Ara

Nefs/Ego/Benlik İle Mücâdele Ekseninde Hayâtın Anlamlı Kılınması: Düşünce ve Uygulama Bağlamında ‘Tezkiye-i Nefs’

  Nefs/Ego/Benlik İle Mücâdele Ekseninde Hayâtın Anlamlı Kılınması: Düşünce ve Uygulama Bağlamında ‘Tezkiye-i Nefs’ Fatih Çınar İnsanoğlu var olduğu andan itibâren bahşedilen hayat sermâyesini anlamak ve anlamlı hâle getirebilmek için kendisini dur durak bilmeksizin devâm eden bir süreç içerisinde bulmuştur. Son ilâhî mesajın/Kur’ân’ın insanın maddî-mânevî yönlerini dikkate alarak telkin ettiği prensiplerle hayâta anlam katmaya çalışan müslümanlar ise bu mesajı bütün evrenle buluşturan Hz. Peygamber’i (sav) her alanda olduğu gibi anlam arayışlarında da ‘rol model’ olarak benimsemişlerdir. Bu yönüyle İslâm dünyâsı, insanın madde ile mânâ eksenindeki hassas yaratılışına uygun söz ve fiillerle hayâtı anlamlı kılma becerisini, Hz. Peygamber (sav) ve O’nun terbiyesinde/gözetiminde yetişmiş ‘sahabe nesline’ borçludur. Sahabe ve daha sonraki nesillerde kuralları ve sınırları netleşmiş bir yaşam tarzına dönüşen bu anlayış zaman zaman lâyık olduğu değeri görüp Müslümanlarla birlikte diğer inanç mensuplarını da bir iç huzûra kavuştururken, zaman zaman da ekseninden kaymasından kaynaklanan birçok sebeple yanlış anlaşılmış veya lâyık olduğu değeri görememiştir. Târihte yaşanan müsbet ve menfî örneklerin değerleriyle birlikte; gün geçtikçe büyük bir köy görünümüne bürünen günümüz dünyâsında son ilâhî vahyin/mesajın, anlam arayışında insana biçtiği rolü anlama ve hayâta bu pencereden bakarak yön verme gayretinin çağdaş insan açısından daha da önemli bir konuma/değere yükseldiği açıkça görülmektedir. Biz bu çalışmamızda geçmişte olduğu gibi günümüz insanı için de büyük önem arzeden ve hassas dengeler üzerine inşâ edilen naif yapısıyla dikkat çeken ‘tezkiye-i nefs’ konusu üzerinde durmak istiyoruz. NEFSİ ISLAH/BENLİĞİ DİZGİNLEYEBİLME YÖNTEMİ: ‘TEZKİYE-İ NEFS’ Tezkiye; benlik, ego veya nefs şeklinde ifâde edilen ve insanın hayâtını İslâm’ın temel ilkeleri (Kur’ân-Sünnet) çerçevesinde anlamlı kılmasına engel olan unsurun dize getirilmesi veya nefsin törpülenmesi gereken yönlerinin törpülenip söz dinler/itâatkâr hâle getirilmesini ifâde eden bir kavramdır.[3] Kur’ân-ı Kerim’de ‘Nefsini kötülüklerden arındıran/tezkiye eden kurtuluşa ermiştir’[4] buyruğuyla işâret edilen nefsi kötülüklerden arındırma ve güzel ahlâk ilkeleriyle tezyin etme düstûru Hz. Peygamber (sav) ve sahabe-i kirâmın hayâtında öylesine yoğun bir şekilde yer almıştır ki bu yönüyle onların hayatlarını baştan sona ‘nefs tezkiyesi süreci ve sonuçları’ olarak özetleyebiliriz. Hz. Peygamber (sav) nefsin aldatıcı ve törpülenip hizâya getirilmesi gereken konumuna ‘Allâh'ım! Benigöz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimle başbaşa bırakma’[5] duâsı ve ‘Sizin en büyük düşmanınız, iki yanınız arasında bulunan nefsinizdir’[6] gibi uyarılarla işâret buyurmuştur. Sahabe-i kiram da hayatlarını Hz. Peygamber’in (sav) bu tavsiyeleri ve hayâtını nefsin ıslâhına adayan tavrını modelleyerek zühd, takvâ ve fakrı kendilerine kılavuz kabûl ederek şekillendirmiştir.[7] Onlar, ‘nefsi dîne râm, dîni nefs için vicdân kılmak; nefsi, dînin hükmü altına sokmak’[8] için mücâdele etmişlerdir. Onlar gibi hayatlarında nefsin tasallutlarından kurtularak Kur’ân ve sünnet-i seniyye istikâmetinde hayatlarına yön vermek isteyen zâhidler/sûfîler ise bu anlayışın inceliklerini bütün derinlikleriyle sistematize etmişlerdir.[9] Örneğin Husrî’nin (ö.371/981) ‘Sûfî var olduktan sonra yok, yok olduktan sonra var olmaz’ sözü sûfîlerin anlam arayışlarında benimsedikleri kilometre taşlarından birisi olmuştur. Onun bu sözünü Kuşeyrî (ö.465/1072) ‘Yok olduktan sonra var olmaz’, demek; nefsânî âfetlerden fânî olursa, bu âfetler ve kötü huylar bir daha kendisine dönmez; ‘Var olduktan sonra yok olmaz” demek, Hakk ile meşgûl olduktan sonra, halkın değer vermemesi ile itibardan düşmez ve hâdisler (sonradan meydana gelen şeyler) ona tesir etmez demektir’ şeklinde vuzûha kavuşturmuştur.[10] Sûfîler, güzel ahlâkı ‘mihenk taşı’ olarak kabûl edip zâhir ve bâtın bütün hâllerinde Hakk’ın rızâsı istikâmetinde hayatlarını anlamlı kılabilme gayretiyle hareket ederlerken günümüz insanı büyük ölçüde anlam arayışı çizgisini ‘madde’ ile sınırlı tutma yoluna gitmiştir.[11] Bu nedenle de yediği-içtiği, makam sevdâsıyla yol aldığı, hırsları peşinde koştuğu kısaca dünyevî değerler etrafında hayâtına şekil/biçim vermeye çalıştığı için büyük hüzün ve acılarla sonuçlanan hayat öyküleri etrafımızı kuşatır olmuştur. Para, gençlik, güzellik/yakışıklılık, makam ve itibar gibi birçok nimete sâhip olmasına rağmen mutluluğu/iç huzûrunu/sükûneti bir türlü elde edemeyen bîçâre gönül sâhiplerinin serzenişleri kulaklarımızda çınlamaktadır. Anlam arayışındaki bu kayma, insanın maddeye olan bağlılığının/esâretinin de bir göstergesidir. Hâlbuki Kur’ân ve sünnet-i seniyye maddeyi inkâr etmeden mânâ ile insanın gerçek huzûra/sükûnete ulaşabileceği gerçeğini defâlarca dile getirmiştir.[12] NEFS TEZKİYESİNİN MEYVESİ: AHLÂK-I HAMÎDE Nefs tezkiyesi netîcesinde ulaşılan güzel ahlâk/ahlâk-ı hamîde sûfîlerin ulaşmayı arzuladıkları ideal hedefleridir. Bu hedefi Şeyh İslam (ö.?) ‘Senin maksûdun sendin özge nen ol/ Oşol maksudunga bu nîstlik men ol/ Kimün bolsa menlik meni bolmagay/ Tilek bir ve-lîkin hicâb yüz min ol’[13] dizleri ile dile getirmiştir. Ahlâk-ı hamîdeye ulaşabilmek için kavramı tanımayı ve hedefe ulaşma yollarını ifâde eden sûfîlerin konuya dâir bazı görüşleri şu şekildedir: Hallac-ı Mansur: ‘Yüce ahlâk, Hakk’ı mütalaa ettikten sonra artık halkın eziyetinin seni etkilememesidir.’ Kettani: ‘Tasavvuf, ahlâktan ibârettir. Kim ahlâken senden fazla olursa tasavvufta da senden fazla olmuş olur.’ Şah b. Şüca’ el-Kirmanî: ‘Güzel ahlâkın alâmeti başkasına ezâ etmeyip insanların ezâ ve sıkıntılarına katlanmaktır.’[14] Tevâzû, insanlarla iyi geçinme, îsar/başkalarını kendine tercih etme, afv ve müsâmaha, güleryüzlü olma, yumuşak muamele, yapmacık davranışları terk etme, bolca ihsanda bulunma, aza kanaat etme, münâkaşadan uzak durma, insanları sevme ve onlarla kaynaşma, iyilik yapana teşekkür etme ve duâ etme gibi birçok ilkeyle güzel ahlâk sâhibi olmanın önemini ve yöntemlerini dile getiren sûfîlerin[15] günümüz insanına bu konuda tavsiye edeceği önemli mesajlar vardır.[16] Başlı başına büyük çaplı çalışmaları gerektiren bu önemli konuyu misâl olması bakımından Hz. Mevlânâ’nın günümüz insanına yön veren bâzı mesajlarının dile getirildiği şu satırlarla çalışmamızı noktalayalım: ‘Hz. Mevlânâ’ya göre kâinâtın özü olan insan, Allâh’ın yeryüzündeki halîfesi olma şerefine sâhip yüce bir varlıktır. Ancak madde ve ruhtan müteşekkil olan bu varlık, madde yönüyle süflî, mânâ yönüyle ulvî âlemlere ulaşır. ‘Bağları kopar ve özgür ol ey oğul!’ diyerek insanlığa hitâb eden Hz. Mevlânâ ‘İnsân-ı Kâmil’ mertebesine, ben duygusunun öldürülmesi ve nefsî arzulardan kurtulmakla ulaşılabileceğini söylemektedir. Bunun için insan, evrensel hayâtı ezelden yaratan ilâhî gücü, vahdâniyet yâni birlik sıfatıyla, rûhunun tâ derinliklerinde hissederek kendisini arındırmanın mücâdelesine koyulmalıdır. Ona göre toplumdaki kötülerle ve kötülükle mücâdeleden önce fertler, kendi içlerindeki düşmanı görmeli, bencilliği, makam ve mevki sevdâsını terk etmeli, ilmin gurûruna kapılmamalı, ihtiraslarına yenilmemeli ve hepsinden önemlisi Allah yolunda ‘ölmeden önce ölmeyi’ bilmelidir. Bu yolda kişi yiğitliğin hakkını vermeli, gerek ferdî gerekse toplumsal yaşantısında zorluklardan yılmamalıdır. Hz. Mevlânâ’ya göre aynı dili konuşanlar değil; aynı duyguları paylaşanlar anlaşır. Sevgi, tahammül ve hoşgörü ile açılmayacak kapı yoktur. ‘Sevgiyle acılar tatlılaşır, sevgiyle dertler şifâbulur. Sevgiyle ölüler dirilir. Sevgiyle pâdişahlar kul olur. Barış dalgaları kâlplerden kinleri atar, savaş dalgaları ise sevgiyle altüst eder. Kin ve nefret gelince göze yüz perde iner, mârifetler görünmez olur. İnsanoğlu ihtiyaçlarına çözümler ararken akıl ve bilginin en üstün değer unsurları olduğunu bilmelidir. Fakat akıl sınırsız olan bilginin çok az bir kısmını ihâta edebileceğinden, hakîkati aramada o, küllî akla müracaat etmek zorundadır. İnsan bu engin ufuklara ancak akl-ı küll ile ulaşabilir. Güç, adâlettir; adâlet ise herkese lâyık olduğunu vermektir prensibini benimseyen Mevlânâ, doğrunun ve hakkın hâkim kılınması, yanlışlıkların ve kötülüklerin bertarâf edilmesi için hiçbir fedâkârlıktan kaçınılmamasını, bu uğurda sabır, metânet, tahammül, sevgi ve hoşgörüyle ilerlenmesini öğütler.’[17]   [1] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.V, s.42. [2] Acluni, Keşfu’l-hafâ, c.II, s.143. [3] Tehânevî,Keşşafi Istılâhâti'l-Fünûn, c.I, s.688; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yay., İstanbul 2002, s.354; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yay., İstanbul 2005, s.661. [4] A’la 87/14. [5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.V, s.42. [6] Acluni, Keşfu’l-hafâ, c.II, s.143. [7] Sahabe-i Kirâm’ın zühd, fakr ve takvâ eksenli hayâta bakışlarıyla ilgili olarak bkz., Ebû Dâvud es-Sicistânî, Kitâbu’z-zühd, tah.: Ebû Temîm Yâsir b. İbrahim, Ğanim b. Abbas, Kahire 1993, s. 111,121-125; İmâm-ı Rabbânî, Mektubat-ı Rabbanî, çev.: Abdülkâdir Akçiçek, Cümle Yay., İstanbul 1985, c. I, s. 131, 33. Mektup. [8] Kadir Özköse, Tasavvuf ve Gönül Eğitimi, Nasihat Yay., Ankara 2008, s.8. [9] Bu konuda bkz., Hasan Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdayi ve Celvetiyye Tarikatı, İstanbul Tarihsiz, s.183; Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1981, s.98-101. [10] Kuşeyrî, Ebu’l-Kasım Abdülkerim, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t-Tasavvuf, haz.: Ma’ruf Zerrîk, Ali Abdulhamid Baltacı, Darü’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 283. [11] Muhammed Gazali, İslam’ın Manevî Boyutu, Şura Yay., İstanbul 1999, s.109-110; Hasan Kayıklık, Tasavvuf Psikolojisi, Akçağ Yay., Ankara 2011, s.93-107. [12] Örneğin bkz., Şems 91/7-10; Buhari, Rikâk, 3; Müslim, Kitâbu'z-zühd, 1,3. [13] Şeyh İslam, Mu‘înü'l-Mürîd, Hazırlayanlar: Recep Toparlı, Mustafa Argun, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2008, s. 142. Şeyh İslam’ın bu konudaki geniş değerlendirmeleri için bkz., Adem Çatak, ‘Şeyh İslam’ın Mu’înu’l-Mürîd Adlı Eserindeki Bazı Tasavvufî Kavramlar’, Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 7/2 Spring 2012, s. 286-297. [14] Abdülkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, Yasin Yayınevi, İstanbul 2003, s.331-335. [15] Şihabüddin Sühreverdî, Avarifü’l-Maarif, Çeviren: Dilaver Selvi, Semerkand Yay., İstanbul 1999, s.289-367. [16] Örnek olarak bkz., Vahit Göktaş, ‘Tasavvufi Terbiye’nin Günümüz Din Eğitim-Öğretimine Sunabileceği İmkânlar’, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 52:2 (2011), s. 137-155. [17] Abdullah Öztürk, ‘Modern İnsanın Buhranlarına Hz. Mevlana'nın Mesajları’, Sekizinci Milli Mevlana Kongresi (Tebliğler), Selçuk Üniversitesi Basımevi, Konya 1997, , s.145-154.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak