Ara

SEVENLERİNİN DİLİNDEN MAHMUT SÂMİ EFENDİ (ks)

• Gönenli Mehmed Efendi’nin Sâmi Efendinin bağlılarından Lütfi Eraslan’a söylediği sözler bu özel konumu aydınlatıcı mâhiyette: "Öyle bir zâta sahipsiniz ki bütün kâfirler bir araya gelse, gökyüzünden onu yere atsalar yine ayakları üstüne düşer. Hiçbir kâfir ona bir şey yapamaz. Zîrâ Cenâb-ı Hak tarafından teyid edilen bir vazîfesi vardır… Sâmi Efendi bu ümmetin en büyüğü idi, başka ne söylense boştur."   • Erbilli Es'ad Efendi Hazretleri "Yeryüzünde melek görmek isteyen Sâmi evlâdımızın yüzüne baksın. Sâmi evlâdımın edebine melekler gıpta ederler. Mahviyeti benden fazladır.''
 
• Bediüzzaman Hazretleri de gençliğinde Es'ad Erbilî Hazretlerinden Kâdirî dersi alırdı. Bir defâsında Bediüzzaman gittikten sonra Esad Efendi “Bu genç, gençlere hizmetle görevli. İstikbâlde gençlere îmân dâvâsında çok büyük hizmetler yapacak. Ama hâlâ kendisi bunu bilmiyor, kendisine söylenmedi” dedi.   • Abdülvehhab es-Selâhi (Şam’da Halbuni Câmii imam-hatibi, Nakşibendi meşâyihinden) “Şam ehlullâh diyârıdır. Ben bu mübârek zâtı dâima derin bir hayranlıkla temâşâ ederim. Sebebi ise bütün güzel sıfatları üzerinde toplayan, bu zât kadar Ebu Bekir es Sıddık meşrebinde bir insan görmedim.”
 
• Muharrem Harrânî Şam’da 1965 senesinde hacca giden bir topluluğa şunları söylüyordu: “Siz Mahmut Sâmi Efendi’yi bilirsiniz. Ben arzı tanırım. Şarka, garba, kuzeye ve güneye bakıyorum. Bu üstaz gibi Muhammediyyü’l meşreb bir velî kimseyi göremiyorum. Bu zat asırlar içinde ender görülen bir yüce zâttır. Kadir ve kıymetini biliniz.” • Seyyid Şefik Arvasi(Sultanahmed Câmii İmam hatiplerinden,Bediüzzaman’ın talebesi): “Ben yüzlerce meşâyih gördüm. Fakat bu zâta karşı sevgim başka.” • Konya’daki bir konferansı sonrası Necip Fâzıl: “Sami Efendiyi tanırım. İki kere elini öpme şerefine erdim. Sâmi Efendi gökten inen tâze yağmur gibidir, idrofilli pamuk gibidir, yaralara konur, tedâvi edilir.”
 
• Altınoluk dergisi yazarlarından Taha Kılınç, iki Allah dostunun münâsebetine bir örnekle farklı bir açı getirdi: " Rahmetli Bediüzzaman Hazretleri Sâmi Efendi ile pirdeş idi. Merhum; doğudan gelen hemşerileri tasavvuf yoluna intisâb etme arzularını izhar ettiklerinde, onlara adres olarak sâdece Sâmi Efendi Hazretleri'ni gösterir ve eklerdi: 'İrşadla görevli kişi Sâmi Efendi'dir ona gidiniz, biz sadece îmân hakikatlerini yazmak ve yaymakla memuruz'." Allâh rahmet eylesin. Şefaatinden bizleri de hissedâr eylesin. Rûhuna bir Fâtihâ-i şerîfe, üç ihlâs-ı şerîf okuyalım...
 
• Doksan dört yıllık ömrü boyunca bir kere ayağını uzatmamış, bağdaş kurup oturmamış olan o gül yüzlü melek, sırtını bir yere dayayarak bir lokma yemek yemediği gibi, vefâtından sonra da bacaklarını uzatmamış, cenâzesi bu hâlde yıkanmış, kefenlenmiştir. Namazı Ravza'da kılınıp Cennetü'l-Bâki'ye gelinceye kadar yine ayaklarını uzatmayan bu mübarek zât, kabre yerleştirenlerin şehâdetiyle, ancak kabre konulurken ayaklarını uzatmışlardır.
 
Günlük Hayâtı: Kur'ân'a çok düşkün, onun anlayarak okunmasını tenbih ediyor, telkin ediyor. Değerlerine düşkün.. Çok iyi lisan bilmesine rağmen Latince ilaçları bile "kırmızı hap, pembe şurup" diye kendi lisânınca anıyor. Kendisi sünnet üzere günde iki öğünden fazla yemezdi. Yediği zaman da yarım dilim ekmek ve birkaç lokma katıkla kifâf-ı nefs ederlerdi. İnsana çok düşkün, kimse kapısından ağırlığınca ağırlanmadan gitmiyor. Torunu yaşındakilere bile hitâb ederken isimlerinin sonuna “efendi” “bey” sıfatlarını ekleyerek konuşurdu.    
• Cide müftüsü Hacı Hüseyin Efendinin hastalığının şiddeti her geçen gün artar. Ve nihâyet Müftü Efendi yatağından kalkamaz olur; 'Müftü Efendi'ye ben baksam ve âilesine telgraf çekilmese' der. Es'ad Efendi de bu teklifi memnûniyetle kabûl eder. Sâmi Efendi bundan sonra tam on sekiz ay Müftü Efendi'ye en güzel şekilde hizmet ederler. Görenler onun bu hizmetine imrenirler. Müftü Efendi de yaşlı gözlerle: , "Allâhım! Bana ne ihsanda bulunmuşsan Sâmi Efendi’ye bağışlıyorum." yakarışında bulunur ve Es’ad Efendi’ye, "Sâmi Efendi evlâdımız bize hizmetle inşallah Hakkın rızâsına erdi." diye müjde veriyor. “Edeb bir tâc imiş nûr-i hüdâdan, Giy ol tâcı emîn ol her belâdan.” beytini okuyarak kendi yaşadığı edebi anlatırdı. Tevâzuu, târife sığmazdı. Herkesi kendinden üstün görürdü. Herkesin horladığı, küçük ve hakîr gördüğü miskinlerin ziyâretine gider, kendilerinden duâ talebinde bulunurdu.
Sâmi Efendi Hazretleri, her nefesinin son nefesi olabileceği düşüncesiyle dâimâ abdestli bulunmaya ve abdest üstüne abdest almaya büyük itinâ gösterirdi. Nitekim muhasebesini tuttuğu bir zâtın tesbitine göre Efendi defterleri abdestli yazardı. Yazma işi bitince defterleri kaldırır, abdest alır, biraz Kur'ân okurdu. Az sonra ezan okununca bu sefer namaz için tekrar abdest alırlardı. Mahmûd Sâmi Efendi hiç kimseye; "Bizden ders al, bizim sohbetimize katıl, sakal bırak, sarık sar, cübbe ve şalvar giy." gibi emirler vermezdi. Dikkat çekecek, fitne uyandıracak hareketlerden kaçınırdı. " • Bizim kapımız, hak kapısıdır. Nasîbi olan gelir. Hiç kimseyi zorlamayınız." derdi. İnsanların kusurlarını yüzlerine vurmaz, hatalarından dolayı onları azarlamaz ve hele nefsi için hiç kızmazdı. Kimseye kırılmaz, kimseden karşılık beklemezdi. Onlara örnek olmak sûretiyle irşâd etmeyi tercih ederlerdi.
 
Yakınlarından Ali Hüsrevoğlu diyor ki: “Sohbetleri kısa tutar ve sohbet edenleri de zaman zaman şu şekilde ikâz ederdi: “Bir insanın bir defâda dinleme tâkâti kırk beş dakika olarak tespit edilmiştir. Sözün bundan fazlasının faydası yoktur.” “İncinmemek incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir. Ama incinmemek elde değildir.”derlerdi. Hiç kimseye; "Şunu niye yaptınız veya şunu niye yapmadınız?" demez; yeme, içme ve giyinme husûsunda "Şunu alın yiyelim, bunu alın içelim, şöyle olsun veya böyle olmasın." demezdi.
 
Kendisi ile bir konuda istişâre edenlere: - Büyükler şöyle yaparlarmış veya biz sizin yerinizde olsak şöyle yaparız diyerek emir vermekten kaçınırlardı. Hayâtı belli bir düzen, nizam ve intizam içerisinde idi. Nitekim Erenköy'deki evlerinden Tahtakale'deki iş yerine gidişlerinde vapur ve trene aynı saatte biner, gişe memurlarını meşgûl etmemek, yolcuları bekletmemek için bilet ve jeton paralarını devamlı sûrette bozuk olarak verirlerdi. Rüyâ ve kerâmetlere ehemmiyet vermezler ve “En büyük kerâmet Cenab-ı Hakkı görürcesine ubûdiyet vazîfemizi kemâliyle îfâ edebilmektir” derlerdi.
 
"Bizim çocukluğumuzda Adana’da biz bir bukalemun yakaladık, getirdik, kaçmasın diye onu bir fesin altına kapattık. Fes kırmızı idi. Açtığımız zaman baktık ki, bukalemun da kıpkırmızı olmuş. Bir müddet sonra eski rengine döndü. Sonra siyah bir kadın çarşafı ile örttük. Açtığımız zaman da simsiyah bir renge girmişti. Sonra da eski rengine dönmüştü. Bukalemun hangi rengin yanında olursa o renge girdi. İşte kâlp de böyledir. Yanındakilerden renk alma kâbiliyeti vardır. Huzurlunun yanında huzur alır, gafilin yanında gaflet alır."
 
• Ali Yakup Cenkçiler Hocaefendi: “Takvâ bâbında bütün evsâfıyla selef-i sâlihînin zâhid ve âbidlerini andıran bu zâtın kemâlât-ı mâneviyesi hakkında söz söylemek bizim gibi nâçiz bir abd-i âcizin kârı değildir.”   • Mahir İz (v.1974) “O Hazret-i Sâmî’dir. Biz devr-i pâdişâhîden beri neler gördük, fakat böylesine tesâdüf etmedik.
 
• Ali Yekta Efendi (Esad Erbilî'nin halîfelerinden): "Evliyâullâh'ın tasarrufları ya kavlen ya da hâl ile olur. Sâmi Efendi'nin tasarrufu hâl iledir. Kelâmî dergâhının en feyizli günlerinde oraya devâm eden pek çok ulemâ ve fuzalâ vardı. Fakat Sâmi Efendi o zaman pek genç olmasına rağmen bugünkü gibi kâmil ve hâl sâhibi idi." Ali Yektâ Efendi, müftülüğünün yanısıra Kelâmî dergâhında seyr u sülûkunu Es'ad Efendi'den tamamlayarak hilâfet icâzetnâmesi almış bir zâttır. O, bu icâzetnâmesini ömrü boyunca saklamış ve bir gün tesâdüfen o icâzetnâmeye muttalî olan yakınlarına "Onu sakın kimseye söylemeyin. O vazîfenin ehli ve salâhiyetlisi Sâmi Efendi'dir." demişti. • Süleyman Hilmi Tunahan: Süleyman Efendi kendisini ziyârete gelen Sâmi Efendi’yi gülümseyerek karşılar ve “Şeyh baba hoş geldin. Ben senin ziyâretine gelemedim ama”dermiş.
 
• Mahmud Ustaosmanoğlu Efendinin Şeyhi Ahiskalı Ali Haydar Efendi: Sâmi Efendinin kendisini mükerrer ziyâretlerinin birinde oradakilere şöyle demişler: “Bu zâtın bizi sekizinci ziyâretidir. Biz henüz bir defâ bile gidemedik. İşte Allah için ziyâret budur, kemâlât da budur."   • Abdülvahid Mutkan Bey anlattı: “Sâmi Efendi Hazretleri benim tespit ettiğime göre Üstad Bediüzzaman Said Nursi'yi birkaç kez ziyâret etmiş. Birisinde Draman’da, birisinde zannedersem Akşehir Palas Otelinde... Orada Üstâdımız daha önceden ağabeylere tembihte bulunuyor “Hocaefendi geldiğinde elini öpün” diye.”   • Lütfi Eraslan anlatıyor; “Yunak müftüsü Süleyman Efendi bir gün M. Sâmi Üstâdımıza sormuş: “Efendim, Said Nursi hazretleri o karanlık günlerde nasıl korkusuzca cihâda devâm etti?
 
Mahmud Sami Üstâdımız cevâben buyurmuşlar ki: “Bir insanın Allah korkusu her tarafını ihâta ederse, sâir korkular onun bedenine girmeye yer bulamaz.”   • Sâdık Dânâ hazretleri: “Muhterem üstad hazretlerinin hiçbir fert ile çekiştiklerini, münakaşa ettiklerini; kimsenin gıybetini yaptıklarını gören, işiten yoktu. O büyük Allah velîsinin her an kader bahsine hakkıyla vukufları olduğu için hiçbir kimse hakkında su-i zanda bulunmazlardı. Sevenlerini katiyyen ümitsizliğe düşürmezdi. Huzûr-ı âlîlerine gelenler (her ne kadar ihmâlci ve hatâlı hâlleri var ise de) büyük bir huzur ve ümit içinde yanlarından ayrılırlardı. Sükût ve edeb ehlini çok severler, onlara yanlarından yer ayırır, iltifatta bulunurlardı. Hülâsa o, asırların yetiştirdiği istisnâi bir şahsiyetti.”
 
Mehâbetinden yüzüne bakmak, hele göz göze gelmek kâbil olmazdı. Etrâfa ziyâlar saçan gözlerinin isâbet ettiği vücûd, tir tir titrerdi. Hattâ O' nun nazarlarından müteessir olup cezbeyle düşüp bayılanlar bile olurdu. Sohbetlerinde sıkça az yemenin fazîletinden, çok yemenin zararlarından bahseder, bunu âyet, hadis ve hikmetli sözlerle anlatırdı. İhvanla birlikte yenildiğinde "ihvanla yenilende bereket vardır ve bundan suâl olunmayacaktır" buyurarak fazlaca yenilmesine müsâade, hattâ bunu teşvik ederlerdi.
 
En ciddî insanların, en otoriter sîmâların bile bir zaaf ve hafiflikleri bulunabilir. Fakat onun hayâtında böyle bir zaaf ve hafiflik hiçbir zaman görülmemiştir. İstikâmet ve edebi her yerde ve her an muhafaza edebilmek, keskin kılıcın üzerinde yürümeye benzer. Bu ancak kemâl ehli, tevfîk-i ilâhiye mazhar kimselerin kârıdır. Allah Rasûlü (s.a.) Efendimiz'in "'Emrolunduğun gibi istikâmet üzre ol!' (Hûd, 112) âyeti beni ihtiyarlattı" buyurması, bu işin güçlüğüne en güzel delildir.
 
Şöhretten ve aşırı hürmetten çok rahatsız olurlardı. Nitekim İstanbul Tahtakale'de çalıştığı yıllarda önceleri öğle ve ikindi namazlarında Rüstempaşa ve Marpuççular câmilerine cemaate devâm ederlerdi. Câmide kendisini tanıyanların aşırı tâzim ve hürmeti onu rahatsız etmiş, bilâhare bu namazları yazıhânede kılmaya başlamışlardır. Yalnız, ihvâna; - Siz cemaate devâm edin, o şeref ve fazîletten mahrum kalmayın, buyurmuşlardır.
 
Kanser olan Gürses'e ilginç müjde: Merhum Reisülkurra Abdurrahman Gürses, Sâmi Efendi'nin hayâtında müstesnâ bir yere sâhipti. 1970'li yıllarda prostat kanseriyle doktorlar hayatından ümit keser gibi olduğunda onu hastanede ziyâret eden Sâmi Efendi, ona mânevî bir işâretle yeniden sağlığına kavuşup uzun yıllar Kur'ân–ı Kerîm'e hizmet edeceği müjdesini verdi. Sâmi Efendi hafızdı ve Kur'ân–ı Kerîm'e aşk derecesinde bağlıydı. Hamele–i Kur'ân'a çok saygılıydı. Kur'ân–ı Kerîm dinlemeyi severdi. Huzurlarında bir hâfızın Kur'ân okuması gerektiğinde onu yanına çağırır, mutlaka yüksek bir yere oturturdu. Kur'ân'ı en iyi anlama yolunun onu yaşamaktan geçtiğini sık sık ifâde ederdi.
 
Gerçekten îmân edip sâlih amellerde bulunanlar ise; onlar için nimetlerle donatılmış cennetler vardır. (Lokman, 8.)

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak