Ara

Medeniyet Çizgimizden Nasıl Uzaklaştık? (4) / İsmail Çolak

Medeniyet Çizgimizden Nasıl Uzaklaştık? (4) / İsmail Çolak

İTTİHAT TERAKKİ DÖNEMİNDE ÇARPIK MODERNLEŞME TOPLUM HAYÂTINDAKİ BATILILAŞMA EĞİLİMLERİ

Osmanlı kaynaklarında rastladığımız belgelerden öğrendiğimize göre, toplum hayâtındaki batılılaşma eğilimlerinin daha Lâle Devri’nde (1718-1730) başladığını, bilhassa Tanzimat Dönemi’nden (1839-1876) itibâren de yaygınlaştığını söylemek mümkündür. Konuya İstanbul ve büyük şehirler özelinde yaklaştığımızda, Avrupalıların yaşam tarzına, kılık-kıyâfetine, eşyâlarına ve hattâ mûsikîsine özentinin, bâzı üst düzey toplum kesimlerinde (konaklarına Avrupalı dostlarını çağırarak dâvet vermek gibi) görülmeye başladığını ve daha da kötüsü “modalaştığını” ve “alafrangalaşmış” insan tiplerinin oluşmasına yol açtığını tesbit ediyoruz. O kadar ki, İngilizlerin İstanbul Elçisi Sir Robert Liston 1796’da Londra’ya gönderdiği raporlarda, “toplumun bütün sınıflarında Avrupa’yı taklit modasının çok güçlü bir eğilim” olduğundan bahsetmiştir. Tanzimat döneminde, Sultan Abdülmecid’in inşâ ettirdiği Dolmabahçe Sarayı ile Sadrazam Mustafa Reşid Paşa ve diğer devlet ricâlinin muhitlerinde merkezîleşen Avrupalılaşma cereyanları; azınlıklar ve yabancıların oturduğu Galata ve Beyoğlu semtlerinde sayıları giderek artan Avrupaî eşyâların satıldığı mağazalar, terziler, lokantalar, oteller, eğlence merkezleri, tiyatrolar ve Boğaziçi’ndeki elçilikler (onların sık sık verdiği parti ve balolar) kanalıyla cemiyet hayâtını tahrîb eden tehlikeli bir akım seviyesine gelmiştir.   Batılılaşmanın toplum düzenini, klasik hayat tarzını ve âdâb-ı muaşeret kâidelerini tehdit eder bir kerteye geldiğini, devrin siyâsî ve dînî otoritelerinin neşrettikleri bâzı fermanlardan anlamak mümkündür. Tesbit ettiğimiz kadarıyla İstanbullular’a, bilhassa da kadınlara yönelik uyarıcı mâhiyetteki ilk ferman Lâle Devri’nde, bu devrin mimarlarından olan Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından 1725 yılında çıkarılmıştır. İstanbul sokaklarında ve mesire yerlerinde, nâmahremlerin nazarını üzerlerine çekecek şekilde Avrupaî kılık-kıyâfetle gezen kimi kadın (avrat) tâifesini uyarmayı ve zapturapt altına almayı amaçlayan fermânın dikkati çeken bâzı kısımları şöyleydi:   “Allah her türlü belâ ve âfetten korusun, İstanbul, Osmanlı ülkesinin yüzü suyudur; bilginler beldesidir. Ahâlîsinin tabaka tabaka tesbit edilmiş kıyâfetleri vardır. Hal böyle iken bâzı yaramaz avratlar, halkı baştan çıkartmak kasdıyla sokaklarda süslü püslü gezmeye, elbiselerinde türlü bid’atlar göstermeye, kefere avratlarını taklit ederek serpuşlarında câzip şekiller yapmaya başlamışlar. Nâmus âdâbını tamâmen kaldıracak mertebede kıyâfetler uydurmaları evvelce menedilmiş iken nâmus perdesini tekrar kaldırmaktan korkmamaları, türlü türlü kötü kıyâfetlerle dolaşmaları, birbirini görerek ismet ehli hâtunları da baştan çıkarmak mertebelerine varmıştır. Irz ehli ve ismet sâhibi kadınlar, kocalarını kendilerine bu yeni elbiseler tedârikine zorlamakta imiş... Kudreti yetmeyenler veya yetip de karılarının bu yeni çıkmış kıyâfetlere bürünmelerine rızâsı olmayanlar karılarından ayrılma derecelerine varmışlar... Bu garip kıyâfetler yasaktır... Kadınlar bundan böyle büyük yakalı ferâcelerle sokağa çıkmayacaklardır, başlarına üç değirmiden büyük yemeni sarmayacaklardır... Ferâcelerinde süs olarak bir parmaktan kalın şerit kullanmayacaklardır... Yeni çıkma büyük yakalı ferâcelerle görülürlerse, ferâcelerinin yakaları alenen kesilecektir. Uslanmayıp ısrâr edenler olursa, ikinci ve üçüncü seferlerinde yakalanıp İstanbul’dan taşraya sürgün edileceklerdir. Bu husus, mahalle imamları vâsıtasıyla bütün İstanbul kadınlarına tebliğ olunsun. Yaramaz avratlara uymak yüzünden nâmuslarının lekeleneceği, ırz ehli hâtunlara anlatılsın. Bunları diken terzilere ve şeritçilere de tembih olunsun. Bu yasağın tatbîkine Yeniçeri ağası memur edilmişlerdir. Asla göz yumulmasın, merhamet edilmesin... Yasak gereği gibi tatbik olunsun...”   Batılılaşma sürecinin dönüm noktalarından olan Sultan III. Selim döneminde, Lâle Devri’nden itibâren görülen Batı tarzı yaşam biçimi pâyitahtta daha fazla yaygınlaşmış; benzer tedbirlere bu devirde de mürâcaat edilmiştir. Pâdişah III. Selim 1791 yılında hem vezîrine hem de Eyüp, Galata ve Üsküdar kadıları aracılığıyla Yeniçeri ağası ve terzibaşıya gönderdiği fermanlarda, bizzat kendisi tarafından tesbit edilen dîne, ahlâka ve âdâb-ı muaşerete mugâyir vakaları ve alınacak tedbirleri şu şekilde sıralamıştır: “Kadınların çarşı-pazarda açık renk ferâcelerle gezip edepsizlik ettiklerini gördüm... Kadın tâifesinin sokaklarda ve pazarlarda iştah çekici tavırlarla dolaşmaları öteden beri yasaktır. İngiliz şalisi denilen çuha gâyet ince olduğundan, o çuhadan ferâce giyen kadınların ferâce altındaki esvabları dışarıdan görünüyor. Kadınların İngiliz şalisinden ferâce kesmeleri evvelce şiddetle menedilmişti. Kadınlar, Engürü (Ankara) şalisinden ferâce kestirmeye başladılar; fakat bu kumaş da ince ve kadınlar âdetâ ferâcesiz çıkmış gibi olduklarından yasak edilmişti. Aralıkta, bâzı hayâsızların yine Engürü şalisinden ferâce kestirdiklerini ve giydiklerini işittik ve gördük... Bundan sonra açık renk ferâce ve haddinden fazla yaka giymeyeceklerdir... Edebe uygun elbise giymeyenlere çok ağır cezâ verilmesini emrediyorum... Yasağımızın, dikkat ve şiddetle tatbîkini ve terzilerin Engürü şalisinden ferâce kesip dikmemelerini tekrar emrediyorum.”   İslâmî-ananevî bir yapıya ve tutuma sâhip olan, hattâ saltanat zamânında “ahlâk zâbıtası” teşkil eden Sultan II. Abdülhamid devrinde yayımlanan bir tebliğde de aynen şu uyarıcı ifâdeler geçmektedir: “Kadınların yüzlerini örtmeleri İslâm’ın şartlarındandır. Müslüman âilelerin eskiden beri giydikleri çarşaf ve ferâcelerin şekilleri son zamanlarda bozularak istenen şartları kaybetmişlerdir. Çarşaflar, entârilere benzer bir şekle girmiş, kolsuz ferâceler muaşeret âdâbına uymayacak derecede açılmıştır. Yaşmakların inceliği, kadınların mahrem âzâsından olan saçların görülmesine sebep oluyor. Bâzı kadınların cekete benzeyen manto giydikleri, yüzlerini örtme yaşına gelmiş kızların açık baş gezdikleri de görülmektedir. Böyle hâlin devâm edemeyeceği âşikârdır. Bundan dolayı, kadınların dînin emirlerine uyarak ona göre giyinmeleri pâdişâhımızın emirlerindendir. Pâdişâhın bu emrine uymayanların kocası ve velîlerinin son derece şiddetle cezâlandırılacakları ilgililere duyurulur.”   Lâle Devri’ye başlayıp III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde şekil alan, Tanzimat ve onu tâkip eden süreçte iyice keskinleşen, kendi medeniyet çizgimizden çıkıp Batı Medeniyeti yoluna sapma tercihinin kültür hayâtımız ve geleneksel değerlerimiz üzerinde meydana getirdiği değişikliklerle alâkalı, ülkemizdeki batılılaşma târihi uzmanlarından Prof Dr. Ercüment Kuran’ın ortaya koyduğu şu tesbit ve mâlûmatlar kayda değerdir: “Batılı hayat tarzı Osmanlı toplumuna daha II. Mahmud’un son yıllarında girmeye başlamıştı. Yeniçeri Ocağı kaldırılınca Mehter Takımı’nın yerini Batı mûsikîsi çalan bando almış; Saray’da, Avrupa piyesleri oynayan tiyatro kurulmuş; Pâdişah ve memur zümresi eski kıyâfetlerini bırakarak fes, redingot ve setre pantolon giymişlerdi. Devlet erkânının evlerine masa, iskemle girmiş, sofrada çatal ve bıçak kullanılmıştı. Pâdişah Abdülmecid, bir yabancı elçinin verdiği baloyu şereflendirdiği gibi Müslüman erkekler de Beyoğlu’nda sayısı çoğalan kafeşantanlara çekinmeden gider oldular. Önce Saray çevresini etkileyen Batı yaşayış biçimi, sonraları paşa ve efendi konaklarına yayıldı. Husûsiyle kadınların Avrupa modasına düşkünlüğü dikkat çekti. İstanbullu hanımlar, modayı doğrudan doğruya Avrupa’dan almadılar; fakat 1840’lardan itibâren Osmanlı pâyitahtına sıkça gelen Mısırlı kibar kadınların alafranga giyinişlerine özendiler... Avrupa’yı taklit, Saray çevresinde ve İstanbul, İzmir, Selânik gibi şehirlerin yüksek tabakaya mensup âilelerinde yaygınlaştı. Buralarda, halkın alaya aldığı “monşer” tipi belirdi. Zengin çocukları artık Avrupalı mürebbiyelerin eğitiminde yetiştiriliyordu.”   Fransız arkeolog Georges Perrot, 1861 yılında Anadolu’ya yaptığı seyahat sonrasında kaleme aldığı hâtıralarında, Avrupalıları dış görünüşüyle tanıyıp taklit etmeye çalışan “monşer tipi”ni şu ilginç ifâdelerle tarif ve tenkit etmiştir: “Doğuya yaptığım bir seyahatte, bir Fransız aşçıya sâhip bulundukları, Parisli birkaç kibar fahişenin(!) resimlerini gösterdikleri ve Le Figaro gazetesine abone oldukları için saf kimselerin ‘medenî Türkler’ dediği Türklerden bâzılarına rastlamış ve onları oldukça yakından görmüştüm. Genç Türkiye’nin bu numûneleri itirâf ederim ki üzerimde müsbet bir intibâ bırakmamışlardır. Onlar soydan, doğuştan, eğitimden gelen kendi kusurlarına, taklit yoluyla hemen bizim bütün kusurlarımızı eklemişlerdi. Böylece her türlü kusur ve kabahatin epeyce zengin bir koleksiyonunu üzerlerinde toplamışlardı.”   II. Meşrutiyet dönemi Garpçılarından Kılıçzâde Hakkı tarafından 1912 yılında kaleme alınan “Batılılaşma Taslağı”nda o zamâna kadar görülmemiş radikal bir batılılaşma programı hazırlanmış; önceki dönemlerde uygulanan katı ve koruyucu tedbirlerden vazgeçilerek, toplumun yüzünü tamamen Batı’ya dönmesi ve Avrupaî hayat tarzına ayak uydurması plânlanmıştır. Bu hususlara dâir programda yer verilen bâzı başlıklar şöyledir: “Fes kâmilen defedilip yerine yeni bir serpuş kabûl olunacaktır. Sarık sarmak ve cübbe giymek yalnız ulemâ-i kirâma tahsis edilecek, mekâtib-i âliye-i dîniyeden şehâdetnâmesiz olanlar, tefsir ve hadîs-i şerif gibi sâir din bilgilerinden haberi olmayanlar bu kisvelere bürünemeyeceklerdir. Kadınlar diledikleri tarzda giyinecekler, yalnız isrâf etmeyeceklerdir. Polisler, softalar ve arabacı makûlesi kimselerle külhan beyler kadınların giyinmelerine katiyen müdahale edemeyeceklerdir. Şeyhülislâm efendiler de çarşaflara dâir beyannâmeler imlâ ve imzâ etmeyeceklerdir. Kadınlar ve genç kızlar, Müslüman Boşnak ve Çerkezlerde olduğu gibi erkekten kaçmayacaklardır. Her erkek gözüyle gördüğü, tetkik ettiği, beğendiği ve seçtiği kızla evlenecektir. Görücülük âdetine nihâyet verilecektir.” Toplum hayâtında daha önceki yüzyılda başlayan batılılaşma hareketi, maalesef II. Meşrutiyet (İttihat ve Terakki) döneminde hız kazanmıştır. Giyim ve âdetlerdeki batılılaşma, dînî otoriteler tarafından endişeyle karşılanacak kadar haddini aşmaya başlamıştır. Hattâ Nisan 1911’de Şeyhülislâm, Müslüman kadınların Avrupalılar gibi giyinmemeleri hakkında bir ihtar yayınlamak zorunda kalmıştır.  

İTTİHATÇILARIN ÇARPIK MODERNLEŞME ANLAYIŞI

Türkiye, 18. yüzyılda Batı karşısında mâruz kaldığı derin şoku üzerinden atıp, birkaç asırdır arzuladığı “Rönesans’ı” bir türlü gerçekleştirememiştir. Tanzimat’la başlayan, Cumhuriyet’le doruk seviyede ivme kaydederek “Muasır Medeniyet mertebesine yükselmek” şeklinde ifâdesini bulan Batılılaşma süreci de buna yetmemiş, hattâ depreşen kompleksin tesiriyle tam bir mâcerâya dönüşüp, medeniyet yarışından ıskartaya düşmek gibi aksi istikâmette bir netîcenin doğmasına yol açmıştır. Bunun temel sebeplerinden birisi de Tanzimat’la ortaya çıkan, Jön Türklerle belirginleşen ve Cumhuriyetle iyice karakteristikleşen zihin yapısı ve bundan kaynaklanan yanlış modernleşme anlayışıdır. Bunu en bâriz biçimde İttihat Terakki döneminde ve o dönemin önemli fikrî gruplarından olan “Garpçılar”ın görüş ve faaliyetlerinde görmekteyiz. Abdullah Cevdet’in başını çektiği Garpçılar, Osmanlı toplumunun gerek yapısal gerek siyâsî meselelerinin çözümü için “topyekûn batılılaşma” dışında bir çâresinin bulunmadığını iddia etmişlerdir. Onlara göre geri kalışımızın sebebi “Asyalı kafamız, dejenere geleneklerimiz ve dünyâ işlerini hükmü altına alan din-devlet bileşimi sistemdir.” Batılıların ilim ve tekniği yanında hayat tarzları ve ahlâk telakkilerinin de “gülü ve dikeniyle” alınması gerektiğini savunan Abdullah Cevdet ve etrâfındakiler, bu temel değişim gerçekleşmeden yapılacak ıslahatların bir sonuç getirmeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Nitekim bu dönemde, batılılaşmanın önündeki en büyük engel olan dîne ve ananevî değerlere karşı sistemli bir mücâdele başlatmışlar ve fert düzeyinde Avrupa âdâb-ı muaşeretinin yayılması için yoğun bir gayret içerisine girmişlerdir.   İttihatçılar, fevkalâde iddialı ve büyüleyici sloganlarla idâreyi devralmışlar ancak bunların içini dolduracak köklü hiçbir teşebbüste bulunmamışlardır. Yapıp ettikleri hep yüzeyde kalmış, âdetâ görüntüyü kurtarmaya yönelik olmuştur. Başa geçmeden önce, devletin bu kritik safhayı atlatmasına çâre olacak hiçbir hazırlık ve tasarıları olmadığı gibi saltanatlarında da, kuru kuruya bir batılılaşma sevdâsından başka ciddî hiçbir varlık ve dirâyet gösterememişlerdir. Onlar, meşrutiyet denilen tılsımlı anahtarın bütün meseleleri mucizevî bir şekilde halledeceğine; özellikle de kendilerine arka çıkan Batılı Devletlere duydukları itimatla herşeyin üstesinden geleceklerine inanmışlardır. Toplumun bünyesi, temel dinamikleri, problemleri ve ihtiyaçlarıyla ilgili ciddî bir etüde dayalı ne bir teşhisleri, dolayısıyla ne de bir hâl çâreleri vardı. Fransız jakobenizminin (tepeden inmecilik) tesiriyle topluma tepeden, batılı bir nazarla bakmışlar, tam bir “halka rağmen halk için” anlayışı sergileyerek tek kurtuluş iksirinin kendilerinde olduğunu zannetmişlerdir. Toplumu statik bir düzen olarak görmüşler, sâdece manivelayı dayayacak hâricî bir destek bularak onu eski yapısı ile bulunduğu yerden daha yukarı kaldıracaklarını vehmetmişlerdir. Bir mekanizmadan ibâret olan bu yapının aksak taraflarının, eğer yedekleriyle değiştirilirse yeniden çalışır vaziyete geçebileceğini düşünmüşlerdir.   Sultan II. Abdülhamid hâtırâtında; “Avrupa milletlerinin laboratuarlarına imreneceğine, kılık-kıyâfetlerine imrenen Frenk delisi şaşkınlar” diye vasıflandırdığı İttihatçıların, kendisinin her alanda yaptığı büyük yenilik ve imar ve iskân faaliyetlerine dahi erişemediklerini, hareketlerinin temelindeki “terakki” ilkesinin sözde kaldığını hâtıralarında tenkit etmiştir. İttihatçıların bahis konusu görüş ve yaklaşımları, Cumhuriyet Dönemi’nin dayandığı temel referansları teşkîl etmesi sebebiyle bu dönemdeki anlayış ve uygulamaların şekillenmesinde hareket noktası ve ilham kaynağı olmuştur. Cumhuriyet dönemi, Batılılaşma süreci içerisinde İttihat ve Terakki’nin devâmı olan ve bu devirde düzenlenip de hayâta geçirilmesine cesâret edilemeyen “Batılılaşma Tasarısı”nın radikal tatbikçisi husûsiyetini kazanmıştır. Dolayısıyla iki dönem arasında ilginç benzeşmeler ve izdüşümlerin mevcûdiyeti gâyet tabiidir.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak