Nakşbendîyye tarîkatında uygulanan ve genellikle toplu olarak icrâ edilen zikir şekillerinden biri de Hatm-i Hâcegân’dır. Kaynaklarda bu ȃyine hatm/bitirmek denmesinin sebepleri şu şekilde sıralanmaktadır:
1. Olması istenen işin bu zikir ve duâ sayesinde bitip hatm/hallolacağı düşüncesiyle hatm-i Hâcegân adı verilmiştir;
2. Fâtiha sûresinin Kur’ȃn’ın tümünü kapsadığı kabûl edilmektedir. Bu zikir de Fâtiha sûresiyle başlar ve biter. Dolayısıyla bu zikri yapanlar ȃdetâ Kur’ȃn’ı hatmetmiş gibi telakki edilmiş ve zikrin adına hatm-i Hâcegân denmiştir;
3. Sohbet meclisinden ayrılmak isteyen şeyhler meclisi bu zikirle sona erdirdikleri için adına hatm-i Hâcegân denmiştir.1
Hatm-i Hâcegân tamlamasındaki Hâcegân ifâdesi bu zikrin tarîkatta Hâcegân döneminden itibâren uygulanmakta olduğunu îmâ etmektedir. Nitekim bazı kaynaklarda Hȃce Abdülhâlik-i Gucdevânî’ye nisbet edilen bir hatm-i Hâcegân terkîbinden bahsedilir. Bazı kaynaklarda ise bu zikrin Hâcegân dönemi öncesinde Bayezid-i Bistȃmȋ, Ebu’l-Hasan el-Harekȃnȋ ve Yusuf-ı Hemedânî gibi şeyhler tarafından da uygulanmakta olduğu öne sürülmüştür. Nakşbendîliğin ilk döneminde yazılan eserlerde Hatm-i Hâcegân konusuna yer verilmemiş olması bu ȃyinin tarîkatta sonraları önem kazandığını göstermektedir.2
Nizameddin Hȃmȗş’un (ö. 853/1449 ?) mezarları ziyâret ederken bir Fâtiha, bir Âyete’l-kürsi, 12 İhlas ve salavattan oluşan bir tür “hatm” yaptığı bilinmektedir. Ancak klasik anlamda hatm-i Hâcegân konusundan bahseden muhtemelen en eski eser Ahmed Kâsânî’nin müridlerinden Dost Muhammed Sahhaf b. Nevruz Ahmed Kişi Ahsiketi Falizkar’ın (ö.974/1566) Tenbihü’d-dallin ve’l mudillin adlı eseridir.3
Hatm-i Hâcegân önceleri “istenen bir işin olması ya da bir musîbetin giderilmesi” gâyesiyle ihtiyaç duyulduğunda yapılan duâ mâhiyetinde bir ȃyin idi. Ancak XVIII. yüzyıldan itibâren periyodik hâle getirilmiş ve haftada iki defa, Pazar ve Perşembe günleri çoğunlukla ikindi namazından sonra icrâ edilir hâle gelmiştir. Bu ȃyinin akşam veya yatsı namazından sonra da yapılabileceği kaydedilmiş, ayrıca Hatm-i Hâcegân’dan sonra şeker, üzüm, hurma veya helva gibi tatlı bir şeyin yenmesi, Cuma geceleri yatsı namazından sonra ise hatm-i salavat adıyla başka bir âyin icrâ edilip bunu ardından şerbet içilmesi gibi gelenekler ortaya çıkmıştır.4
Abdülhâlik-ı Gucdevânî’ye nisbet edilen ve meşhur olan hatm-i Hâcegân terkîbi şu şekildedir: 7 Fâtiha sûresi, 100 salavat, 79 İnşirah sûresi, 1001 İhlas sûresi, 7 Fâtiha sûresi, 100 salavat ve duâ.
Bahâeddîn Nakşbend’e nisbet edilen bir başka hatm-i Hâcegân terkîbi ise şu şekildedir: 15 istiğfar, râbıta, 100 salavat, 500 Yâ hafîye’l-eltaf edrikni bi-lutfike’l-hafî, 100 salavat, sonra meclistekilerden birinin aşr-ı şerif okuması.5
Bâki Billâh’a nisbet edilen hatm-i Hâcegân terkîbi ise şöyledir: 15 istiğfar, râbıta, 7 Fâtiha, 100 salavat, 500 Yâ Bâkî ente’l-Bâkî, 7 Fâtiha, 100 salavat, sonra meclistekilerin birinin aşr-ı şerif okuması.6
Hatm-i Hâcegân tek kişi olarak yapılabilir ise de çoğunlukla toplu olarak icrâ edilir. Çok sayıda sûre ve salavâtın okunması fazla zaman alacağından bunlar zikre katılanlara belli miktarda taksim edilir. Zikri şeyh veya onun izin verdiği kişi idâre eder. Hatm-i hâcegân diğer tarîkatlardaki toplu zikirlerin aksine alçak sesle (hafî) icrâ edilir. Ancak XVIII. asırdan itibâren bazı Anadolu Nakşîlerinin Hatm-i Hâcegân’ın sonunda bir miktar cehrî zikir yaptıkları da bilinmektedir. Muahhar kaynaklarda Gucdevânî’ye nisbet edilen terkîbe “Hatm-i Hâcegân-ı kebir”, Bâki Billah’a nisbet edilen terkîbe “hatm-i Hâcegân-ı sağir” adı verilmiş ve zikre katılanlar on kişiden az ise hatm-i Hâcegân-ı sağirin icrâ edileceği kaydedilmiştir. Katılımcılar az olunca Bahâeddîn Nakşbend’e nisbet edilen Hatm-i Hâcegân’ın uygulanacağını ya da katılanların yedi kişi olması gerektiğini öne sürenler de vardır. Bu farklılıklar zamanla ayrı Nakşî kolları içinde oluşmuş gelenekler olmalıdır.7
Hatm-i Hȃcegȃna başlarken râbıta-i mevt yapılır. Hayat ve ölümün içiçe olduğu bir yaşam serüveni tecrübe edilir. Ölüm gerçeği ile her hatmede yüzleşilir. Ölmeden önce ölmek şuuruna erilir. Günün veya haftanın muhasebesi yapılarak ânı yaşamanın ve hayâtın sorumluluğunu kuşanmanın gereği öğretilir. Zikir kayıtlardan kurtulmanın, gaflet perdesini yırtmanın, nefsȃnȋ duygulardan uzaklaşmanın, bizi Allah’tan alıkoyacak her türlü mâsivâdan uzaklaşmanın çabası değil midir? O halde âhiret duygusundan ve âhirete hazırlık gayretinden yoksun derviş olur mu? Dervişin iç dünyâsı cevelan ve heyecan içerisinde, kıpır kıpır, gözü açık, gönlü pak ve idrâki yüksek olmalıdır. Hatm-i Hȃcegȃn dervişin sonsuzluk şerbetini içme çabasıdır. Ölümsüzlüğü idrak ölüm gerçeğini idrakle anlaşılır. Âhiret hayâtının dünyâ hayâtına tercih edilmesi Nakşbendiyye geleneğinin en temel şartıdır. Râbıta-i mevt gerçekleştirilirken hayâtın ne kadar kısa olduğu, her fânî gibi bizlerin de ölümü tadacağı, Azrâîl (as)’ın emâneti almaya geleceği, rûhun bedenden elbet bir gün ayrılacağı, ruhsuz cesedin hareketsiz kalacağı, dostların üzülüp ayrılık acısına düşeceği, tüm yakınların acı haberi alıp toplanacağı, Müslümanların kardeşlik sorumluluğu gereği bedenimizi yıkayıp kefenledikten sonra cenâze namazımızı kılacağı ve bizi kabre koyacakları, kabre koyduktan sonra herkesin ayrılacağı, amelimizle başbaşa kalacağımız, kabir hayâtının serencâmı, mahşer gününü dehşeti, mizanda amellerimizin tartılacağı, cennet ve cehennemde ebedî hayâtımızın yaşanacağı tefekkür edilerek Hz. Peygamber’le (sav) komşuluk dileği, Peygamber Efendimiz’in (sav) muhabbetine nâil olma arzusu, ilâhî affa mazhar olma iştiyâkı, acı âkıbetlerden korunma niyâzı terennüm edilir. Ölümle hiçliğimiz, ölüm gerçeğiyle sorumluluk çabamız, ölümle sonsuzluğa kapı aralama çabamız sağlanmış olur. Ölüm tefekkürüyle kalbi rikkate eren, tefekkürü derinleşen, mâsivâya gönül vermeyen, gündelik hayâtın kaygısına kapılmayan derviş hatm-i hȃcegȃna başlarken erenler kervânına katılma arzusunu tâzeler.
Râbıta-i mevt tamamlandıktan sonra bu kez râbıta-i mürşid gerçeleştirilir. Telebbüsȋ râbıta dediğimiz şeyhin sûretine bürünme, şeyhin kisvesini takınma çabası gerçekleştirilir. Gönül verilen tasavvuf yolunun uzun ve ince bir yol olduğu, katedilen bu yolun tehlikelerle dolu olduğu, seyr u sülük eğitiminin hassâsiyet gerektirdiği, takvâ, verâ, ihsan ve tevhid yolunda hassas dengeleri gözetmek gerektiği öğretilir. Böylesi yaman yola kılavuzsuz çıkılamayacağı, bir bilene eşlik etmek gerektiği, tehlikeleri önceden haber verecek duyarlı bir sese ihtiyaç duyulacağı hatırlatılır. Tasavvuf yolunda dervişi ayak kaymalarından, yanılgı ve sürçmelerden kurtaracak bu uyarıcının adı mürşid-i kȃmildir. Mürşid-i kȃmil dervişin sevdâsı, hasreti, gıbta edeceği sîmâ, muhabbet beslediği kaynaktır. Derviş nasıl sevmesin mürşidini? O kendisinin âhiret inancını pekiştirmekte, o kendisini dalâlet çukurundan çıkarmaya çalışmakta, o cehâletini izâle etmeye ömrünü adamakta, o ahlȃkȋ zaaflarını bir bir giderip kemâle ermesini sağlamakta, o nefsine ve şeytânın aldatmalarına kanmamasını sağlamakta, o Allâh’ı ve Resûlünü herşeyden öte sevmeyi öğretmekte, o kendisine cennet yollarına sülûk etmeyi sağlamaktadır. Bir baba şefkatini, bir dost sesini, bir cana can katan hüviyetini, kendisini olduğu gibi kabûl edip değer veren tavrını sergileyen mürşidini derviş hiç unutamaz. Zâten tasavvuf bir vefâ geleneği değil mi? Zâten tasavvuf kiminle ve nasıl birliktelik sağladığına dikkat etme sanatı değil mi? Zâten tasavvuf zevk-i selîm’e, akl-ı selîm’e ve kalb-i selîm’e erme çabası değil mi? Dünyâsının ve âhiretinin kurtuluşuna çaba sarfeden sâdıklarla berâber olmak, sâlih bir zâtın nazarına giriftâr olmak, Hak dostlarının muhabbet halkasına dâhil olmak dervişin vazîfesidir zâten. Gözünü ve gönlünü bürüyen böylesi bir mürşidin hatırlandıkça hem sûreti hem de sîreti dervişin nabzını artırır, dikkatini çeker ve kanını cevelan kılar. Mürşid-i kâmil ilâhî işâretlere dikkat çeker. Râbıta-i mürşid yapılırken şeyhin iki kaşı arasına nazar kılınması şeyhin sûretiyle oyalanmak değil o sûretin çağrıştırdığı ilâhî nûra, mânevî neşeye, ahlâk-ı hamîdeye, İslȃmȋ yaşam ölçüsüne, ilâhî hikmetlere duyulan susamışlıktır. Dolayısıyla hatm-i hȃcegȃn öncesinde yapılan bu râbıta dervişte bir bilinç gelişimi, bir kimlik dokusu, bir âidiyet şuuru ve bir istikâmet çizgisi belirler. Hatm-i Hȃcegȃn günlük koşuşturmalarla ilgi dağılması yaşayan dervişin muhabbet merkezli insânȋ ilişkileri kazanma deneyimini öncelikli hâle getirir.
Râbıta-i mevt ve râbıta-i mürşidden sonra asıl râbıta olarak râbıta-i kalb yapılır. Murâkabe dersi yerine getirilir. Muhasebeden ve muhabbet tâlimi yaptıktan sonra murâkabe dersi icrâ edilirken derviş nazarında mürşidin de ilâhî hakîkatleri telkin, takdim, temsil ve tebcil eden bir vâsıta iklimi olduğu fikri yerleştirilir. Tasavvufta gâye Allâh’ın rızâsına kavuşmaktır, vuslattır ve ilâhî muhabbettir. Bu ulvî gâye uğrunda peygamberler de kutsal kitaplar da ibâdetler de ilim de birer vâsıtadır. Kȃbe’nin ilâhî tecellîlere işâret eden bir vâsıta olması gibi mürşid-i kâmil de Peygamber sevgisini ve Peygambere tâbi olma şuurunu aşılayan bir mânevî doktordur. Mürşid odur ki sevenlerini Muhammed Mustafa (sav)’e benzetmeye çalışan olsun. Dolayısıyla Nakşbendilikteki bu ölüm ve mürşid râbıtası kalbin dirilişini hazırlama çabasıdır. Derviş sâdece Allâh’ın kuludur. Dervişin tüm derdi Allâh’ın kalbine nazar kılmasını sağlayabilmektir. Râbıta-i kalb, dil ve dudak deprenmeden, ses ve sedaya bürümeden, karanlık bir gecede kapkara bir taşın üzerindeki bir karıncanın kara ayaklarının yürüyüşünü görenin Allah olduğunu düşünerek kalbin derinlerinden “Allah” diyebilmektir. Allâh’ın adını kalbe nakşedebilmektir. Allâh’ın adına kurbân olan bir dünyâ inşâ edebilmektir.
Râbıta-i kalble kalbini zikre hazır hâle getiren dervişler topluluğu biraraya geldiğinde mürşid-i kâmilin huzûrunda halka-i zikri kurarlar. Hatm-i hȃcegȃnda seslerin yükseltilmesi, kontrolsüz tavırlar, yaka paça yırtmalar, taşkın sesler, bağırtı ve çığırtılar olmaz. Hatm-i Hȃcegȃnda dervişin gözleri kapalı, boynu bükük, tüm dikkatler kalbe dönüktür. Zikreden, dilden çok gönüldür. Hafif ve âhenkli bir ses tonuyla zikrin tefekkürüne dalmak esastır. Mûsikî âletleri ve teganni hatm-i Hȃcegȃnda yer almaz. Doğal bir sedayla dervişin Hakk’ı zikri esastır. Hatm-i Hȃcegȃnda halkaya katılanların sayıya riâyet etmeleri, nefislerini kontrol altında tutmaları, ânı yaşamaları, kalbe teveccüh etmeleri, nefy u isbȃt zikrini icrâ kılmaları, taşkın hareketlerde bulunmamaları, zikre gözyaşını eşlik etmeleri, istiğfarla arınmaları esastır.
Hatm-i Hȃcegȃnın sonunda silsile-i sâdaatın herbirinin ismi hayırla yȃd edilir, herbirinin mânevȋ kemâllerinden istifâde arzulanır, geleneğin esaslarına dikkat çekilir, silsileyle taşınan Muhammedȋ hakîkatlere kulak verilmeye çalışılır, duâya koyulurken Hakk’tan talepler en samîmî bir dille beyan kılınır. Dolayısıyla hatm-i Hȃcegȃn arınma çabası, tefekkür saati ve muhabbet halkasıdır.
Prof. Dr. Kadir Özköse (Şubat 2016)
Dipnotlar:
Necdet Tosun, Bahâeddîn Nakşbend –Hayâtı, Görüşleri, Tarîkatı-, İnsan Yayınları, İstanbul 2002, s. 320.
2 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 320.
3 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 320.
4 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 320.
5 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 321.
6 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 321.
7 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 321.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak