Ara

Medeniyet Çizgimizden Nasıl Uzaklaştık? (3) / İsmail Çolak

Medeniyet Çizgimizden Nasıl Uzaklaştık? (3) / İsmail Çolak

TANZİMAT KUŞAĞIYLA BAŞLAYAN SAPMALAR BATILILAŞMANIN YERLİ TEMSİLCİLERİ: MÜSLÜMAN FRENKLER

Çağdaşları içinde Batı’yı en iyi tanıyanlardan; kendisini evvelâ Müslüman, sonra Türk, daha sonra da Osmanlı olarak tanımlayan Said Halim Paşa, Tanzimat kuşağının şahsında Batılılaşma sürecinin kilometre taşları olan bütün dönemleri ve Avrupa’nın dış görünüşüne, âdet ve yaşantısına kendini kaptıran “batılılaşma temsilcilerini” kastederek bu çarpık anlayışın onları nasıl efsunladığını şöyle tahlil etmektedir: “Orada debdebe ve görkemle parlayan, içi şaşaalı, eğlendirici zevklerle dolu, parıltılar saçan bir medeniyet gördüler. Bu parlak medeniyetin ışıklar saçan cemâliyle gözleri kamaştı. Bu medeniyetin eserlerini, o medeniyeti meydana getiren sebepler zannettiler. Garbın ahlâk ve yaşayışını memleketlerine de tatbik etmenin, dertlerine çâre olacağına inandılar. Garp medeniyetinin şaşaasına o derecede hayran ve hayrette kalmışız ki, onu meydana getiren sebepleri kavramaktan âciz olup, gördüğümüz netîceleri medeniyetin sebepleri sanmış ve görünüşe aldanmışız. Çünkü bu milletlerin hiçbiri bizim yaptığımız gibi komşusunun siyâsî ve içtimâî müesseselerini kabûl ve tatbik etmeye teşebbüs etmemiş, hiçbiri kendi rûhunu diğerininkine göre teşkil etmeye çalışmamış yahut kendi mânevî şahsiyetinden vazgeçip komşusunun fikir ve hareket tarzını tam bir teslimiyetle taklide girişmemiştir...   Ne yazık ki bizim mütefekkirlerimizden pek çoğu, bir milletin lâyık olduğu saadetin derecesini Batı’ya olan benzerliğiyle ölçüyorlar. Batılı milletleri ne kadar çok taklit edebilirsek o kadar mesut olacağımıza inanıyorlar. Hâlbuki bizim bu şekilde Garp milletlerini taklit etmemiz kendi şahsiyetimizden, mâzimizden, âdet ve inançlarımızdan ve âdeta varlığımızdan sıyrılıp çıkmamızdan başka bir mânâ ifâde etmez. Hâlbuki her türlü beşerî ilerlemenin, insanların çalışma ve zekâsından ve muhitleri ile zamanlarının ihtiyâcını hakkıyla anlayıp ona göre tatbikâta olan istidatlarından meydana geldiğinde hiç şüphe yoktur.”   Ahmed Cevdet Paşa; Tanzimatçıların açtığı “yeni” okullarda yetişen, Fransızca bilen ve 18. yüzyıl Fransız (İhtilali) yazarlarının eserlerini asıllarından okuyan bu sonradan türedi “Batıcı” tâifeyi “Müslüman kıyafetli Frenk bozmaları” ifâdesiyle tasvir etmektedir. Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi ise; Avrupa’yı uzaktan seyreden ve ona gaflet ve hayal gözlüğünden bakan bu Batıcı zümrenin, medeniyetin yeni kıblesi olan Batı Âlemi’ni “mârifet ve insanlığın Firdevs Cenneti” olarak gördüklerini söylemektedir. Ayrıca, kapıldıkları büyünün tesiriyle o Firdevs Cenneti’nin sefil insanların gözyaşı, kanı ve kemiği üzerine binâ edildiğini göremeyecek kadar basîretlerinin köreldiğini de belirtmektedir. Aynı hususta İtalyan yazar Edmondo de Amicis, 1883 yılında şu enfes tespitleri yapmıştır: “Şu noktada hemen hemen bütün dünyâ aynı kanaattedir: Yeni Türk eski Türk’ün değerinde değildir. Bizim kumaşlarımızı, her türlü refah vâsıtalarımızı, ayıplarımızla kötülüklerimizi, mânâsızlıklarımızı benimsemiştir. Fakat hislerimizle fikirlerimizi henüz kabûl etmiş olmadığı için, bu yarım yamalak istihâle (değişim) sırasında eski Osmanlı Türk’ü, karakterinin bütün iyi taraflarını kaybetmiştir. Eski Türk’ün Batı Medeniyeti eseri olarak şimdilik gördüğü şeyler tembel, kâbiliyetsiz, îmansız, para düşkünü, Frenk taklitçisi; bir nevi şık gençlik güruhundan (kalabalığından) ibârettir.”  

BATI MEDENİYETİNİN PUTLAŞTIRILMASI

Tanzimat’ın getirdiği Batılılaşma akımı, mevcut zihin yapısı ve dünyâ görüşünün de değişmesine yol açmıştır. Eşyâ ve hâdiselere bakışta ve insan-hayat-kâinat ilişkisini ifâdelendirmede an’anevî ve dînî kıstasların yerine; metafizik referansları devre dışı bırakarak aklı ve ilmi rehber edinen hattâ putlaştıran Pozitivizm, Materyalizm, Sekülarizm ve Laisizm gibi Batıdan ithal cereyanlar egemen olacak ve bunların ülkeye nüfûzuna kapı aralanacaktır. Bunda, Tanzimat ve sonraki süreçlerde başta İstanbul olmak üzere Osmanlı’nın büyük şehirlerinde açılan Batı tarzındaki yerli (Galatasaray Sultânisi gibi) ve yabancı okulların (Robert Koleji gibi) ve buralarda uygulanan laik-materyalist anlayışlı eğitim sisteminin de büyük rol oynadığı yadsınamaz. Ernest Renan, Voltaire, Rousseau, Locke, Montesquieu, Victor Hugo gibi Batılı düşünürlerin, İslâm’ın ilimle bağdaşmadığı, barışık olmadığı ve gelişmeye mâni olduğu bağlamındaki fikirleri (Namık Kemal “Renan Müdâfaanâmesi” ile bu melun görüşe -Cemil Meriç’in ifâdesiyle- “taarruz” niteliğinde müthiş bir cevap vermiştir. Namık Kemal Renan’ı “bütün parlak kariyerine rağmen câhilce bir tutum” sergilemekle suçlamış ve son tahlilde meseleyi “Avrupa Şark’ı bilmez” kanaatiyle hükme bağlamıştır.) maalesef Batı tarzı eğitim veren okullarda ve Osmanlı aydınları nezdinde mâkes bulacak ve onlar kanalıyla toplumun genel kabûllerini tehdit eden bir virüs kıvâmına erişecektir.   II. Mahmud devri medrese ulemâsından olan Reisülküttap Âtıf Efendi, 1798’de kaleme aldığı bir lâyihada Osmanlı aydın çevrelerindeki zihin değişikliğine, Batı’yı kıble edinme ve Batılı aydın ve filozofları mürşit kabul etme hastalığına şöyle dikkat çekmiştir: “Voltaire ve Rousseau demekle mâruf ve meşhur olan zındıkların ve onların misillû dehrîlerin... tabğ ve neşrettikleri telifât-ı müteaddidelerine... sıbyan ve nisavana varıncaya kadar ekser-i nas meyl ü rağbet ve mütalaalarına müdâvemet ettikçe... itikadlarını ifsâd etmekle... gürûh-ı makruh tarafından lâyenkati’ avam-ı nâsa ilân olunduğu üzere gûya saadet-i kâmile-i dünyeviyeyi ihrâz etmek emniyesiyle müsâvât ve serbestiyete can attılar.” Yeni Osmanlıların en sivri temsilcilerinden olan Şinasi, Tanzimat’ın mimarı Reşid Paşa’ya yazdığı kasidelerinde medeniyetten bir “din” gibi bahsetmiştir. Güyâ getirdiği yeniliklerle bize medeniyetin kapısını açan Reşid Paşa’yı bir “peygamber gibi” göklere çıkarmıştır. O bâzen “medeniyet resulü”, bâzen “fahr-i cihan-ı medeniyet” olur; devri “asr-ı saadet”, vücûdu “mu’cize”, millet arasında görünüşü “bi’set” (Hak tarafından gönderilen)dir. Bu yeni dinin kitabı ise “kânun”dur.  

POZİTİVİZM’İN GİRİŞİ VE MEDENİYET SAPMASI

Prof. Dr. Ercüment Kuran’ın da vurguladığı gibi Osmanlı Devleti’ndeki kültür değişmesine, başka bir ifâdeyle “medeniyet sapmasına” yön verip onu derinleştirecek ana unsurlardan biri de 19. Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da gelişen “Pozitivizm Akımı”dır. Bu cereyanın kurucusu olan Auguste Comte, müsbet ilimlerin (Fizik, Kimya, Biyoloji, Astronomi vs.) kâinâtın ve insanın bütün sırlarını çözebileceğini ileri sürmüş; deney ve gözlem metoduyla tecrübe edilmeyen bilgiyi (vahyi ve diğer metafizik kaynakları) reddederek “aklı putlaştırmıştır”. Pozitivizm’i Osmanlı’ya ilk taşıyan ve tanıtan ise Beşir Fuad’dır. Helep’te Cizvit okulunu bitirdikten sonra İstanbul’a gelerek Harbiye’den mezun olan Beşir Fuad, 1896’da yazdığı “Beşer” başlıklı eserinde “Fizik ve Kimya ilimlerindeki mekanizmanın aynısının hayat ilminde de mevcut olduğunu” savunmuştur. Şinasi ve Beşir Fuad gibi Tanzimat kuşağı aydınlarının tâkipçisi olan Genç Türkler de Batı kaynaklı Pozitivizm, Materyalizm, Sekülerizm, Freudizm, Darwinizm, Ateizm gibi fikir akımlarını savunmaya devâm edip Osmanlı-İslâm Medeniyeti’nin fikrî, dînî ve felsefî temellerini baltalayarak devlet ricâli, aydınlar ve toplumun zihnî ve mânevî atmosferini bulandırmışlardır. Böylece, Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’nun da işâret ettiği üzere, dînin belirleyici olduğu değerler sistemi ve medeniyet çizgisiyle temelden çatışan “Batıcı aydın tipi”nin ortaya çıkmasına yol açmışlardır.   Genç (Jön) Türklerin en sivri ve sapkın mensuplarının başında Abdullah Cevdet gelmiştir. Pozitivizm’in ve Biyolojik Materyalizm’in etkisinde kalan Abdullah Cevdet, “Hayat, taazzuv ve tenâsül ile muttasif alâmât-ı kimyeviye ve fizikiyeden ibârettir” görüşüyle Alman biyolojik materyalisti Büchner’in maddeci ve ateist fikirlerini benimsemiştir. Genç Türklerin hızlı temsilcilerinden Ahmed Rıza da Auguste Comte’un harâretli savunucularından olmuş; 1895’te kendisinin çıkardığı Meşveret gazetesinde Pozitivizm’e dâir yazılar neşretmiştir. Ercüment Kuran’ın ifâdesiyle, Jön Türklerin mirasçısı olan İttihatçılar içerisinde de birçok kişi “Pozitivizm’in sihrine” kapılmıştır. İttihatçı Hareket bir taraftan Ahmed Rıza vâsıtasıyla Pozitivizm’in, bir taraftan da Abdullah Cevdet’in vâsıtasıyla Sosyal Darwinizm’in cereyânına kapılmıştır. İttihat ve Terakki’nin temellerinin atıldığı Mekteb-i Tıbbiye’de Biyolojik Materyalizm’in ortaya çıkması ve yayılmasına sebep Şükrü Hanioğlu’na göre, Fransa’dan getirilen pozitivist kitapların okutulması ve bu görüşü benimseyen eğitimcilerin bulunmasıdır.  

ABDÜLHAMİD HÂN’IN DÎNÎ - AN’ANEVÎ ÇİZGİSİ

Amcası Sultan Abdülaziz gibi (Sadrazam Mahmud Paşa’ya gönderdiği Hatt-ı Hümâyûn’da kanunların düzeltilmesinde şer’î kurallara harfiyen uyulmasını ve millî âdet ve geleneklerin dikkate alınmasını emretmişti) “dînî-an’anevî” çizgiyi ta’kîb eden Sultan II. Abdülhamid, otuz üç yıllık saltanatı müddetince gerek Genç Türklerin gerekse İttihatçıların Osmanlı’nın zihnî, rûhî ve toplumsal bünyesini ve sıhhatini tehdîd eden, bahis konusu yıkıcı fikirlerine karşı başarıyla mücâdele etmiştir. “Gelenekçi modernleşme” olarak tâbir edebileceğimiz görüşlerini hâtıratında şöyle ortaya koymuştur:   “İnkişaf (gelişme) hâricî tesirlerle ve tazyik netîcesinde olamaz; içimizden gelmeli, kendiliğinden, tabii olmalı ve kendi yolunu tâkip etmelidir... Eğer bizde ıslahatlar kabûl edilecekse bu, memleketin hakîkî şartları göz önünde tutularak yapılmalıdır. Yâni teferrüt etmiş (aşırıya kaçmış) birkaç idârecinin fikir seviyesi değil, halkın medeniyet seviyesi nazar-ı itibâra alınmalıdır. Avrupa’dan gelen herşeyi şüpheyle karşılayan, pek çok defa fermanlarımızı aldığı anda yakan ulemâ sınıfının aks-ül-amelini (tepkisini) de hesâba katmak lâzımdır. Islahat tatbîkinde her adımı atmadan evvel zemîni yoklayarak, yavaş yavaş hareket etmekte haklı olduğuma kaniyim. Avrupa medeniyetinin en iyi taraflarını alıp, şark kültürüyle meczetmek (birleştirmek) sûretiyle meydana gelecek ve olgunlaşacak yepyeni bir medeniyeti bizde ancak müstakbel (gelecek) nesiller görebilecektir. Avrupa memleketleri yegâne kurtuluşun onların medeniyetini kabûl etmekle mümkün olabileceğine dâir garip bir kuruntu içindeler. Hâlbuki Müslüman Osmanlı kültürünün de onlarınki kadar hükümran olmaya lâyık olduğunu pek çok ilim adamı kabûl etmiştir. İnkişaf tarzımızın Avrupa devletlerindekine benzemediği âşikârdır. Tabiî şartlar dâhilinde içimizden gelmek sûretiyle inkişâf etmeliyiz ve ancak pek lüzumlu hallerde hâricî tesirlerden istifâde etmeliyiz.”   Ancak Abdülhamid Han’ın 1909’da tahttan indirilmesiyle başlayan ve 1918’e kadar devâm eden İttihat ve Terakki döneminde, bilhassa bürokrasi ve aydın tabakasının hızlı ve yoğun bir “kültür değişimi” geçirmesine mâni olunamamıştır. Bu dönemde “Türkçülük Akımı”nın fikrî kurucularından olan Ziya Gökalp; Fransız Durkheim ile Auguste Comte’un pozivist sosyolojik görüşlerine dayalı toplumcu, halkçı ve “laik milliyetçi” bir anlayışı benimseyerek hem kendi dönemine hem de Cumhuriyet’in ilk dönemine tesir eden aydınlardan birisi olmuştur.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak