Gül-şem’ ak pak, selvi endâm bir şehrin semâlarını izler her sabah ve akşam. Gün doğumunun âfâkta bıraktığı iz, rûhunu heyecanla kuşatır. Renkler, hayal dünyasının yeniçerisi. Birer birer dökülür Cennet’ül âlâdan. Gül sözlü o kerîmecik, açar penceresini mahmur hâlde. Açar. Saksılar içinde benefşe. Sünbül. Karanfil. Kasımpatı. Râyihâsı yayılır tâ haşre dek. Vakit seher. Yüzünde ömre bedel bir tebessüm. Şükrân ile. Hayret makâmına seslenir:
“Ehlen ve sehlen”
İkinci katı çıkma, kafesli kadîm bir Bursa hânesinde yaşamaktadır. Ata yâdigârı. Ninesinden kalma oyalar, sedirler ve yer minderleri ile döşeli, Osmanlı işlemeli bu ahşap evde bir o yana bir bu yana. Geçer zamân. Koşturur, dar arnavut kaldırımlı sokaklarında. Çocuktur. Gün görmemiş bir annenin, Ferdâ Hanımın göz bebeği. Yıllar sonra bin bir çileyle dünyaya geldiği için el bebek gül bebek büyütülmüş bir çocuk. Türkmendir. Selçuklu devrinde sefer etmişler. Babası, mübadele yıllarında Taşnak Ermenilerinin kurşunuyla şehid düşen bir başkâtip. Cihângîr. Öyle bir yiğit ki Kırkpınar yağlı güreşlerinde ser-pehlivana taş çıkartır. Dağların esrârını kelâmıyla şâha taşır.
Gel zaman git zaman bir çınar ağacı gibi serpilen Gül-şem’ hanımcığın, alı moruna karışmış feracesiyle Bursa sokaklarını arşınladığı bir gün, kaldırım taşlarından birine ayağı takılır. Biraz sendeler sendelemesine; fakat toparlar kendini hemencecik. Emîr Sultân’da, Zeynîler Camiîne yakın bir mahallenin ter ü taze goncasıdır. İlim erbâbı, irfân müştâkı bir muhitin hilâli doğar Gül-şem’in üzerine. Bî-gâne. Gezer aşağı sokak, yukarı mahalle. Akranlarıyla evinin avlusunda ip atlar, piknik yapar. Koyup gramofona Tanburi Cemil’den bir plak, dinler. Pür-dikkat. Kâh ferâhfezâ kâh hüseynî. Bâzen dilinde Kaptanzâde Ali Rıza Efendinin Hicâz Opereti:
“Ufuklara yaslanmış yorgun dağlar sırayla
Çadırının üstüne doğmuş akşam yıldızı
Çıplak ayaklarının altında baygın yayla
Ey belâlı göklerin, mağrur dağların kızı
Ne kadar nârinsin, güzelsin bilsen
Bak yorgun gözlerim karşında hayran
Belki dirilirim içsem elinden
Serin çam kokulu bir tascık ayran”
Bâzen Hâfız Burhan’dan makber. Dalar hülyâlara. Leylâ vü Mecnûn aşk-nâmesinde kaybolur bir vakit. Bir vakit bulur kendini Hüsn ü Aşk’ta. Yanı başında Abdüllâtîf Kudsî(k.s). O hâlden bu hâle. Hâleler içinde bir hâle. Elâ gözlerinde. Kalem kaşlarında. Yaradan(c.c) ‘nın ‘Kûn!’ emrine mazhar bir mahzûniyet. Buğu. Kabzeder sırların sırrı, Gül-şem’i. Bast ise ırak. Ağlar ha ağlar. Dili garip, dökülür leblerinden ‘âh’ ki yükünü ne dağlar kaldırabilmiş ne arş. Mücrim. Doğmuştur ya mahlûkâttan insân sûretinde. Eşref olmanın vazîfesini hazmetmede. Yol çetin, dikenli. Küçük hanım, rahâta düşkün.
İpek dokur annesi. Aylardan Nisan. Ferdâ Hanımın kızçesi, çıkar Zeynîler Hâmûşânı’na. Bir selvinin yamacına oturup şiirler okur, Evliyâ Kirâmın bahçesinden. Bir vakit sonra uyku çalar göz kapaklarını. Rü’yâdan rü’yâya kanatlanır:
“Bir muhabbet meclisi. Yanında Murâd Hüdâvendigâr, karşısında Şeyh Hamîd-i Velî Hazretleri. Bir bardak su isterler mübarek gözleriyle. Tasarruflarını lutfeder. Emîr Sultân Ebû Saîd Ebû’l-Hayr(ks) diliyle seslenir:
‘Ger der-Yemenî çû bâ-menî pîş-i menî
Ger pîş-i menî çû bî-menî der-Yemenî’
Gül-şem’ bir elinde billûr sürâhi bir elinde kristal bardak. Getirir âb-ı hayâtı. Usûlünce ikrâm eder meclîs büyüklerine. Gönlü aşkın bir deryâ gibi kaynar ha kaynar; lâkin taşacağı ummândan habersiz. Mevlânâ(k.s) sadâsı yankılanır semâ-hâneden: ‘Ey dost, âşıkların hayatı ölmektedir. Gönül vermeyince, sen gönül bulamazsın.’ Semâ’ya durmuştur kimi rûhlar. Devrân’a kimi. Cehr u hafî zikirler yükselir kat be kat.”
Dalar iç içe. Sessizce.
“Bir binek gelir Hak katından, nâz ederek biner gonce-leb. Aşar zemîn u zamânı. Aşar. Kalbi öyle bir heyecânı imdiye değin tatmamıştır. Çıkar yuvasından. Çıkar. Tesbîh eder âşık lisânıyla, cûş u hurûşa gelip. Uçarlar Bursa’dan Kudüs’e, oradan Medîne’ye. Bir medrese talebesidir. Sırlanır hâk-i pâyinde Rasûlullâh’ın (sav). İki göz iki çeşme. Uçarlar. Bir ân Mescîd’ül Harâm’da bulur kendini. Melâikelerle tavaf eder hakîkati. Şer ile hayr hem barışır hem vuruşur birbiri içre. Hayretle der: “ Yâ Hû!”
Kur’ân sayfaları kandîl olur. Abdest nûr. Geçerler cennet-cehennem üzerinden. Mahşer yerinden. Binek emr-i ilâhî ile hem çıkartır göklere, hem indirir yeryüzüne. Gösterir varlığın türlü hâllerini. Esfel-i sâfîlîni. Âlîyi.
Gül-şem’ açar elâ gözlerini bir hışım. Bir şaşkınlık. Bir havf. Mütebessimdir çehresi, Allah(c.c)’a bende olanların. Bakar dilber sâkî, ne sürahi eksilmektedir ne câm-ı Cem. Uyanır asırlık hâb- ı gafletten. Uyanır. Cümle varlık mevt ile hayy kesilir.”
Derken akşam ezânıyla irkilir Cihângîr Efendinin kerîmesi. Selvi, yanıbaşında. Elinde şiir nüshaları. Anlar ni’meti. Sahibini. İki göz iki çeşme. Serâpâ ter içinde. ‘Hû!’ sesleri yükselir arş u âlâdan. Peçesiyle setr eyleyip cemâlini, koşar adım gider. Hâne-i saadetlerine. Tâdil-i erkân ile abdest alır. Okur ceddi için Yâsîn, Fâtihâ ve Nebe’. İdrâkin yakînine şehâdet eder.
Hatice Tekin
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak