‘Nûr-i Muhammedî’ veya ‘Hakîkat-i Muhammedî’ konusu, nüveleri Sehl b. et-Tüsteri (ö.283/896) ve Hüseyin Mansur el-Hallac (ö.309/922) gibi sûfîlerin düşünce dünyâlarında bulunan,[2] İbnü’l-Arabî’den (ö.638/1240) sonra ise sistemli bir şekilde tasavvufî kaynaklarda üzerinde durulan meselelerden bir tânesidir.[3] Sûfîler bu kavramı ‘Hz. Muhammed’e (sav) mahsus nûr’ ve ‘nübüvvet nûru’ şeklinde tanımlamıştır. Bu tanımla sûfîler, Allah Teâlâ’nın ilk olarak Hz. Muhammed’in (sav) nûrunu ondan sonra diğer varlıkların tümünü yarattığı fikrine sâhip olduklarını dile getirmişlerdir. Bu yönüyle Hz. Peygamber’in (sav) nûru, ‘varlık adına ne varsa her şeyin varoluşunun temel ilkesi’ ve ‘en temel varlık mertebesi’ olmaktadır.[4] Sûfîler, bu mertebeyi ‘lâ-taayyün’ mertebesinin ardından taayyünün ilk zuhûr ettiği ‘taayyün-i evvel’ aşaması olarak isimlendirmişlerdir. Onlar, bu mertebenin sâhibi olarak Hz. Peygamber’i (sav) ‘İnsan-ı Kâmil’, ‘Hakîkat-i İnsâniye’ ve ‘Hakîkat-i Âdemiye’ şeklinde sıfatlandırmışlardır.[5] ‘Nûr-i Muhammedî’ düşüncesi, amelî ve ahlâkî mâhiyette zuhûr eden tasavvufî düşüncenin ilk dönemlerinde bulunmamaktaydı. Bu düşünce hicrî III. asırdan itibâren nazarî düşüncelere kapısını açan tasavvuf anlayışının bu tavrının bir kazanımı/getirisi olarak, Hz. Peygamber’in (sav) yaratılışı ve nûru ile ilgili baştan beri mevcut olan bazı verilerin aktüel hâle gelmesi şeklinde vücut bulmuştur. Her ne kadar bu fikrin yahudi felsefesinden, Şia’dan,[6] Yeni Eflatunculuktan[7] ve Sasani Hükümdarları döneminde yazılan bir kitaptan İslâm dünyâsına transfer edildiği gibi iddialar olsa da[8] derinlemesine yapılacak tetkiklerle bu fikrin, dış faktörlerin bâzı tesirleriyle birlikte, neredeyse tamâmının İslâm’ın temel kaynakları çerçevesinde şekillendirildiği açıkça görülecektir.[9] ‘NÛR-İ MUHAMMEDÎ’ DÜŞÜNCESİNİN KUR’ÂN ve SÜNNETTE YER ALAN BÂZI DAYANAKLARI İslâm’ın iki ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’de[10] ‘nûr-i Muhammedî’ telakkîsine temel olan güçlü dayanakları görmek mümkündür. Birçok sûfî, ‘Hani Allah peygamberlerden kesin söz/misak almıştı: ‘And olsun ki size kitap verdim, sonra sizinle beraber bulunanı doğru kabul eden bir peygamber gelince herhalde ona inanasınız ve ona mutlaka yardım edesiniz. Bunu ikrâr ettiniz mi, bunun üzerine ahdi kabûl ettiniz mi? demişti. Onlar da ikrâr ettik demişlerdi’[11] âyeti ile ‘Nûr-i Muhammedî’ görüşünü temellendirmeye çalışmıştır. Sûfîler, Allah Teâlâ’nın bu konuda peygamberlerden söz almasını en azından Hz. Muhammed’in hepsinden evvel takdir edilmiş olmasını gerekli kıldığını söylemişlerdir. Bu fikirden hareketle sûfîler, Hz. Muhammed’in nübüvvet nûrunun diğer peygamberlerin nûrunu kuşattığı sonucuna varmışlardır.[12] Yine sûfîler ‘Şüphesiz ki size Allah’tan bir nur ve çok açık bir kitap da geldi’[13] âyetindeki nurdan maksadın Hz. Muhammed olduğunu ve İslâm’ın onunla izhâr edildiğini ifâde ederek ‘Nûr-i Muhammedî’ düşüncelerine bu âyetin de işâret ettiğini belirtmişlerdir.[14] Sûfîler, Hz. Peygamber’in ‘Âdem su ile toprak arasında iken ben peygamberdim’[15], ‘Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım’[16], ‘Ben yaratılışta nebîlerin ilki, peygamber olarak gönderilme yönünden sonuncusuyum’[17], ‘Ey Câbir! Yüce Allah eşyâdan önce kendi nûrundan senin peygamberinin nûrunu yarattı’[18] ve ‘Allah ilk defa benim nûrumu yarattı; Âdem toprakla su arasında iken ben peygamber idim’[19] şeklinde nakledilen hadisleri ‘Nûr-i Muhammedî’ anlayışına temel olarak göstermişlerdir.[20] ‘NÛR-İ MUHAMMEDÎ’ DÜŞÜNCESİNİN İSLÂM DÜŞÜNCESİ AÇISINDAN ÖNEMİ ve PRATİKTE BÂZI KAZANIMLARI ‘Tenezzülât-ı seb’a’ veya ‘a’yân-ı sâbite’[21] adı verilen ve ‘vahdet-i vücûd’ düşüncesinin temel öğesi konumunda olan bu düşünce sisteminde ‘Nûr-i Muhammedî’ makâmı ‘lâ-taayyün’ derecesinin altında olan ve ‘taayyün-i evvel’ derecesi olarak kabûl edilen makamdır. Bu makâma sevgi tarzında yaratıcının tecellî etmesinden dolayı ‘taayyün-i hubbî’ de denilmiştir. Tasavvufî düşünce sisteminde yaratılışın merkezine ‘sevgi’ kavramını koyarak bütün yaratılmışlara bu pencereden bakılmasının nedeni de ‘nûr-i Muhammedî’ düşüncesidir, denilebilir. ‘Nûr-i Muhammedî’ düşüncesi yaratılmışlara/hayâta sevgi merkezli bakışın yanısıra İslâm düşünce sisteminde insana verilen değeri göstermesi bakımından da son derece önemli kazanımlara vesîle olmuştur. Çünkü bu anlayışa göre bütün yaratılmışların varoluş sebebi ve yaratıldıkları ilk nur, bir insan olan Hz. Peygamber (sav)’dir. Varlık, bu makamda en mükemmel ‘insan-ı kâmil’ olan Hz. Peygamber’in (sav) nûrunda potansiyel olarak yâni bilkuvve bulunmaktadır. Farklı düşünce sistemlerinden etkilenerek sûfîlerin ‘nûr-i Muhammedî’ düşüncesini benimseyip geliştirdikleri iddiası bir yana, sûfîlerin nazarî sistemlere kapılarını açtıktan sonra Kur’ân ve sünnetten yola çıkarak ‘nûr-i Muhammedî’ düşüncesini sistemli bir şekilde dile getirmeleri, onların anlam arayışlarındaki dayanakları kullanma açısından da önem arz etmektedir. Bir başka ifâdeyle sûfîler, Kur’ân ve sünnetten ilham alarak bu kaynaklar içerisinde serpiştirilmiş hâlde bulunan bu düşünce sistemini aktif hâle getirerek İslam düşünce sisteminin zenginleşmesine/derinleşmesine katkı sağlamışlardır. Sûfîler, bu hareket tarzıyla İslâm’ın ana kaynaklarına olan hâkimiyetlerini gözler önüne sermiş ve aslî kaynaklardan beslenerek İslâmî bir bakış açısı ile olaylara/hayâta/tabiata/canlılara bakabilme gayretlerini de gözler önüne sermişlerdir.[22] Sûfîler, ‘nûr-i Muhammedî’ telakkîsi ile dünyâya geliş sürecinden önce, dünyâda yaşadığı süre ve vefâtından sonra Hz. Peygamber’in (sav) nûrunun bir şekilde hayâtın bütün aşamalarıyla ilgili olduğunu düşünerek, hayatlarını Kur’ân ve sünnet çerçevesinde şekillendirme noktasında daha dikkatli bir hayat çizgisi tâkip etmeyi hedeflemişlerdir.[23] Sûfîlerin, bu düşünce sistemiyle Hz. Peygamber’i (sav) ‘model şahsiyet’ olarak kabûl etme noktasında diğer düşünce sistemlerinden büyük ölçüde farklı hareket ettiklerini söyleyebiliriz. Sûfîler, Hz. Peygamber’i (sav) Allah’tan vahyi/mesajı alıp insanlara ulaştıran ve vefâtıyla canlılığını yitiren, tâbiri câizse bir postacı gibi görmekten çok O’nu (sav) canlı/yaşayan bir model olarak algılayıp hayatlarına bu yönde bir istikâmet çizmeye çalışmışlardır. Son dönemin etkili isimlerinden birisi olan Mustafa Takî Efendi’nin (ö.1925) şu ifâdeleri bu noktayı teyit etmektedir: ‘Ey Fahri Kâinât! Ey yaratılmışlar içerisinde azametli rûhun sâhibi (a.s)! Allah tarafından gönderildiğiniz ümmetin kötü hâllerine elbette vâkıfsınız. Getirmiş olduğunuz açık din elbette bir mekân ile ve pek az bir zaman ile sınırlı değildi. Ezelî olduğu kadar da ebedî ve cihanşümûl idi. Küfür âlemi, günahkâr ümmetinle on üç asırdır çarpışa çarpışa onları tamâmen söndürme noktasına yaklaştırdı. Ümmetin milyonlarcası, büyük bir çoğunluğu acımasızların hüküm ve kuvveti altında kısıldı kaldı. Şimdi son bir küçük kısmı ‘Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasalar da Allah, nûrunu tamamlamaktan başka bir şeye râzı olmaz’[24] ilâhî vaadine istinâden sayı ve güç olarak azınlık olmalarına rağmen zâtınızın rûhâniyetine ve inâyetine ilticâ ederek düşmanla İslâm damlasının sonuna kadar mücâdeleye azmetti. Sınırını, canını siper ederek koruyor. Îmânı küfrün elinden kurtarmak istiyor. Lütuf ve inâyet senden, kerem ve şefaat, zafer ve başarı sendendir.’[25] Sûfîler, ‘nûr-i Muhammedî’ düşünceleriyle ‘nûr-nâme’ şeklinde isimlendirilen edebî bir türü de kültürümüze kazandırmışlardır.[26] Çalışmamızı bu edebî türün önemli temsilcilerinden olan Cafer İyanî’nin ‘nûr-i Muhammedî’ düşüncesini vurguladığı şu ifâdelerle sona erdirelim: Gör ne sulŧandur Resûl-i Kibriyâ Kân-ı irfândur güzîn-i enbiyâ Halk olınmazdan muķaddem ins ü cân Olmış-idi şâh-ı evc-i lâ-mekân Nûr-ı bâhir sâtıu’l-burhân idi Lutfı zâhir menbâ-ı vicdân idi Mazhâr idi ‘küntü kenzen’ sırrına Vâķıf ol gör kendü kimdür sırrına[27] [1] Tokat İl Vaizi. [email protected] [2] Salih Çift, ‘İlk Dönem Tasavvuf Düşüncesinde Nûr Kavramı’,Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: I, Bursa 2004, s. 139-157. [3] Yûnus’un konuya bakışıyla ilgili olarak bkz., Zülfi Güler, ‘Yûnus Emre’nin Nûr-i Muhammedî Anlatımının Türk Yaratılış Destanlarıyla Benzerliği’, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Elazığ 2006, c. XVI, Sayı: II, s. 63-72. Aziz Mahmud Hüdayî’nin konuyla ilgili değerlendirmeleri için bkz., Kadir Özköse, ‘Aziz Mahmud Hüdayî’de Nur-î Muhammedî Telakkisi’, Aziz Mahmud Hüdayi Uluslararası Sempozyumu Bildiriler I, [Üsküdar Sempozyumu III : 20-22 Mayıs 2005], Editör: Hasan Kamil Yılmaz, Üsküdar Belediye Başkanlığı Yay., İstanbul 2006] s.231-238. [4] İbrahim Hakkı Erzurumî, Marifetname, Sadeleştiren: M. Fuad Başar, Âlem Yay., İstanbul 2003, s.15. [5]Mehmet Demirci, ‘Nur-i Muhammedi’, DEÜİFD, Sayı: I, İzmir 1983, s.244. [6] Massignon, Nûr-i Muhammedi, İA, c.IX, s.369. [7] Abdulbaki Gölpınarlı, Türk Ansiklopedisi, c.XVII, Hakîkat-i Muhammediyye, s.327. [8] R.A Nicholson, İslâm Sûfileri, Çeviren: Komisyon, Ankara 1978, s.70; İbn Haldun, Mukaddime, Tercüme: Süleyman Uludağ, İstanbul 1983, s.199. [9] Ahmet Ögke, ‘Hakikat-i Muhammediyye’, Tasavvuf El Kitabı, Editör. Kadir Özköse, Grafiker Yay., İstanbul 2012, s.101. [10] İsmail Karagöz, İslam’ın Ana Kaynakları Kur’ân ve Sünnet, DİB Yay., Ankara 2004. [11] Âl-i İmran 3/81. [12] Şihabüddin Kastallani, Mevahib-i Ledüniyye Tercümesi, Çeviren: Abdü’l-Bakî, İstanbul 1312, c.I, s.5; Kadı İyaz, eş-Şifa, s.I, s.59; H. Basri Çantay, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâli Kerim, İstanbul 1962, c.I, s.97. [13] Maide 5/15. [14] Taberi, Câmiu’l-Beyân, c.VI, s.161; Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’ân; Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c.I, s.548. Bu fikre dâir düşünceleri ilk defa eserinde dillendiren Sehl et-Tüsteri, ‘Allah, Âdemoğullarının sırtlarından soylarını alıp onları kendilerine karşı şâhit tutmuştu da: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Buyurmuştu. Onlar da, evet şâhidiz, diye cevap vermişlerdi’ (Araf 7/172) âyetini ‘Nûr-i Muhammedî’ düşüncesine dayanak olarak görmüş ve açıklamasında şu ifâdelere yer vermiştir: ‘Zürriyet üçtür. Birincisi Hz. Muhammed’dir. Çünkü Allah, Hz. Muhammed’i yaratmak istediği vakit kendi nûrundan bir nur izhâr etti, o nur azamet hicâbına erişince Allâh’a bir defa secde etti ve Allah onun secdesinden büyük bir sütun yarattı. Bu içi dışı nurdan bir cam gibiydi, kendisinde Hz. Muhammed’in özü vardı.’ Tefsiru Tüsteri, s.15. Konuyla ilgili sûfîlerin Bakara 2/30, Enbiyâ 21/107, Ahzab 33/40; Ahkâf 46/34, Necm/8-9 âyetlere dâir yorumlarına da bakılabilir. [15] Tirmîzi, Sahîh, Thk. Kemal Yusuf el-Hût, Beyrut 1987, Menâkıb, I, (V, 585) [16] Taberânî, el-Mu’cemü’s-Sağîr, Medine 1968, c.II, s.82–83. [17] Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c.II, s.129, (h. No: 661) [18] En Nebhânî, el-Ahâdîsü’l-Erbaîn, Beyrut 1315, s.3, Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, c.I, s.265–266. [19] Tirmîzi, Menâkıb 1. [20] Mustafa Akman, ‘Hakikat-i Muhammedî Düşüncesi ve Bu Düşüncenin Referanslarını Aktaran İki Kaynak ve Müellifleri’, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: II, Nisan 2011- Eylül 2011, s.107-131. [21] Necmettin Şahinler, Ganiyy-i Muhtefî’den Merâtib-i Tevhîd Risalesi Yorumu, İnsan Yay., İstanbul 2011, s.33-42; 69-75. [22] Konuyla ilgili âyet ve hadislerin çeşitli yorum ve değerlendirmeleriyle ilgili bkz., Necmeddin-i Dâye, Mirsâdü’l-İbâd, (Tasavvuf Yolu), Çeviren: Halil Baltacı, MÜİFV Yay., İstanbul 2013, s.65-72. [23] Bu konuda Aziz Mahmud Hüdayî’nin ‘Hulâsâtu’l-Ahbâr’ adlı çalışmasına bakılabilir. Aziz Mahmud Hüdayî, Hulâsâtu’l-Ahbâr, (Âlemin Yaratılışı ve Hz. Muhammed’in Zuhuru), Çevirenler: Kerim Kara-Mustafa Özdemir, İnsan Yay., İstanbul 2011, s.15-167. [24] Tevbe 9/32. [25] Mustafa Takî, ‘Hitabe’, Sebilürreşat, c. XIX, sayı: 485, yıl: 1337, s. 181-182. [26] Geniş bilgi için bkz., Cafer Iyani Bey, Nur-name Varlığın İncisi, Hazırlayan:Turan Açık- Mücahit Kaçar, Büyüyen Ay Yay., İstanbul 2013, 272 s. [27] Turan Açık- Mücahit Kaçar, Sultan I. Ahmed’e Sunulan Nur-i Muhammedî Konulu Bir Eser: Nûr-Nâme, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8/1 Winter 2013, s.1755.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak