‘Bilesiniz ki Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de.’1 Kur’ân-ı Kerîm’de geniş bir anlam yelpazesine sâhip olan ‘velî’ kavramı,2 ‘yardımcı, dost, seven, arkadaş, efendi ve köle’ gibi anlamlara gelmektedir.3 Terim olarak bu kavram ‘işlerini Allâh’ın üstlendiği kimse’ ve ‘Allâh’a karşı ibâdet ve itâatini tam mânâsıyla yerine getiren kimse’ olarak iki şekilde târif edilmiştir.4 Fıkıh,5 kelâm6 ve tasavvuf7 disiplinlerinin konusu olan velî kavramı, her disiplinde kendine özgü bir içerik ve bu içeriğin bireye yüklediği çeşitli sorumluluklarla konu edinilmiştir. Tasavvufî sistemde velî yâni Allâh’ın dostu olabilmek için ibâdet ve tâatte sürekli olma ve bireyin/sâlikin işlerini Allâh’ın üstlenmesi gibi hususlar yerine gelmelidir.8 Sehl b. Tüsteri ise ‘velî kendinden sürekli Allâh’ın irâdesine uygun fiiller ortaya çıkan kimsedir’9 sözleriyle Kuşeyrî’nin yukarda zikredilen tesbitini desteklemiştir. Tasavvuf ehli, velînin üç alâmeti olduğundan bahsetmiştir. Buna göre bir bireyin/sâlikin velî olarak nitelendirilebilmesi için Allah ile meşgûl olması, Allah Teâlâ’ya firâr etmesi ve üzüntüsünün de Allah Teâlâ olması gerekmektedir.10 Öyle anlaşılmaktadır ki, tasavvuf yolunda bir bireyin/sâlikin velî olması; nefsinin isteklerinden yüz çevirmesi, bütün benliğiyle Allâh’a yönelmesi, sâlih amel ve riyâzetle Allâh’ın lütfuna mazhar olması anlamına gelmektedir.11 Tasavvufî sistem açısından velî ve velâyetin önemini ise Hucvirî şu şekilde dile getirmiştir: ‘Bilinmelidir ki bütün bir ma’rifet ve tasavvuf yolunun temeli velâyet ve velâyetin kabûl edilmesi ilkesine dayanır.’12 Tasavvufî sistemin önemli dayanaklarından bir tânesi olan velî ve velâyet anlayışında sûfîlerin, ‘farz ve nâfilelerle Allâh’a yakınlaşıldığı takdirde O’nun sevgisini kazanan kulun O’nun gözü ile göreceği, kulağıyla duyacağı ve yürüyen ayağı olacağı’13 şeklindeki hadîs-i şerîfi dayanak olarak benimsedikleri görülmektedir. Yine sûfîlerce, ‘Allâh’ın öyle kulları vardır ki peygamberler ve şehidler arasında yer almadıkları halde onlar kıyâmet günü peygamberler ve şehidler tarafından mevkilerinin takdir edileceği, birbirini seven, nurdan kürsüler üzerinde oturan yüzleri nurlu kimselerdir’14 hadîs-i şerîfi de velî ve velâyet düşüncesi için bir delil olarak kullanılmıştır.15 Sûfîlerin velîye dâir görüşleri geniş halk kitleleri tarafından büyük bir kabûl görmüştür.16 Birçok sûfînin ‘velî’ nisbesiyle anılması ise bu sûfîlerin velâyete anlayışına yaptıkları bir vurgu olarak değerlendirilebilir.17 Sûfîler Velâyet Vesîlesiyle İstikameti Hedeflemişlerdir: Keşf/Kerâmet ve İstikamet Arasında Sûfîler Tasavvufî düşüncede ‘risâlet’ ve ‘imâmet’ olgusunun karşılığı olarak ‘velâyet’ kavramının kullanılması18 ve velâyet-nübüvvet tartışmaları19 bir yana, sûfîler velâyet konusunda genellikle kerâmet konusuyla birlikte anılmışlardır. Esâsında tasavvuf literatüründe ‘kerâmet’ kavramı ‘keşf’ ile birlikte ‘velîlerden zuhûr eden olağanüstü hallere işâret eden’20 bir kavram olarak kullanılmıştır.21 Keşf ve kerâmet kavramları toplumda zamanla sûfîlerin amaçlarıymış gibi bir algıya dönüşmüş ve istikametin esas gâyeleri olmadığı gerekçesiyle sûfîler zaman zaman eleştirilmiştir. Sûfîler, seyr u sülûk sürecinde Allah Teâlâ’nın kendilerine ikramda bulunduğu keşf ve kerâmetlere takılmadan bir başka ifâdeyle keşfu kerâmeti esas hedef/gâye kabûl etmeden temel amaçları olan istikamete ulaşma yolunda adımlar atmaya devâm etmişlerdir. Bu noktada keşf/kerâmet tecrübeleri ile avunmayı menzîle ulaşmak için yeterli görenleri çok açık ifâdelerle uyarmışlardır. Sûfîler, hedef saptırma gibi büyük bir yanılgı içerisinde gördükleri bu kimselere asıl hedeflerine yoğunlaşmaları noktasında telkinlerde bulunmuşlardır. Bu uyarılardan bir tânesini Kuşeyrî’nin (ö.465/1072) Risale’sinde Ebî Ali ez-Zevcî’den (ö.?) naklettiği şu ifâdelerde bulmaktayız: ‘İstikamet sâhibi olmayı iste. Kerâmeti değil. Çünkü senin Rabbin senden doğruluğu bekliyor ve doğru olmanı istiyor, kerâmet göstermeni değil. Taleb-i istikamet Rabbin rızâsıdır. Taleb-i kerâmet nefsin hevâsıdır. Ehl-i Hakk olanın ise nefsin isteklerinden kaçınıp, Hakk’ın rızâsına sığınması gerekir. En güzel kerâmet istikamettir.’22 Ebu’l-Hasan eş-Şazelî (ö.654/1256) bu konudaki uyarılarını çok daha net ifâdelerle şu şekilde dillendirmiştir: ‘Îman ve sünnet-i seniyyeye mutâbaattan daha büyük bir kerâmet yoktur. Bunlar kime verilir de o hâlâ daha başka şeylere iştiyak duyarsa gerçekten o kimse dâvâsında yalancı, sözlerinde iftirâcı yâhud gerçek ilmi elde edememiş hatâ sâhibidir. Böyle bir kimse, sultânın huzûrunda bulunma nimetine ulaşmışken ahırda hayvanların seyisliğine özenen kimse gibidir.’23 Meşhur sûfî Necmüddin Kübrâ’nın (ö. 618/1221) bu konudaki şu sözleri sûfîlerin ortak kanaatini yansıtan bir levha olarak târihteki yerini almıştır: ‘Farz veya sünnetlerden herhangi birini terk eden kimse ateş de yutsa, denizin üzerinde de yürüse, havada da uçsa iyi biliniz ki o dâvâsında yalancıdır. Bu yaptıkları da kerâmet değildir.’24 Sûfîlerin, ihsan makâmında bir kulluğu yakalayabilmek için gösterdikleri çaba netîcesinde kulun kendisine bahşedilen nimetlerin farkına varıp gerçek/mutlak varlığın sâdece Allah Teâlâ olduğu hakîkatiyle karşılaşma serüvenlerinde üzerinde durdukları önemli kavramlardan bir tânesinin velî ve velâyet konusu olduğunu söyleyebiliriz. Sûfîlere göre velâyet, Allah Teâlâ’nın kulunu kendisiyle meşgûl etmesi ve kulunu kendisine çekmesi anlamına gelmektedir. Bu hâle/makâma ulaşabilmek ve zirve bir hassâsiyetle kulluk bilincini canlı tutabilmek, bireyin/sâlikin nefsinin isteklerine set çekip sâlih amelleri yâni yaratıcının hoşnutluğunu kazanabileceği amelleri eksiksiz bir şekilde işlemesine bağlıdır. Tasavvufî sistemde Allah Teâlâ’nın dostu olmak O’na (cc) fiziksel anlamda bir yakınlık elde etmek değil O’nun (cc) istediği gibi bir kul olmak anlamına gelmektedir. Sûfîlerin düşünce sistemine göre seven sevdiğinin hâliyle hâllenmelidir ki bu da güzel ahlâkın önündeki en büyük engel olan nefsi yenmekle mümkündür. Sûfîler velâyet konusu vesîlesiyle ‘kerâmet peşinde koşma’ suçlamasıyla zaman zaman eleştirilmişlerdir. Çalışmanın satır aralarında da görüldüğü gibi onlar kerâmeti değil istikameti yâni gösteriş için amellerde bulunmayı değil velîliğin gereği olan samîmî ve istikrarlı bir kulluğu hedeflemişlerdir. Onların, Allah Teâlâ’nın bir ikrâmı olarak gerçekleşen kerâmeti utanılması gereken bir hal olarak görmeleri çok mânidardır. Çünkü kerâmetin zuhûrunda iki dostun/sevgilinin sırrının başkalarınca bilinmesi durumu söz konusudur. Hâlbuki sûfîler, dünyevî ve uhrevî her türlü beklentiden vazgeçip kendilerini ilâhî rızâya endeksleyen kimselerdir. Bu konudaki gayretleri onları büyük ölçüde gizli kalmaya ve beğenilme arzusundan uzak durmaya yönlendirmiştir. Sûfîler açısından, dost edinilecek yegâne zât olan Allah Teâlâ’nın kendileri hakkındaki değerlendirmeleri önemlidir. Onlara göre bu değerlendirmenin olumlu yönde olması da, her türlü şeklî ve bayağı sıfatlardan soyunup kaliteli ve samîmiyet üzerine inşâ edilmiş bir kulluk anlayışıyla mümkün olacaktır.
Abdullah Sivaslı (Temmuz 2016)
Dipnotlar: [1] Yunus 10/62. 2 Şu âyetlere bakılabilir: Bakara 2/257; Âl-i İmran 3/68; Mâide 5/55; A’raf 7/196; Şûrâ 42/9. 3 Mehmet Sürmeli, ‘Kur’ân-ı Kerîm’de Velâyet Kavramı’, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, cilt: III, sayı: 9 (2002), s. 305-306. 4 Cürcânî, Târifat, s.254; Sâlih Çift, ‘Tasavvufta Velâyet Kavramı: Hakîm Tirmizî Örneği’, Bursa’da Dünden Bugüne Tasavvuf Kültürü - 2, 2003, s. 122-123. 5 Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, Çev. Ahmet Efe ve Arkadaşları, İstanbul 1994, c.V, s.109. 6 Temel Yeşilyurt, ‘Kelâm Açısından Velâyet-Nübüvvet İlişkisi’, HÜİFD, sayı: 2, (1996), s. 389-408. 7 Dilaver Selvi, Kur’ân ve Tasavvuf, Şûle Yay., İstanbul, 1997, s. 132-133. 8 Kuşeyrî, Risale, s.352-353. 9 Kuşeyrî, Risale, s.355. 10 Kuşeyrî, Risale, s.356. 11 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 517-520. 12 Dâvûd-i Kayserî, Mukaddemât, nşr. ve trc. Hasan Şahin- Turan Koç- Seyfullah Sevim, Kayseri Büyükşehir Belediyesi, Kayseri 1997, s.61-63. 13 Buhari, Rekaik 38; İbn Mace, Fiten 16. 14 Tirmizî, Zühd 53, Sıfatü’l-cennet 25. 15 Süleyman Uludağ, ‘Velî’, DİA, c.43, s.23. 16 A. Azmi Bilgin, ‘Türk Tasavvuf Edebiyatının Mahiyeti’, Türkiyat Mecmuası, Bahar 2014, c.XXIV, s.4-5; Arthur F. Buehler, Çev. Orhan Ş. Koloğlu, ‘Karizmatik Otorite Nassî Otoriteye Karşı: İngiliz Hindistanı’nda Aracı Tasavvufu Reddedenlere Nakşibendî Yanıt’, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, c.13, Sayı:2, Bursa 2004, s.253-278. 17 Hacı Bayram-ı Velî (Fuat Bayramoğlu, Hacı Bayrâm-ı Velî (Yaşamı, Soyu, Vakfı), TTK Yay., c.I-II, Ank. 1989; Ethem Cebecioğlu, Hacı Bayramı Velî, TDV Yay., Ank. 1991; Abdülbaki Gölpınarlı, ‘Bayrâmiyye’, İA, c.II, s.423-426; Fuat Bayramoğlu-Nihat Azamat, ‘Bayrâmiyye’, DİA, c.V, s.269-273; Ekrem Işın, ‘Bayrâmîlik’, DBİA, c.II, s.104-107.); Hacı Bektaş-ı Velî (Ocak, A. Yaşar, ‘Hacı Bektaş-ı Velî', DİA, c.XIV, s.455-458. Aynı müellif, ‘Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’, DİA, c.XIV, s.471-472.) Şeyh Şaban-ı Velî (Şâbânîlik hakkında geniş bilgi için bkz. Ömer Fuâdî, Menâkıb-ı Şâbân-ı Velî, Kastamonu 1293; Nev’izâde Atâyî, Hadâiku’l-Hakâik fî Tekmileti’ş-Şekâik, haz. A. Özcan, İst. 1989, II, 62-63; Rahmi Serin, İslâm Tasavvufunda Halvetîlik ve Halvetîler, Petek Yay., İst. 1984, s. 117-121; L. Nihal Yazar, Halvetiyye Tarîkatının Şabâniyye Kolu, Menâkıb-ı Şâbân-ı Velî ve Türbenâme, Ank. 1985; Abdülkerîm Abdulkadiroğlu, Halvetiyye Tarîkatının Şâbaniyye Kolu Şeyh Şâbân-ı Velî ve Külliyesi, Ank. 1991; Ekrem Işın, ‘Şâbânîlik’, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (DBİA), İst. 1994, VII, 121-123; Reşat Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf (Anadolu’da Sûfiler, Devlet ve Ulemâ XVI. Yüzyıl), İz Yay., İst. 2000, s. 79-89, 95.); İshak Velî (Süleyman Derin, ‘Tasavvufun Orta Asya’da Yakın Geçmişteki Rolü: Kırgızistan Örneği’, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 7 [2006], sayı: 16, s.22.) gibi isimler ve bu isimler etrafında oluşan kültürel, siyasi ve dini kültür bu anlamda son derece dikkat çekicidir. 18 M. Mustafa Çakmaklıoğlu, ‘İbnü’l-Arabî’nin Nübüvvet-Velâyet Hakkındaki Görüşleri ve İbn Teymiyye’nin Bu Husustaki Eleştirileri’, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), yıl: 9 [2008], sayı: 21, s.213-255. 19 Metin Yurdagür, İslam Düşünce Tarihinde Hatm-i Nübüvve Meselesi’, MÜİFD, SAYI: 13-14-15, İstanbul 1997, s.303-312; Recep Önal, ‘İslam Kelamı’nda Nübüvvet’in Mahiyeti, Kapsamı Ve Gerekliliği’, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 2013, c.2, Sayı:2, s.174-175. 20 Necmüddin Dâye, Mirsâdu’l-ibâd, Tahran 1366, s.313. 21 Kaynaklarda ‘Keşf’, ‘açığa çıkarma ve perdenin açılması, perdenin ötesindeki gaybî hususlara ve hakîkate yaşayarak ve temâşâ ederek vâkıf olma’ şeklinde tanımlanırken ‘kerâmet’ sûfîlerin hayatlarında görülen denizde yürümek, havada uçmak, kısa bir sürede bir yerden diğer bir yere gitmek gibi hârikulâde olay ve davranışlar’ şeklinde târif edilmiştir. İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut Tarihsiz, c. XII, s. 510; Kuşeyrî, Risâle, s. 354. 22 Kuşeyrî, Risâle, s.103. 23 Şaranî, Tabakâtu’l-Kübrâ, Mısır 1954, c.II, s.7. 24 Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1990, 81. Necmüddin Dâye de bu konuda şunları söylemiştir: ‘Nice samîmî sâlik, aşka düşmüş tâlib ruhların harâbelerinde kerâmet kadehinden dolu dolu içip mest olurlar, bu içkinin tadını alıp sarhoşluğun verdiği şımarıklık ve gurûra kapılırlar. Hiçbir zaman ayık hâle gelemez, akıllarını başlarına toplayamazlar.’ Dâye, Mirsâdu’l-ibâd, s.220.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak