Ara

Negatif Varsayımlardan (Zan) / Hamdi Hatipoğlu

Negatif Varsayımlardan (Zan) / Hamdi Hatipoğlu

Yakîn şek ile zâil olmaz.1

Varlığı kesin olarak bilinen bir şeyin, aksine delil olmadıkça ona ârız olan bir şüphe ve tereddütten dolayı yokluğuna hükmedilmez. Bütün haberler de bunun gibidir.

‘Negatif varsayım’ diye günümüz diline çevirebileceğimiz su-i zan deyiminin insan yaşamındaki yeri hiç kimsenin tahmin edemeyeceği kadar büyüktür!

“Zanla haberin ne ilgisi var?” diyebilirsiniz. Zan, haber olarak topluma yansıdığı zaman haber niteliği kazanır. Hüsnü zan güzel bir şeydir ama su-i zan açıklanırsa hadîsin ifâdesiyle “Sözlerin en yalanı”2 olur. Her haberin mutlakâ doğru olması gerekir, ama her doğruyu haber vermeye hakkımız yoktur. Hadîs-i şerîfte: “Kişinin her duyduğu şeyi söylemesi günah olarak yeter.”3 buyurulmuştur. Ortada adlî bir vak’a olmadıkça insanların her şeyini haber olarak söylemek veya yayınlamak kişisel haklara tecâvüzdür. Bir Müslüman bir müslümanın ayıbını görse bile onu örtmesi vâciptir. Hadîs-i şerîf’te: “Bir kimse bir Müslüman kardeşinin bir kusurunu görüp onu gizlerse Allah (cc) kıyâmet günü onun bin türlü hatâ ve kusurlarını gizler.” buyurulmuştur.4 Medyada haber diye yayınlanan şeylerin çoğu bu tür olayları içermektedir. Hâlbuki bu tür olayların şuyûu vukûundan beterdir. Âyette “fetebeyyenû” yâni ‘(haberi) kanıtlayın’ buyuruluyor, diğer âyette “velâ tecessesû” yâni (herkesin) gizli taraflarını araştırmayın, buyurulmaktadır.5 Tecessüs bir insanlık suçudur.

Tebeyyün; sâbıkalı olmayan, suç işleme bakımından ciddî şüpheye sebep olacak davranışları bulunmayan kimsenin gizlediği işi, davranışı veya hâli araştırmak demektir. Bu sebeple, suç teşkil edecek davranışlar içerisinde bulunan bir kimse hakkında araştırma yapmak tecessüs kapsamında değildir. Yine düşmanın plan programlarını araştırmak, tedbir almak amacıyla faaliyette bulunmak zarûret sebebiyle yasak kapsamında değildir.

Zanda bir de hazm, yâni ihtiyat vardır. İnsanın tanımadığı bir kimseyi iyi adam farz ederek ona kapılması tehlikelidir. Çünkü onun kötü olmak ve kendisini sâdık zanneden kimseye kötülük etmek ihtimâli vardır. Onun için insan, tanımadığı yâhut selâmlaştığı kimseler hakkında birdenbire hüsnü zanna kapılmamalı, her ihtimâle karşı ihtiyatlı davranmalıdır ki bu harekete “hazm” denir.6

ZAN

Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi kadar âyette zan, elliye yakın yerde türevleri geçmektedir. Bu âyetlerin çoğunda zan “vehim, kuruntu”, bâzılarında ise “kesin olmayan kanâat, kuşku, tahmin, beklenti” mânâlarını içerir. Zan kavramı hadislerde benzer anlamlarda sıkça geçer. “Kulum benim hakkımda nasıl bir zan sâhibi ise ben de öyleyim” anlamındaki kudsî hadiste7 zan kelimesinin yakîn anlamında olduğu belirtilmektedir. “Zandan kaçının, çünkü zan sözün en yalanıdır” hadîsinde geçen8 zannın “şek” mânasında kullanıldığını söyleyenler olduğu gibi buradaki zandan maksadın suizan olduğunu söyleyenler de vardır.9

Zannın bir tarafında ilim, diğer tarafında cehil vardır; doğruluk yönünden ilme en yakın olan tasdikle desteklenen zanna zann-ı gâlib adı verilir.10

Bir kimsenin aslında doğru olan tarafı da ihtimal dâhilinde görmekle birlikte asılsız olan yöne temayülü daha ağır basıyorsa bu şekilde oluşan kanâate “zann-ı kâzib” adı verilir.11

Bir kimsenin bilgisi olmamakla birlikte başka biri hakkında iyi kanâat beslemesini “hüsn-ü zan”, kötü düşüncesi ve kanâatine de “su-i zan” denilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu terkipler yer almamakla birlikte zan kavramı bir kimseyle ilgili ve kötü kanâat beslemeyi ifâde edecek şekilde geçer. Mesela ifk olayına dâir bir âyette12 mü’minlerin birbirleri hakkında iyi zanda bulunmaları gerektiği bildirilmiştir. Fetih sûresinin 6 ve 12. âyetlerinde inkârcıların Hz. Peygamber ve mü’minlerin âkıbetine dâir bozuk niyetleri ve beklentileri için “kötü zan” (zannü’s-sev’) ifâdesi kullanılmıştır. Hucurât sûresinin 10-12. âyetlerinde mü’minlerin kardeş olduğu vurgulanarak kardeşlikle bağdaşmayan davranışlar çerçevesinde, “Zannın çoğundan sakınınız” buyurulmuştur. İslâm âlimlerinin genel yorumuna göre burada bilhassa kötü zan yasaklanmış ve dolaylı olarak bir kimse hakkında -aksini gösteren başka deliller olmadıkça- hüsnüzanda bulunmak gerektiğine, zîrâ suizannın ahlâkî ve insânî zararlara yol açacağına dikkat çekilmiş, kural olarak dışarıdan bakıldığına iyi görünen bir kimse hakkında kötü zan beslemenin haram olduğu kabûl edilmiştir (İ.A., c. 44,120, 121).

Gazzali’ye göre suizan kalp ile gıybettir ve bu dil ile yapılan gıybetten farksızdır; kötü söz gibi kötü zan da haramdır. Hüsnüzan Allâh’ın, suizan şeytânın telkînidir. Suizan şeytânın insanı saptırmak için rûhuna etki ettiği kapılardan biridir. Bu sebeple hem şeytânın suizan kışkırtmasından hem de kötülerin töhmetinden sakınmak gerekir. Kötülerin içi kirli olduğundan herkeste kusur arar, başkalarını kendileri gibi kötü görürler. Sonuçta mü’min mâzur görür, münâfık kusur arar. Aynı düşünceden hareketle sırf şüphe ve zanna dayanarak insanlar hakkında gizli soruşturma yapılamayacağı belirtilir. Buna karşılık zann-ı gâlip oluşturacak derecede açık emârelerin bulunması, güvenilir kişilerden ihbar gelmesi gibi durumlarda konuyu iyice araştırıp açığa çıkarmaya cevaz verilmiştir (Gazzalî, İhya, II, 325, III,151).

Sonuç olarak zanna dayanan haber ve yorumlarda dikkatli olmalıyız. Kesin olmayan haber ve yorumlara doğrudan katılmamalıyız. İhtiyâtı elden bırakmamalıyız. Aksi takdirde iç duygularımızın esîri oluruz. Bu da bir nevi gizli gıybet sayılır. Her ne kadar dış dünyâya kapalı da olsa mânevî sorumluluğumuz devâm eder.

- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:

"Allâhu Teâlâ Hazretleri semâda bir işin yapılmasına hükmetti mi, Rabb-i Teâlâ'nın sözüne ihtiramla, melâike (aleyhimüsselâm) korku ile kanatlarını birbirine vururlar. Rabb Teâlâ'nın işitilen sözü düz bir kaya üzerinde (hareket eden) zincirin sesi gibidir. Meleklerin kalplerinden korku açılınca (Cebrâil ve Mikâil gibi mukarreb meleklere):

"- Rabbiniz ne buyurdu?" diye sorarlar. Onlar da:

"- Allah Teâlâ Hazretleri hakkı söylemiştir. Zâten O, yüce ve uludur" derler. O'nun sözünü, kulak kabartan (şeytanlar gizlice) işitir. Kulak hırsızı şeytanlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) dizilmiş ve kulak hırsızlığına hazırlanmış bulunur. -Süfyan (İbnu Uyeyne) eliyle târif etti: Parmaklarını önce (üst üste) dizdi, sonra açtı- (En üstteki, ilâhî kelâmı işitir ve alttakine verir, o da kendi altındakine verir. Böylece gele gele sihirbaz ve kâhinlerin diline kadar ulaşır. Bâzan kelimeyi aşağıdakine vermeden önce bir şahap, şeytâna ulaşır. Bâzan şahap kendisine isâbet etmezden önce kelimeyi aşağısındakine vermiş olur. (Sihirbaz ve kâhinler kendilerine bu şekilde ulaşan hırsızlama habere) yüz kadar da kendileri ilâve ederek yalanlar düzerler.

Emr-i İlâhî yeryüzünde tahakkuk edince halk kendi arasında: “Bu işin olacağı bize daha önce falan falan günlerde haber verilmemiş miydi?" derler. Böylece, semâda (kulak hırsızlığı yoluyla) işitilmiş olan haber böylece tasdîk edilir.” [Buharî, Tefsir, Sebe 1, Hicr 1; Tirmizî, Tefsir, Sebe, (3221).]

 

Açıklama:

Yıldız kayması dediğimiz şey Kur'ân ve hadîsin dilinde şahap kelimesiyle ifâde edilmiştir.

Şahap lügatte parlak ateş şûlesi mânâsına gelir. Kur'ân dilinde bu şahaplar, bâzı semâvî makamlara yükselmek isteyen şeytanlardan o makamların korunması için, melekler tarafından şeytanlara atılan şûleli ateş mermilerdir.

Yıldız kaymaları, ilmen kesin bir açıklamaya henüz kavuşamamıştır. Umûmiyetle kabûl edilen izaha göre, semâda parçalanan yıldızlar sebebiyle göktaşları mevcuttur, serseriyâne dolaşır. Bunlardan bir kısmı zamanla arzın câzibesine (yerçekimine) kapılarak hızla atmosfere girer. Çok hızlı girdiği için hava tabakasında, sürtünme sonucu ısınır ve yanar. Çok büyükleri yanıp tükenmeden arza kadar ulaşırlar. Bunlara meteor taşı denir. Nâdir de olsa meteor tâbir edilen bu göktaşları yeryüzüne düşmüş ve geniş çukurlar bile açmışlardır. Bu ilmî tasvir Kur'ân'da geçen “şihâbu'ssâkıb: delip geçen alev” (Saffât, 10) tâbirine muvâfık düşmektedir.

Yukarıdaki rivâyet, esas itibâriyle Sebe sûresinin 23. âyetini izah etmektedir ve bu maksatla Kitâbımız buraya almıştır. Mezkûr âyet-i kerîme meâlen şöyledir: “Allâh'ın katında kendisine izin verilenden başka kimse şefâat edemez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince birbirlerine: "Rabbiniz ne söyledi?" diye sorarlar. "Hak söyledi" derler. O, yücedir, büyüktür.”

Bu rivâyet, ayrıca şu âyete de açıklama getirmektedir: “Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları seyredenler için tezyin ettik. Onları kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa, parlak bir ateş onu kovalar” (Hicr, 16-18).

Bu âyet-i kerîmeyi biraz daha açıklayıcı mâhiyette olan şu âyet de mezkûr rivâyet tarafından açıklığa kavuşturulmuş olmaktadır: “Biz şu yakın göğü yıldızlarla süsleyip donattık. Ve inatçı her şeytandan koruduk. Onlar Mele-i A'lâ'yı (yâni büyük meleklerin teşkîl ettikleri cemâati) dinleyemezler. Onlar kovulmak için her taraftan (şihâb yaylımına) tutulurlar. Onlar için (âhirette de) dâimî bir azab vardır. Ancak onlardan çalıp çarpan bulunur. Onu da (gökten yere doğru) delip geçen bir alev tâkîb eder” (Saffât, 6-10).

Şeytanların gayptan haber getirmek üzere semâvâta yükselmeleri, koruyucu melekler tarafından bunlara şihâbların atılması meselesine, bâzan genişçe olarak mükerreren yer veren Bediüzzaman'dan bir pasajı buraya alıyoruz:

"...Amma bir dâire-i külliyenin, cüz'î bir hâdise-i şahsiye ile meşgûl olması, yâni kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semâvâta çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifâdelerin bir hakîkatı şu olmak gerektir ki: Semâvât memleketinin pâyitahtına kadar gidip o cüz'î haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümûlü bulunan semâvât memleketinin -teşbihte hatâ yok- karakol hâneleri hükmünde bâzı mevkileri var ki, o mevkilerde arz memleketi ile münâsebetdarlık oluyor: Cüz'î hadiseler için, o cüz'î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hattâ kalb-i insânî dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilhâm ile şeytân-ı husûsî, o mevkide mübâreze ediyorlar. Ve hakâik-i îmâniye ve Kur'âniye ve hâdisât-ı Muhammediyye (aleyhissalâtu vesselâm) ise, ne kadar cüz'î de olsa, en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmünde en küllî bir dâire olan Arş-ı Âzam'da ve dâire-i semâvatta -temsilde hatâ olmasın- mukadderât-ı kâinâtın mânevî cerîdelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medâr-ı bahsoluyor diye beyân ile berâber, kalb-i Muhammedî'den (aleyhissalâtu vesselâm) tâ dâire-i Arş'a varıncaya kadar ise hiçbir cihetle müdâhale imkânı olmadığından, semâvâtı dinlemekten başka, şeytanların çâresi kalmadığını ifâde ile, vahy-i Kur'ânî ve nübüvvet-i Ahmediyye (aleyhissalâtu vesselâm) ne derece yüksek bir derece-i hakkâniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilâf ve yanlış ve hîle ile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gâyet beliğâne, belki mucizâne îlân etmek ve göstermektir."

Dipnotlar

1 Ömer Nasuhi Bilmen, (Istılahat- ı Fıkhıyye Kamussu, c.II, mad.3,s. 256)

2 Riyazü’s-Salihin, III/143, H.No:1553, DİB. Yayınları, 2013

3 Riyazü’s-Salihîn, III/164, H.No: 1580

4 Riyazü’s-Salihin, c. – I/ 249, Hadis:231

5 Hucurat 49/12,6.

6 Tahirül Mevlevi, Şerhu’l-Mesnevi

7 (Buharî, “Tevhid”,15)

8 (Buharî, “Ferâiz”,I)

9 (Lisanü’l-Arab, “znn” md.).

10(Tehânevî, II, 939)

11 (İsl. Ans, c. 44, “zan” md.)

12 (en- Nûr 24/12)

Temmuz 2018, sayfa no: 30-31-32-33-34

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak