Tasavvuf erbâbı tövbe ve zühd makamlarının hakkını verdikten sonra mücâhede kılıcını kuşanmak zorundadır. Sâlikin nefsine, egosuna, içgüdü ve dürtülerine karşı verdiği mücâhede, uzun soluklu bir mücâdeleyi gerektirmektedir. Kabahatlerin, günahların ve aşağı niteliklerin kaynağı olan nefis ile mücâdele “en büyük cihâd” kabûl edilmiştir. (Schimmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, 1999:120)
Mücâhede terimi Kur’ân-ı Kerîm’in temel kavramlarından biridir. Mücâhede kelimesi türevleri ile birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de 41 yerde geçmektedir. Kur’ân’daki anlam boyutlarından hareketle sûfîler mücâhede kelimesini, Hakk’ın rızâsını kazanma uğrunda nefsin arzularına karşı durmak anlamında kullanmışlardır. (Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 1995:382; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri 2004:520)
Dünyevî kaygıların beyhûdeliğine, nefis esâretinden kurtulmanın gereğine dikkatimizi çeken Câhidî Ahmed Efendi (ö. 1070/1660), nefisle yapılan mücâdeleyi gazâ olarak nitelemekte ve riyâzetin ne kadar önemli ve zorunlu olduğunu şu şekilde hatırlatmaktadır:
Çek riyâzet ber-murâdın vermesin emmârenin
Kahr ile cenk ile öldür nefsine eyle gazâ
Geç bu dünya dostluğundan çün bekâsı yok anın
Câhidî’nin tut sözünü isteme illâ rızâ (Câhidî, Dîvân, vr.31a)
Tasavvufî terbiyenin iki boyutundan bahsedilmektedir. Bunlardan birisi mücâhede, diğeri ise müşâhededir. Mücâhede arınma ameliyesi, müşâhede ise aydınlanma safhasıdır. Mücâhede tasavvufun zühd boyutu, müşâhede ise irfan ve hikmet boyutudur. Mücâhede safhasında sûfî, günahlardan ve kötü düşüncelerden uzak kalmanın çabasını güder, birtakım riyâzet uygulamalarından geçer ve sonunda kalbini tasfiye etmenin ve nefsini tezkiye etmenin gayretine bürünür. Böylesi bir mânevî temizlenme aşamasından sonra aydınlanma safhası gerçekleşir. Dolayısıyla bu arınma safhası, aydınlanma evresi için bir tür hazırlık sürecidir. Kalbini ilâhî rahmetin tecellîsine hazır hâle getirebilmesi için sûfînin mücâhedeyi elden bırakmaması gerekmektedir. Konuyu ayna sembolü nokta-i nazarından ele alacak olursak, bireysel ve târihsel zühd evresi kalp aynasının parlatılıp cilâlanmasına, aydınlanma ve tasavvuf evresi ise cilâlanmış aynanın kendisine gelen mârifet ışıklarını almasına tekabül etmektedir. (Uluç, İbn Arabi’de Sembolizm, 2007:110)
Sûfîden beklenen kendini gerçekleştirmesi, fıtratına yaraşır bir duruş sergilemesi, özünü koruması ve kendi iç dünyâsına yolculuk yapabilmesidir. Kendini gerçekleştirmek ise kişinin bir anda veya kolaylıkla sağlayacağı bir durum değildir. Sûfînin gitmek istediği menzil uzun ve ince bir yolculuğu gerektirmektedir. Yol harâmîlerle, hırsızlarla, belâ ve musîbetlerle doludur. Yola çıkan dervişin mücâdeleyi ve cehdi mihenk edinmesi gerekmektedir. (Haksever, Yakub-ı Çerhî, 2005:182)
Nefsi tanımak, kusurlarını ve zaaflarını görebilmek, illet ve hastalıklarının farkına varmak yolculuğa çıkarken ilk yapmamız gereken görevdir. Zîrâ kişinin noksanını bilmesi gibi irfânı olmaz. Hatemu’l-Asam’ın (ö. 237/851) dediği gibi, insanın herkese tahammülü olabilir belki, ama nefsine tahammülü gerçekleşemez. (Kuşeyrî, er-Risâle, 1993:244)
Ebu Bekr Tamestânî (ö. 340/951) ise en büyük nîmeti nefsin esâretinden kurtuluş olarak görmekte, nefsi kişinin Allah ile arasındaki perdelerinin en kalını olarak nitelemektedir. (Kuşeyrî, er-Risâle, 1993:423)
Kötülüklerin kaynağı nefistir. Nefse muhâlefet ise ibâdetlerin başıdır. Yapısında kötülüğü emredicilik vasfı bulunan nefsin bütün çabası, kulu Allâh’ın emirlerini ihmâle sevktir. Nefsin bu hîlesinden kurtulmanın yolu, onun ayıplarını araştırmak ve sevk ettiği kötülüklere tavır koyabilmektir. Anlamlı bir hayâtın gerçekleşmesi, nefsin arzularına uymakla değil onun dürtülerine engel olmakla mümkündür. Nefsin insana musallat oluşu her zaman kötülükleri fısıldamasıyla da olmaz. Bâzan nefis hayır, iyilik, ibâdet ve itâat cihetinden de insanın tefessüh etmesine yol açabilir. İbâdetlerine veya hayırlı işlerine riyâ ve gösteriş karıştırarak amelin fâsid olmasına yol açar. Dolayısıyla nefse karşı uyanık, tetikte ve dikkatli olmak gerekmektedir. Bu gerçekten hareketle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (ö. 672/1273) bizleri şu şekilde uyarmaktadır:
“Nefsin sağ elinde tesbih ve Kur’ân vardır ama yeninde de hançer ve kılıç gizlidir.
Onun mushafına, onun riyâsına kanma… kendini onunla sırdaş, haldaş yapma!” (Mevlânâ, Mesnevî, 1998:III/207)
Mevlânâ’nın bu dizelerinden de anlaşılacağı üzere nefis, kimi zaman bizlere yaptığımız o güzel ibâdetlerimizi, namaz ve niyazlarımızı zevk kaynağı olarak göstermeye kalkışabilir. İbâdetlerimizi alışkanlık hâline, âdet boyutuna ve merâsim derekesine indirmeye kalkışabilir. (Schimmel, İslâm’ın Mistik Boyutları, 1999:121) Bu tehlikeye dikkat çeken Seriyyü’s-Sakatî (ö. 257/870) tasavvuf yolunun yolcularına şu şekilde seslenmektedir: “Ey gençler topluluğu! Benim yaşıma varmazdan önce, var kuvvetinizle çalışınız. Zîrâ o yaşa geldiğinizde benim zayıfladığım gibi zayıflar, benim kısalttığım gibi kısaltırsınız!” (Kuşeyrî, er-Risâle, 1993:429)
Bu tesbitlerden anladığımız, nefis mücâhedesinin esâsı ve temeli nefsi alıştıklarından ayırmak, bütün durumlarda onun arzusunun aksini yapmaya çabalamaktır. Nefsin kişiyi iyiliklere değil de kötülüklere sevk etmesinin iki önemli hasleti vardır. Bunlar da şehvetlere dalmak ve itâat hallerinden uzak durmaktır. Ahmed İbn Ata el-Edemî’ye (ö. 309/921), Allâh’ın gazabına kulu en hızlı bir şekilde yaklaştıran husûsun ne olduğu sorulmuş. O da, “nefsi ve nefsin hâllerini görmek” cevâbını vermiştir. Sonra da şöyle ilâve etmiştir: “Bundan daha fenâsı kulun amelinin karşılığını düşünmesidir (nefse ve hâllerine değer vermesi, Allâh’ın yardımı ile işlenen amele Allah’tan karşılık istemesidir.)” (Kuşeyrî, er-Risâle, 1993:151-154). Burada yine Seriyyü’s-Sakatî’nin şu uyarısına yer vermek istiyorum: “Zenginlerin komşuluğundan, çarşılarda Kur'ân okuyanların ihtilâtından (onlarla berâber oturup kalkmaktan) ve saltanat sâhiplerinin emrindeki âlimlerin (müftüsü ve hocası olup onların şahsına fetvâ veren) arkadaşlığından kaçının!” (Kuşeyrî, er-Risâle, 1993:429)
Bâzan kötülüğü işlemeye bâzan da hayırlı amellerimizin mayasını bozmaya çalışan nefsin bu tabiatını dikkate aldığımızda Hakk’a ulaşmanın yolunun benliği yok etmek, varlığı Hakk’ın varlığında fânî kılmak olduğu tesbitini ortaya koymamız gerekmektedir. Bu gerçeği Nasreddin Hoca’nın (ö. 683/1284) şu fıkrasında çok iyi bir şekilde görmekteyiz:
Mahalle çocukları, muziplik olsun diye, Hoca’yı ağaca çıkartıp pabuçlarını çalmaya karar vermişler. Hoca yanlarından geçerken, kendi aralarında: (bu ağaca çıkabilene aşk olsun!) diyerek Hoca’nın yüzüne bir tuhaf bakmışlar. Hoca, onların bu şakalarını anlamazlıktan gelerek:
- Ağaca çıkmak da bir iş mi? Ben çıkarım, demiş. Çocuklar:
- Çık da görelim demişler, bu iş lafta olmaz.
Hoca besmeleyi çekerek hemen eteklerini beline sokmuş, pabuçlarını da kuşağına yerleştirmiş. Oyunlarının bozulduğunu gören çocuklar, Hocaya sormuşlar:
- Pabucunu neden aşağıda bırakmıyorsun?
Hoca gülerek cevap vermiş:
- Belki ağaçtan öte bir yol gider…
Nasreddin Hoca, bu nüktesinde aslında bizlere büyük bir ders veriyor. Öncelikle benliğini ağaca benzetiyor. Pabuçlarını beline sokmakla hem kötü niyetlilerin planını bozuyor hem de hakîkat yolunun benlik ağacından ötelere gittiğini anlatıyor. Nüktede çocuklar Hoca’ya ‘Ağaçtan öte yol gider mi?’ diye sormamışlar ama Nasreddin Hoca’nın düşünce dünyâsını iyice incelediğimizde; ‘Evet. Yol, benlik ağacından öteye de gider; hattâ hakîkat yolu benlik duygusunu terk ettikten sonra başlar.’ diyeceğini de belirtmemiz yerinde olacaktır (Şimşek, Nasreddin Hoca ve Tasavvuf, 2005:140-141).
Tasavvuf erbâbına göre seyr u sülûk eğitimiyle, Hakk’a kul olmanın gerçekleşmesi kolaylaştırılmakta ve hızlandırılmaktadır. Mânevî olgunluğa ermek için bâzı prensiplere riâyet etmek şarttır. Hiçbir şey kendiliğinden meydana gelmez. “Okumadan âlim ve gezmeden seyyah” olunmadığı gibi, mücâdelesiz ve murâkabesiz de sûfî olunmaz. İnsanlar meşreplerine, fıtrî yapılarına ve karakterlerine göre üç tarzda bu yolculuğu gerçekleştirebilirler. Tasavvuf ıstılâhında bu yollara “tarîk-ı ahyâr”, “tarîk-ı ebrâr”, “tarîk-ı şüttâr” ismi verilmiştir. Bu çerçevede Zerrûkiyye tarîkatının pîri Ahmed ez-Zerrûk (ö. 899/1493) nefis terbiyesini gerçekleştirmenin şu beş yükümlülüğü yerine getirmeye bağlı olduğunu söylemektedir:
- Az yemek sûretiyle mîdenin hafifletilmesi
- Karşılaşılan her sıkıntıda Allâh’a sığınmak
- Korktuklarının gerçekleşmesinden kaçınmak
- Gerek tek başına gerekse cemâat hâlinde salevât getirip istiğfarda bulunmak
- Allâh’a dâir ve Allâh’ın emirleri kapsamında sohbette bulunmak. (Azûzî, Ahmed Zerrûk 1998:97)
Meşhur sûfî İbrâhim en-Nasrabâzî (ö. 367/977) ise nefsi kişinin hapishânesi olarak görmekte, kişinin ebedî kurtuluşunu da nefis hapishânesinden kurtuluşuna bağlamaktadır. (Kuşeyrî, er-Risâle, 1993:429). Âşık Paşa’ya (ö. 733/1332) kulak verecek olursak o, nefis mücâdelesi yapan alpın velâyet, riyâzet, kifâyet, aşk, tevekkül, şerîat bilgisi, himmet, ilim ve dostları mücâhede unsurları olarak görmesi gerektiğini belirtmektedir. (Aynî, Türk Ahlakçıları, 1993:25)
Pâdişâhın avcısı doğan avlayınca, önce onun gözünü, sonra ayaklarını bağlar. Bunu yapmaktan da kastı, doğanın nefsini köreltmek, vahşîliğini gidermek, uysallaşmasını sağlayıp avcı olarak kendisine alıştırmaktır. Gözlerini bağladıktan sonra avcı, doğanın gündüzleri aç ve susuz, geceleri uyanık kalmasına özen gösterir. Evcilleşen ve kendisine alışan doğana, avcı sonunda avlamayı öğretir. Avlamayı öğrenince, pâdişâhın huzûruna götürür. Doğan pâdişâhın yanına gelip eline konar. Avcının kastı kuru kuruya ve acımasız bir hâlet-i rûhiye ile doğanın gözünü ve ayaklarını bağlamak, onu aç, susuz ve uykusuz bırakmak değildir. Ana gâye avcının ona avlamayı öğretebilmesidir. Aslında avcının maksadı salt doğanın avı yakalamayı öğrenmesi de değildir. Avlamaktan maksat pâdişâha yaklaşmasını sağlamaktır.
Avcı-doğan metaforunda olduğu gibi, bir mürşid-i kâmil de doğan mesâbesindeki dervişlerini avlar. Onları derviş edinince uyguladığı halvet eğitimiyle onların gözünü bağlamış olur. Uzlet eğitimiyle dervişlerinin dilini bağlar. Riyâzet eğitimiyle onları günlerce aç ve susuz bırakır, geceleri uyanık tutar. Sonunda dervişin nefsini köreltmeyi başarır. Bu tür tedbirlerle tekkeye gelen dervişin hayvânî, yabânî ve şeytânî kuvvetleri azalır. Şeyh Efendi daha sonra dervişlerine avlamayı öğretir. Dervişin avı ilim, mârifet, muhabbet, ibâdet, hizmet, ahlâk, müşâhede ve muâyenedir. Avlamayı öğrenince derviş sonunda pâdişahlar pâdişâhı Hz. Allâh’ın huzûruna varır, O’na yakın olmayı başarır. Allâh’a (cc) yakın olunca derviş kurtulanlar zümresine girer. (Nesefî, İnsan-ı Kâmil, 1990:53)
Said Havva (ö. 1409/1989) tasavvufî mücâhedenin insanı nasıl kemâle erdirdiğini, diğer felsefî ve ideolojik yapıların insanda gerçekleştirdikleri değişimden ne denli farklı bir usûlle yetiştirdiğini masonluk örneğinden hareketle şu şekilde açıklamaktadır: “Masonluk hareketleri, localarına katılmayan insanlara kaba ve saba taş ismini veregelmişlerdir. Çünkü onlara göre toplumda uygun yerini alacak şekilde yontulmuş değildir insan. Masonluk, taşı belki yontabilir. Lâkin taş yine bütün katılığıyla taş kalacaktır. Tasavvuf ve onun çevreleri ise bütün mükemmellikleriyle onları yetiştirmeye bizzat kâdirdir. Allâh’a kulluk görevlerinin tümünü yerine getiren, başkalarıyla ilişkilerde en büyük fedâkârlığı yapan, her şeyi ile edeb, acıma, merhamet, sevgi, fedâkârlık ve nezâket ile kâim bir toplum meydana getiren insanı yetiştirmektedir.” (Havva, Ruh Terbiyemiz, 1986:27-28)
Said Havva’nın da ifâde ettiği gibi sûfîler uyguladıkları mücâhede yöntemleriyle nefsin öldürülmesini değil, ıslâhını hedeflemişlerdir. Nefsin enerjisini bayağı tutkuların peşinde koşmak için değil, rûhî ve mânevî gelişimi gerçekleştirmek için kullanırlar. Nefis azgın ata benzetilmiştir. Yabânî atın iyi bir tımar gördükten sonra evcilleşmesi nasıl mümkün, yeni evcilleşmiş hayvanlardan faydalanmak nasıl yerindeyse, öyle de azgın nefsin Hakk’ın huzûrunda secdeye varması ve kendini kullukla mânevî kıvâma erdirmesi istenmektedir.
Ebubekir eş-Şiblî’ye (ö. 334/945), “Bu yolda size kim kılavuzluk etti?” diye sormuşlar. Şiblî şu şekilde cevâp vermiştir: “Bir köpek. Onu bir gün, bir su kıyısında susuzluktan neredeyse ölmüş bir halde iken gördüm. Su içmek için suya eğilince sudaki aksini görüyor, korkup geri çekiliyordu; onun başka bir köpek olduğunu sanıyordu. Sonunda susuzluğu öyle bir noktaya geldi ki korkusunu bir kenara itip suya daldı; ‘öteki köpek’ kaybolmuştu. Köpek, kendisi ile arzusu arasındaki engelin yine kendisi olduğunu ve artık yok olduğunu gördü. Benim engelim de, kendi benim olarak aldığım şeyin aslında kendi engelim olduğunu öğrendiğimde ortadan kalktı. Benim yolum bana bir köpeğin davranışı ile gösterildi.” (Arastesh, “Sufizm”, 2000:41)
Tasavvuf bir tür nefsi terbiye etme işidir. Bütün tasavvufî terimler ve teknikler bu hedefi yakalamak içindir. Riyâzet ve mücâhedenin varmak istediği nokta, nefs-i emmâre hâlinde olan nefsi, nefs-i mutmainne hâline yükseltmek, eşref-i mahlûkât olan insanı şânına yaraşır bir seviyede tutmaktır. Bunun bir başka adı “kendini bulmak”tır. (Kara, Gönül Mektupları, 2003:27-28)
Özetin özetini ve konunun özünü yansıtması bakımından yazımızı Pîr Niyâzî-i Mısrî’nin (ö. 1105/1694) şu dizeleriyle sonlandırmak istiyorum:
“Bulan özünü gören yüzünü
Bir yüzü dahî görmek dilemez
Vuslatta olan hayrette kalan
Aklın diremez kendin bulamaz
Her şâm u seher odlara yanar
Hem benzi solar ağlar gülemez.
Âşık olagör sâdık olagör
Cehd eylemeyen menzil alamaz
Meftûn olalı mecnûn olalı
Bu Mısrî dahî akla gelemez.” (Mısrî, Dîvân-ı İlâhiyât, 2013:440-441)
Haziran 2020, sayfa no: 44-49
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak