâil-i şerîfe ve ehâdîs-i şerîfelere olan hürmetleri tarîkat erbâbını velâyet makāmına erme çabasına büründürmüştür.
Dipnotlar
1 Sâd 38/30.
2 Bkz. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fusûsü’l-Hikem, haz. Ebü’l-A’lâ el-Afîfî, Dârü’l-Kitâbi’l-Arabi, Beyrut 1980.
3 Ebu’l-Alâ Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, trc. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000, s. 83-84.
4 Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 80.
5 Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 88-89; Özköse, Kadir, “Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Mânevî Hüviyeti: Hakīkat-i Muhammediyye”, Yenidünyâ, Yıl: 20, Sayı: 234, Nisan 2013, s. 44-47.
6 Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2000, s. 114-115.
7 el-Hicr 15/72.
8 Ebü’l-Kâsım Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fî ilmi’t-tasavvuf, haz.: Ma’ruf Zerrik ve Ali Abdülhamid Baltacı, Dârü’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 433.
9 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 408.
10 İsrâ,17/39: “İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilâh edinme; sonra kınanmış ve (Allâh’ın rahmetinden) uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın”.
11 Fahrettin Yıldız,, Kur’an Aydınlığında Hayâtı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları, Ankara 2001, s. 31-32.
12 Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, Rabıta-i Şerife, sad. Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu yay., İstanbul 1981, s.128-129; Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, Yeni Boyut, Sekizinci Baskı, İstanbul 1998, s. 26-27.
13 Kuşeyrȋ, er-Risȃle, s. 396.
14 İbn Mâce, Et’ime, 30.
15 Buhārî, Fezailu ashabi’n-nebi, 18.
16 Müslim, İman, 93.
17 Heysemî, Mecmau’z-Zevâid ve Menbau’l-Fevâid, c. VII, s. 167.
18 Tirmizî, İlim, 19.
19 Yıldırım, “İlk Dönem Sûfîlerinin Peygamber ve Sünnet Anlayışları”, s. 18.
20 Süleyman Uludağ, “Takdim”, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1990, s. 29.
21 Süleyman Uludağ, Tasavvufun Dili 1 Mürşid-Mürid-Yol, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2006, s. 92.
22 İbn Mâce, Mukaddime, 17, Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. II, s. 328.
23 Ebû Dâvud, İlim, 1; Tirmizi, İlim, 19, Sıfâtü’l-Kıyâme, 20, Deâvat, 129; Nesei, Sehv, 46; Buhārî, Deâvat, 66.
24 Uludağ, Tasavvufun Dili - 1, s. 93.
Temmuz 2022, sayfa no: 22-26
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak