İnsanın Allah’la (cc) olan bağlantısını koparmaması için onunla dâimâ bilinçli bir iletişim içerisinde olması gerekir. Bunun da yolu evvelâ Hz. Peygamber’i (sav) örnek alarak; anlamını, helâllerini-haramlarını öğrenerek, âyetlerin vâkıa-vahiy ilişkisini kavrayarak, mesel ve kıssalar üzerinde tefekkür ederek ve nüzûl dönemini bilerek Kur’ân-ı Kerîm’i okumaktır. Okuyup öğrendiklerini hayâtına katmaktır. İslâm’ın emretmiş olduğu ibâdetlerin tamâmı insana Allâh’ı (cc) hatırlatır. Namazın, cihâdın, orucun, zekâtın ve haccın zikir; hatırlatma yönü vardır. İrâdeli ve niyetli her hayra yönelik davranışta, Allâh’ı hatırlama söz konusudur. Duâlar, sâlih insanlarla yapılan nitelikli toplantılar; Tefsir, Hadis, Fıkıh, Akâid ve Tasavvufi çalışmalar da Allâh’ı (cc) hatırlatırlar; O’na karşı görevlerimizi öğretirler. Bu öğrenim ne kadar üst seviyede ve bilgilenme temelli olursa o denli takvâmız artar. Takvâdaki bu artış, insanı peygamberlerin yoluna sevk eder; onlar gibi çalışkan, dirençli, ihsan hâlinde ibâdet eden, çevresine ve olaylara kayıtlı olan, fıtrata ve ilâhî irâdeye aykırı eylemlere direnen ve kötülükleri değiştiren bir insan tipi ortaya çıkarır. Bu bağlamda şunu belirtmek gerekir ki kitapların da, peygamberlerin de gönderiliş sebebi Allâh’ı (cc) tanıtmaktır. İnsanlardaki eksik ve yanlış anlayışları gidermek ve Allâh’ı (cc) “hakkıyla öğretmektir”.
Olayı Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (sav) açısından değerlendirecek olursak; İslâm’ın ilk muhatapları Allâh’ı (cc) kabûl etmeyen, risâlet kurumu ve gaybla ilgili hiç mâlûmâtı olmayan ateist insanlar değildirler. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, onların Allâh’ı (cc) bildiklerine şu âyet-i kerîme ile açıklık getirilmiştir: “(Rasûlüm! Onlara) De ki: ‘Eğer biliyorsanız (söyleyin bana) o yeryüzü ve içinde (bulunan)lar kimindir?’ ‘Allâh’ındır’ diyecekler. ‘O hâlde (ona itâati) düşünmüyor musunuz?’ (Yine sor:) ‘Yedi göğün Rabbi ve büyük arşın Rabbi kimdir?’ de. (Hepsi) ‘Allah’dır’ diyecekler. ‘O hâlde (O’na) karşı gelmekten korkup da emrine uymaz mısınız?’ de. ‘Biliyorsanız (söyleyin), her şeyin mülkü (ve idâresi) elinde olan ve O (dâimâ) koruyan, kendisi korunmaya muhtaç olmayan kimdir?’ diye sor. (Yine) ‘Allah’dır’ diyecekler. O hâlde nasıl büyülenmiş (gibi) yüz çeviriyorsunuz.’ de.”1 Âyetten de anlaşıldığı gibi Mekkeli müşrikler, Allâh’ın (cc) kâinâtın sâhibi, semâvât ve arza hükmeden, evrenin işleyişiyle ilgili kuralları (sünnetullah) koyan aşkın bir varlık olduğunu biliyorlardı. “Allâh’ın (cc) rızık verdiğine, varlığımızı devâm ettirmemizde çok önemli yeri olan organlarımızın yaratıcısı olduğuna ve ölü tohumdan canlı varlıklar yarattığına” da inanıyorlardı.2 “Yağmuru yağdıranın”3 Allah olduğunu ve “tapınmış oldukları putların herhangi bir fayda veya zarar vermekten yoksunluklarını”4 anlıyorlardı. Fakat bu bilgileri ve inanmaları yeterli değildir. Müşriklerin inançlarındaki yetersizliğe şu âyetler vurgu yapmaktadır: “Ey insanlar! İşte size bir temsil getirildi, şimdi onu iyi dinleyin. Sizin Allâh’ı bırakıp taptıklarınız; hepsi bir araya toplansalar dahi aslâ bir sineği bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapsa, onu ondan kurtarmaya bile güçleri yetmez. İsteyen de âciz, (kendisinden) istenen de. Onlar Allâh’ı gereği gibi (anlayıp) takdîr edemediler. Doğrusu Allah çok kuvvetlidir, mutlak üstündür. Allah, meleklerden de insanlardan da elçiler seçer. (Bununla birlikte) kesinlikle Allah (her şeyi) işitendir, görendir.”5 Yüce Allah, bu âyetlerde yaratma konusuna açıklık getiriyor ve yaratmanın kendisinden başka varlıklar için imkânsızlığını beyân ediyor. Âyette tehaddî (meydan okuma) vardır. Yâni hiçbir örnek ve hammadde olmaksızın kâinattaki en küçük varlığı bile yaratmanın imkânsızlığı belirtiliyor. Yaratmayı mutlak anlamda elinde tutan Allah (cc), yaratmış olduğu varlıkların hidâyeti için insanlardan peygamber göndermesine atıfta bulunup şu mesajı vermiştir: “Yaratmak nasıl ki Benim elimde ise yarattıklarımı kendi hâline bırakmamanın tezâhürü olarak peygamber ve kitap göndererek onların hayâtını tümel ve tekil alanda sevk ve idâre etmek de Benim elimdedir.” Müşriklerin takdîr edemedikleri husus; yaratıcı ilâh olarak Allâh’ı (cc) kabûl etmelerine rağmen hayâtın sevk ve idâresinde ona yer vermemeleridir. Yaratmayla hükmün alanının arasını açmalarıdır. Onları böyle kötü bir anlayışa iten farklı gerekçeler olabilir. Zihinlerindeki kutsal anlayışı; Allâh’ı (cc) aşkın bir varlık olarak hayâta müdâhaleden münezzeh bir konuma itmiş olabileceği gibi; böyle bir inancı çevreden de almış olabilirler. Müşriklerin komşuları ve ticâret yaptıkları yerler Bizans topraklarıdır. Buralarda egemen olan Aristo felsefesi ve onun ilâh anlayışıdır. Bu anlayışa göre tanrı; ilk muharriktir. Evreni ilk defa yaratıp harekete geçirmiş sonra da kendi hâline bırakmıştır. Evrendeki tikel ve tekil olayları bilemez. İnsan da kendi eylemlerinin yaratıcısı olup tüm davranışlarını kendisi belirler. Hayâtın ayrıntılarına tanrı müdâhale etmez, edemez. Mekke müşrikleri “emir” alanında herhangi bir etkinliği olmayan Allah (cc) inancını benimsiyorlardı. İslâm dîni “Yaratmak da emretmek de Allâh’a âittir.”6 buyruğunu îlân edip hayâtın merkezine Allah Teâlâ’yı almak sûretiyle hayâta anlam verince, müşrikler büyük tepki gösterdiler. Onlar hayâtın gündelik sevk ve idâresinde putları aracı olarak görüyorlardı. Bu putlar, aslında onların hevâlarına aykırı prensipler koymadığı gibi, reel anlamda hayatlarının merkezinde de değildi. Fakat yemelerine, içmelerine, ticâretlerine, evlenmelerine, boşanmalarına, siyâsî yapılanmalarına, komşuluk ilişkilerine, eğitim ve öğretimlerine karışan bir İlâh’ı da kesinlikle kabûl etmiyorlardı. Esâsında bu anlayış târih içerisinde modern felsefî kalıplara ve hayat tarzlarına dönüştürmek sûretiyle kendini devâm ettirmektedir. Batılı hayat tarzı bunun günümüzdeki en büyük temsilcisi olup İslâm vahyinin karşısında câhiliyenin gerekçelerini yeni biçimlere dökerek direnmekte ve onu yok etmeye çalışmaktadır. İnsanlara dayatılan modernite de budur.
Mekkelilerin Allah (cc) inancına yabancı, tanrı tanımaz bir toplum olmadıklarını Kur’ân-ı Kerîm’den âyetlerle belirttik. Rivâyet kitaplarında da konuyla ilgili birçok örnek vardır. Ümeyye b. Salt’ın o dönemin büyük şâiri olarak “Ey Allâh’ım! Bütün hamd ve şükürler sanadır. Nîmetler ve şükürler sendendir. Senden daha yüce ve şerefli, övgüye lâyık başka varlık yoktur.”7 dizelerini söyleyip “Allah’tan başka her şey boştur ve yok olacaktır” demesi, Hz. Peygamber’e (sav) şu sözü söyletmiştir: “Neredeyse Ümeyye b. Salt Müslüman olacaktı.”8 İnançta kâfir sanatta Müslüman (!) olan bu zâtın Allâh’ın varlığı ile ilgili bir sorunu yoktu. Kureyş müşrikleri, Bedir savaşına giderken Kâbe’nin örtüsüne sarılmışlar şu duâyı yapmışlardır: “Ey Allâhımız! Şu iki gruptan en yüce olanına, doğruya en iyi yönelenine, en şerefli olanına, dîni en fazîletli olanına yardım et.”9 “Hangimiz sana karşı daha günahkârsa, sıla-i rahimi de koparmışsa onu mahvet.”10 Câhiliye dönemi müşriklerinin her sabah şu duâyı yaptıkları fakat İslâm geldikten sonra vazgeçtikleri rivâyet edilir: “Allah, sana göz nîmetini bahşetti, sabahı lütfetti.”11 Bu söylemin arkasında Allâh’a şükür vardır. Mekke döneminde Hz. Peygamber’e (sav) en çok karşı çıkan Velid b. Muğire’nin Rasûlullah’la (sav) savaşa giderken Kâbe’de duâ edip “Ey Allâh’ım! Biz ancak (Muhammed’e karşı savaşmakla) hayır murâd ediyoruz.”12 demesi; benzeri bir duâyı da içtenlikle Ebucehil’in yapması Mekke müşriklerinin inançlarıyla ilgili önemli ipuçları vermektedir. Ayrıca yeminlerini Allah (cc) adına yapmaları,13 Hz. Ömer’in henüz Müslüman olmadan önce, Habeşistan’a hicret eden komşuları Leyla binti Hasme’ye hem üzüntüsünden hem saygısından, “Allah yardımcınız olsun.”14 demesi; Ebutâlib’in, Kureyş’in Müslümanları boykot etmelerini içeren anlaşma iptâl olduğunda söylediği şiirindeki “Allâh’a şükür” ifâdeleri o dönemin Allah inancıyla ilgili anlamlı bilgiler içermektedir.15 Özellikle de korku ânında Allâh’ı (cc) hemen hatırlarlar ve ona duâ ederlerdi. Mekke’nin fethinde yurdunu terk eden İkrime b. Ebi Cehil bir gemiye binip Kızıldeniz’e doğru açıldıklarında, fırtınaya tutulunca şöyle demiştir: “Allâh’a yemîn olsun ki bu denizden kurtulursam Muhammed’e gidip elimi eline koyup îmân edeceğim. Çünkü onu affedici, kerîm bir insan olarak görüyorum.”16 İkrime sözünde durmuş ve hayâtını şehâdetle taçlandıran samîmî bir Müslüman olmuştur. Mekkelilerin darda kaldıklarında nasıl Allâh’a yöneldiklerini, tüm insanların psikolojik durumlarını göz önüne sererek şu âyet açıkça dile getirmiştir: “Onlar (gemide giderken) kendilerini, gölge yapan (dağ ve kara bulut)lar gibi dalga sardığı zaman; (gönüllerinde bağlılık gösterdikleri putları atarak) dîni yalnızca Allâh’a has kılarak (ihlâsla O’na) yalvarırlar. Sonra (Allah) onları karaya çıkarıp kurtarınca, içlerinden bir kısmı, dengeli davranarak orta yolu tutar. Bizim âyetlerimizi son derece kaypak nankörlerden başkası inkâr etmez.”17
Dipnoptlar
1 Mü’minûn 23 / 84-89; Ayrıca bak: Lokman 31 / 25; Zuhruf 43 / 9, 87.
2 Bak: Yûnus 10 / 31.
3 Bak: Ankebut 29 / 63.
4 Bak: Zümer 39 / 38.
5 Bak: Hac 22 / 73-75.
6 A’raf 7 / 54.
7 İbni Hamza, Esbab-ı Vürud-il Hadis, I / 44.
8 Müslim, 41, Şiir, I, h. no: 2256, II / 1768; İbni Hanbel, Müsned, (tah: Muhammed Şakir, h. no: 9072), c. XVII, s. 133.
9 Begavî, Meâlimu’t-Tenzîl, s. 346.
10 İbni Hemmam, Musannef, h. no: 9725, V / 348; Es-Sâbûnî, Kibes min Nûri’l-Kur’ani’l-Kerim, III / 130.
11 İbni Hemmam, Musannef, h. no: 19437, X / 385.
12 İbni Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I / 221-270.
13 İbni Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, III / 56 ve IV / 36.
14 İbni Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I / 370.
15 İbni Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II / 30.
16 Tahavi, Müşkil’ül Asar, II / 156.
17 Lokman, 31/32.
Eylül 2020, sayfa no: 8-9-10-11
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak