Şehrezûr’a bağlı Karadağ beldesinde 1192/1778 yılında dünyâya gelen Hâlid b. Hüseyin’in lakâbı Ziyâüddin ve nisbesi el-Bağdâdi’dir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî diye tanınır olmuştur. Vasiyetindeki “Vakfiyemi imâmımız Muhammed b. İdris eş-Şâfii’nin mezhebine göre vakfettim” şeklindeki ifâdelerden mezhebinin Şâfiî, öğrencisi ve mürîdi meşhur fakîh İbn Abidin’e “Ben Hz. Osman(ra) evlâdındanım” demesinden de Hz. Osman (ra) neslinden olduğu anlaşılmaktadır. Karadağ’da Câf aşîretinin Mikâili kabîlesinin Âlî Bekî koluna mensup bir şahsiyet olarak köklü bir âileden olan el-Bağdâdi, i’tikâden Eş’ari, tarîkaten Nakşî ve meşreben Müceddidî’dir.
1. Yetişmesi
Karadağ medreselerinde Kur’ân-ı Kerîm öğrenerek tahsiline başlayan el-Bağdâdî, Şâfiî fıkhı ile ilgili Abdülkerim er-Râfiî’nin (ö.623/1226) eserini, Abdülhamid ez-Zencânî’nin (ö.656/1258) sarf ilmine âit metnini okumuş, nahiv ve nazım sahasında kendisini yetişmiştir.
İlim ve irfânını artırmak için Süleymaniye’ye giden el-Bağdâdî, buradaki Abdurrahman Paşa Mescidinin müderrisi Abdülkerim el-Berzencî’nin (ö.1213/1798) derslerine devâm etmiş, Molla Muhammed Sâlih (ö.?), İbrâhim Beyârî (ö.?), Abdullah Hırpânî (1254/1838) gibi âlimlerin ders halkalarına katılmıştır.
Daha sonra Köysancak ve Harir’e giden el-Bağdâdî, burada Abdurrahim ez-Zeyârî’nin (ö.1180/1766-?) Tezhibü’l-Mantık üzerine yazdığı Şerhü’l-Celâl adlı eserini hâşiyeleriyle birlikte okumaya başlar.
Köysancak ve Harir’deki tahsili sonrasında Süleymaniye’ye dönen el-Bağdâdî, burada ve yakın bölgelerde Şemsiyye, mutavvel, Hikmet, Kelâm İlmi ile Muhtasaru’l-Müntehâ’yı okuyarak Bağdat’a gitmiştir. Bağdat’ta ulemânın ilgisine mazhar olan Mevlânâ Halid, Süleymaniye’ye dönünce Baban vâlisi İbrâhim Paşa tarafından müderrislik teklifinde bulunulmuş, fakat el-Bağdâdî liyâkatsizliğini beyân ederek görev almaktan kaçınmıştır.
1207-1212/1792-1797 yılları arasında gerçekleşen bu tahsil hayâtı çerçevesinde el-Bağdâdî 1212/1797 yılında Senendüc’e giderek Şeyh Muhammed Kasım es-Senendücî’den (ö.1234/1818) hesap, hendese, usturlab, felek ilmini öğrenmiş ve Süleymaniye’ye dönmüştür.
Hâlid-i Bağdâdi tahsil hayâtı bağlamında Kadı Beyzâvi tefsirini, İbn-i Hacer el-Mekkî’nin Tuhfetü’l muhtac adlı eserini, es-Seyyid es-Sened’in kelâm ile ilgili şerh ve hâşiyeleri ile Siyâlkûti hâşiyelerini, Velî Ali Şerif Ahmet b. el-Hayderî tarafından Devvânî’nin Adûd risâlesi üzerine yazdığı el-Muhâkemât ve Şerhü’l-İşârât adlı eserlerini, ilm-i hey’etten Tezkire şerhleri ve benzeri birçok zor metinleri kendiliğinden izah edebilecek ilmî gücü kazanmıştır. Okuduğu ve tâkip ettiği bu ve benzeri temel eserle el-Bağdâdî; tefsir, hadis, fıkıh, tasavvuf, akâid, sarf, nahiv, bedi’, beyân, meâni, va’z, âdâb, arûz, usûl, mantık, hikmet, hey’et, hendese, belâğat, kelâm, usturlab gibi ilimlere vukûfiyet sağlamıştır.
2. Hocaları
Mevlânâ Hâlid, yetişme döneminde değişik âlimlerden ilim tahsil etmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin hem temel eğitimini hem ihtisas eğitimini aldığı âlimlerden bâzısını şu şekilde sıralayabiliriz: İbrâhim Beyâri (ö.1185/1771), Abdurrahîm Zeyârî (ö.1180/1766), Abdülkerim Berzencî (ö.1213/1798), Abdurrrahîm Berzencî (ö.1215/1800), Muhammed Kasım es-Senendecî (ö.1234/1818), Abdullah Hırpânî (ö.1254/1838) ve Abdullah ed-Dihlevî (ö.1240/1824).
3. Hac Yolculuğu
İlim tahsili için bölgenin ilim merkezlerini dolaşan el-Bağdâdî, tahsilini müteakip hocası Aldülkerim el-Berzencî’nin (ö.1213/1798) vefâtıyla boşalan Süleymaniye’deki medresede yedi yıl müderrislik yapmıştır. Onun bu tedris faaliyeti aklî ve naklî ilimlerdeki kemâlinin ardından gerçekleşmiştir. 1205/1805 yılına kadar gerçekleşen bu tedris faaliyetinin ardından Mevlânâ Halid’in gönlünde hac ibâdetini edâ etmek derdi hâsıl olur. Hem haccını edâ etmek hem de iç dünyâsında hissettiği mânevî boşluğu gidermek ve kâmil bir mürşid aramak gâyesi ile hac yoluna çıkar. Çıktığı bu yolculuğunda Musul, Diyarbakır, Urfa, Halep yolu ile Şam’a varan el-Bağdâdî, Şam’ın ileri gelen âlimleri ve Dârü’l-Hadîs muallimi Şeyh Muhammed el-Küzberî’nin (ö.1221/1806) sohbetini dinleyip onlarla ilmî müzâkerelerde bulundu. Kendisinden müselsel hadis icâzeti aldı, yine Şam’da görüştüğü Şeyh Mustafa el-Kürdî’den Kâdiriyye tarîkatı icâzeti aldı.
Edebî yönü güçlü olan el-Bağdâdî, Medîne’ye vardıklarında Resûlullâh (sav)’in kabrini ziyâret ederek onu Farsça bir kasîde ile medhetmiştir. Hâlid-i Bağdâdî’nin Divan’ında yer alan bu kasîdenin ilk iki beyti şu şekildedir:
Büred gül reşk ez Tûy-i Muhammed
Hûyeş hûn güşte ez hûy-i Muhammed
Siper–şod pîş peykâni gam ân–kü
Nazar dâred ber Ebrû-yi Muhammed.
Medîne’de kaldığı süre içerisinde vaktinin tamâmını Mescid-i Nebevî’de geçiren ve sâlih zâtlarla görüşen el-Bağdâdî, bu esnâda kendisini tasavvufa bağlayan hâdiseyi şöyle nakletmektedir:
“Medîne’de bulunduğun bir gün, hacılar arasında dolaşırken birden istikâmet ve riyâzât sâhibi olduğu anlaşılan Yemenli âlim ve âmil bir zâtla karşılaştım. Sıradan bir insanın âlim bir zâttan nasîhat istemesi gibi bir tavır takınarak kendisinden nasîhat talep ettim. Pek çok nasîhatlerde bulundu ve bana; ‘Mekke’de bulunduğun sürece sana ters bile gelse gördüğün hiçbir harekete karşı çıkma’ dedi ve gitti. Hacılarla Medîne’den Mekke’ye ulaştım. Yemenli zâtın nasîhatlerini dâimâ hatırlamaya gayret ediyordum. Bir cuma günü, mescide ilk gelenlere vâdedilenden deve kurbânı ecrine nâil olmak için Mescid-i Harâm’a erken geldim. Kâbe’ye karşı oturup Delâil-i Şerîf okumaya başladım. Bu arada siyah sakallı, sıradan biri gibi giyinmiş bir adamın geldiğini ve sırtını Kâbe’nin duvarına dayayıp yüzünü bana çevirdiğini gördüm. İçimden ‘Bu adam Kâbe’ye karşı edep dışı davranıyor’ diye düşündüm. Fakat o zâta hiçbir şey söylemedim. Bu sırada bana hitâben; ‘Bilmez misin, Allah katında mü’min olan bir kimseye saygı ve hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha büyük ve önemlidir. Yüzümü sana dönmeme niçin itirâz ediyorsun? Medîne’de yapılan nasîhati ne çabuk unuttun.’ dedi. Bunun üzerine onun büyük bir velî olduğunu anladım. Ve hemen ellerine kapandım. Ondan özür dileyerek beni irşâd etmesini istedim. O da ‘Senin irşâdın bu diyarda değildir’ deyip eliyle Hindistan taraflarını işâret etti. ‘İşâretler sana bu yönden gelecek ve irşâdın orada olacaktır’ diyerek sözünü tamamladı. Bu hâdiseler vukû bulunca, beni maksuda ulaştıracak mürşidi Mekke ve Medîne’de bulmaktan ümîdimi kestim ve haccın menâsikini tamamlayıp Şam’a döndüm.”
el-Bağdâdî Hacc dönüşünde yolu üzerinde bulunan beldelerdeki âlimlerle görüşüp aradığını bulamamanın üzüntüsü ve bu mânevî işâretin verdiği müjdenin tahakkukunu beklemek ümîdiyle Süleymaniye’ye dönüp müderrislik görevine devâm etti.
4. Hindistan Yolculuğu
Süleymaniye’de medreselerinde müderrisliğini sürdüren Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin hac sezonunda yaşadıkları sonucu her geçen gün tasavvufa olan ilgisi artar. Şeyh Abdullah ed-Dihlevî (ö.1240/1824), halîfesi Mirzâ Rahimullah Muhammed Derviş Azimâbâdî’ye (ö.1260/1844) “Hâlid’e selâmımızı ilet, bu tarafa gelsin” diyerek Şeyh Mirzâ’yı Süleymaniye’ye göndermiştir.
Süleyaniye’ye gelen Şeyh Mirzâ’nın sohbetlerine katılan Mevlânâ Halid-i Bağdâdî’ye Şeyh Mirzâ şeyhinden bahseder. Şeyhi hakkındaki tanımlamalardan sonra kendisini Hindistan’a şu ifâdeleriyle dâvet eder: “Benim kâmil, âlim, mürşid ve ârif olan; tarîkat-ı Nakşibendiye’ye mensup, irşâd ve sülûkun inceliklerini bilen; Muhammedî ahlâka, ilm-i hakîkiye sâhib bir şeyhim var. Benimle Cihânâbâd’a gel.” Söylenenlerin etkisinde kalan ve Şeyh Mirzâ’nın bahsettiği Şeyh Dihlevî’ye hayranlığı artan el-Bağdâdî Şeyh Mirzâ ile birlikte 1224/1809 yılında Hindistan istikametinden yolculuğa çıkar. Hindistan’a gitme iştiyâkını ve Şeyh Abdullah ed-Dihlevî (ö.1240/1824) ile görüşme ve tanışma arzusunu el-Bağdâdî, Divanı’nda şu beyitlerle ifâde etmektedir:
Der Şamü ve Mekke ât ez Kâr-ı vâ neşüd
Min ba’ o subh-ı râ berehi Hind Şâm-ı kün
Hûd râ bi hâk-i pây-i ğulâm Ali fiken
Mahv-ı hevây-ı ravza-i dâr’s-Selâmi kün.
Rey, Tûs ve Câm yolunu tâkip ederek İran coğrafyasında yolculuk yapan Şeyh Mirzâ ve el-Bağdâdî, meşhur âlim İsmâil Kâşî ile buluşup ilmî münâzaralarda bulunmuşlardır. Daha sonra Bistam, Harakân, Simnân ve Nişâbür şehirlerine uğrayan Şeyh Mirzâ ve el-Bağdâdî, Bistâm’da Beyâzîd-i Bistâmî’nin kabrini ziyâret esnâsında kaleme aldığı kasîdesinde şöyle seslenmektedir:
“Sultan Bâyezîd türbesi hürmetine yâ Rabb! Yâni Bâyezîd’in bürhânın kesinliği hürmetine yâ Rabb!
Mekânsızlık kartalı yuvası hürmetine yâ Rabb! Yâni Bâyezîd’in sana olan mânevî yakınlığı ve mevkii hürmetine yâ Rabb!
Yâ Rabb! O şerefli meşrebin genişliği ile Ebû Yezîd’în hudutsuz iştiyâkı hakkı için.
Yâ Rabb! Tâlihli pîr Ebû Yezîd’in sinesindeki harâret ile onun îman meş’alesinin nûru hakkı için.
Yâ Rabb! İki silsile hâlinde Hz. Peygamber’den Ca’fer-i Sâdık’a kadar uzanan Ebû Yezîd’in büyük mürşidleri hakkı için.
Cenâb-ı Gulâm Ali’den Ebü’l-Hasan Harakâni’ye kadar ulaşan tek tek Ebû Yezîd’in bütün mürîdleri hakkı için.
İlâhi! Ebû Yezîd’in irfân hazînesinden kimsesiz, zavallı ve sinmiş Hâlid’e bir kapı aç.”
Tûs kentine vardıklarında İmam Ali Rızâ’nın (ö.203/818) kabrini ziyâret ederler. Bu ziyâret esnâsında Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî şu kasîdeyi kaleme alır:
“Arşdan yüce ve kubbesinin ışığından bütün âlemin aydınlığı bu makam kimindir?
Burası evliyâlar kâfilesine başkanlık eden kişinin makâmıdır.
Bu makâm Peygamberin (sav) iki gözünün nûru mesâbesinde olan zâtın yattığı yerdir.”
Benzer bir şekilde Hz. Ali’nin makamlarını ziyâret esnâsında Farsça kasîde yazan ve Câm şehrinde Ahmed en-Nâmekî el-Câmi’nin makâmına vardığında onu bir kasîdeyle yâd eden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Herat’a vardıklarında Abdullah Herâtî ile görüşmüş, Herat âlimleri ile ilmî toplantılar gerçekleştirmiş ve Herat halkının teveccühüne mazhar olmuştur. Yolculuğu esnâsında Kandehar, Kâbil ve Peşâver üzerinden Lahor bölgesine, oradan da Senâullah Nakşibendî’nin meskûn olduğu kasabaya intikâl eden el-Bağdâdî, orada kaldığı günü şöyle anlatır:
“Bu kasabada bir gece kaldım. O gece rüyamda Şeyh Abdullah ed-Dihlevî’nin mübârek dişleri ile beni tutup kendine doğru çektiğini gördüm. Fakat ben gitmek istemiyordum. Sabah olunca Şeyh Senâullah’a gittim. Henüz rüyâyı haber vermeden bana hitâben; ‘Kardeşimiz, seyyidimiz Şeyh Abdullah ed-Dihlevî’nin hizmetlerine mazhar oldunuz. Üzerinize teveccüh eden Allâh’ın bu bereketi ile sevininiz’ diyerek Şeyh katında fütûhâtımın hâsıl olacağı müjdesini verdiler. Böylece Abdullah ed-Dihlevî’nin hizmetlerinin beni cezbettiğini anladım. Nitekim bu cezbe gücünden olacak ki benim için artık orada durmak mümkün olmadı. Oradan ayrılarak Cihânâbâd adıyla anılan Hindistan’ın merkezi Dihle şehrine bir senede vardım. Yemin ederim ki Abdullah ed-Dihlevî’ye varmadan kırk gün önce nefehât ve işâretleri bana ulaşmıştı.”
1225/1810 yılında Hindistan’a ulaşan el-Bağdâdî, Cihânâbâd’a vardığı gece kaleme aldığı kasîdesinde yolculuğu sırasında karşılaştığı olaylardan bahsetmekte ve mürşidini şu şekilde övmektedir:
“Emel ve arzuların ka’besine giden yol sona erdi. Bu mesâfeyi sona erdirme lütfunda bulunan Allâh’a hamd ü senâlar olsun.
Sen ‘Hayf’ denilen mekânda gecelemeyi, ‘Muhâsır’ denilen vâdide koşmayı ‘Mina’ya yönelmeyi ve çukurlara ulaştırmak için taş atmayı bırak.
Acz ifâdem, hayret düşüncemdir. Alâ külli hâl susmaktan başkası doğru değildir. Medîne’ye iştiyâk ve Kâbe’den ayrılış derdi yüzünden yürek iki kehribar arasına düşmüş bir saman çöpü gibidir. Hâlid! Mâdem dost (Allah) her yerde görünebilir. O halde O’nun evinden ayrılsan da kederlenme.
Ey âlemlerin Rabbı! Mürşidin hatırı için bu yüce zâta lâyık bir edep ve terbiyeyi nasîb eyle.”
5. İntisâbı ve icâzeti
1225/1810’da Hindistan’a ulaşan el-Bağdâdî, Şeyh Abdullah ed-Dihlevî’nin hizmetine başlayıp mânevî terbiyesine girmiş, seyr ü sülûka tâbi’ tutularak beş ay gibi kısa bir sürede “huzûr ve müşâhede ehli” olarak hocasından icâzet almıştır.
el-Bağdâdî, şeyhinin izniyle Abdülaziz el-Hanefî en-Nakşibendî’nin (ö.1239/1824) derslerine devâm ederek hadis, tefsir, tasavvuf, ahzâb ve evrâd icâzeti almıştır. 1225/1810 yılının sonuna doğru Abdullah ed-Dihlevî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çiştiyye tarîkatlarından icâzet vermiştir.
Seyr u sülûkünü tamamlayarak Nakşibendiyye meşâyihi arasına katılan el-Bağdâdî, şeyhi Abdullah ed-Dihlevî’nin işâreti ile memleketine irşâdla görevlendirilmiştir. Bağdat’a gitmesi ed-Dihlevî tarafından emredildiğinde, el-Bağdâdî şeyhine; “O bölgede irşâda nasıl kâdir olabilirim? Çünkü orada büyük âlimler ve insanların ilticâ ettikleri, itibar gösterdikleri Berzenciyye ve Haydariyye sâdâtı vardır. Bunlar ise benim irşâd faaliyetlerime engel teşkil eder” deyince Abdullah ed-Dihlevî; “Sen me’mûr edildiğin yere git. Kısa zamanda buranın ahâlisi büyük ve küçükleriyle sana gelip hizmetine girecek ve saygı göstereceklerdir. Daha ne istersen verebilirim” demesi üzerine Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî’nin “Dîni murâd ederim ve dînin kuvveti için dünyâyı da isterim” demiştir. Hocası ise; “Sen git. İstediklerinin hepsini sana verdim. Ülkene dönüşünde şehirlere ve Hindistan’ın falan bölgesine uğradığında kâmil evliyâdan bir kimseye gidip selâmımı ilet ve kendisinden duâ talep eyle” buyurmuştur. el-Bağdâdî Hindistan’dan ayrılırken bizzât hocası, ashâb ve mürîdleri ile onu iki saatlik mesâfeye kadar yolcu etmiştir.
Prof. Dr. Kadir Özköse (Ocak 2017)
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak