Ara

Medeniyet Çizgimizden Nasıl Uzaklaştık? (2) / İsmail Çolak

Medeniyet Çizgimizden Nasıl Uzaklaştık? (2) / İsmail Çolak

BATILILAŞMA SEVDASININ MİLÂDI:

 TANZİMAT YOLU NASIL AÇILDI?

Lale Devri’nde başlayan resmî seviyedeki bu ilk tanışma ve karşılaşma, III. Selim ve II. Mahmud dönemlerindeki yakınlaşma ve özenme girişimlerinin hâsıl ettiği zemin ve şartlar, Tanzimat sürecini doğurmakta gecikmemiştir. Batı’ya, “Osmanlı akımı ve modasını” benimseten hâl ve yaşantıdan ilk keskin dönüş ve çark etme, yoğun olarak Sultan III. Selim ve II. Mahmud ile vuku bulmuştur. III. Selim dönemindeki nisbeten “yumuşak ve esnek” modernleşme teşebbüslerine karşın Padişah II. Mahmud, kendi şahsı başta olmak üzere, devlet daireleri ve kışlalarda, 3 Mart 1829’da çıkarılan “kıyafet kanunu” ile Avrupaî tarzda kıyafeti “cebrî usullerle” tatbik/taklit etme gayretlerine, “devlet eliyle” sosyal ve kültürel hayattaki Batılılaşma girişimlerine “kuvvetli” bir biçimde destek vermiştir. Kaptan-ı Derya Damad Halil Rifat Paşa’nın 1830’da telaffuz ettiği “Avrupa’yı taklide teşebbüs etmezsek, bizim için Asya’ya dönmekten başka çaremiz kalmaz.” anlayışından kaynaklanan yanlış ve “şekilci” yenilik tatbikatları sebebiyle II. Mahmud, maalesef Müslüman Osmanlı ulemasının ve toplumun tepkisini çekmiş ve doğan rahatsızlığın ifadesi olarak “Gâvur Padişah” nitelemesine maruz kalmıştır.   Sultan Mahmud, Tıbbiye’nin açılışı sırasında, padişah olarak ilk defa “Batı’nın model alındığını” açıkça ilan etmiştir. Öğrenim dili tamamen Fransızca olan ilk mektep olan Tıbbiye, Batı kültürünün Osmanlı’ya girmesinde büyük rol oynamıştır. 1847 yılında okulu ziyaret eden Mac Farlane’nin intibaları bu noktada oldukça enteresandır: “Okulun kütüphanesindeki kitapların çoğu Fransızcadır. Bu kitaplar arasında Fransız İhtilali’ni hazırlayan Voltaire’in, Diderot’un, D’Holbach’ın ve Cabanis’in eserleri bir koleksiyon teşkil edecek şekildedir ve bunlar öğrencilerin ellerinde dolaşmaktadır.” Bu dönemin bir başka ilginç ve çelişkili özelliği ise, II. Mahmud’un 1824 yılında ilköğrenimin yaygınlaşması ve mecburî amacıyla çıkardığı fermanda, sıbyan mekteplerinde okuyan çocukların dinî eğitimden geçirilmelerinin zorunluluğuna vurgu yapmasıdır. Aynı dönemde, Aydınlanma Çağı’nı ve Fransız İhtilali’ni yaşamakta olan Avrupa’da bile, eğitimin yaygınlaşması ve mecburî olması yönündeki çalışmalara henüz yeni başlanmış olması ise dikkat çekici bir durumdur.  

MEDENİYET ÇİZGİMİZDEKİ BÜYÜK KIRILMA

Batı karşısında asıl büyük kırılma ve inhiraf Tanzimat’la birlikte tezahür etmiştir. “Tanzimat Projesi”nin, Batı’yı yakından görmüş, Batı medeniyetini iyi tanıyan ve bir Batı dilini öğrenen Batıcı devlet adamları, elçi, diplomat ve aydınların eseri olduğuna şüphe yoktur. Osmanlı’nın Viyana elçisi olan Sadık Rıfat Paşa, 1837-1838 tarihlerinde hazırladığı lâyihalarda, “Avrupa hükümdarlarının, devlet idaresinde millet hukukunu ve kanunları esas aldığını” dile getirerek, Osmanlı’da da “Şeriat yerine Avrupalıların tatbik ettiği laik kanunların yürürlüğe konmasını” zımnen teklif etmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Ercüment Kuran, Niyazi Berkes gibi birçok yazara göre, Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşid Paşa, Rıfat Paşa’nın fikirlerinden ilham almıştır. Mustafa Reşid Paşa, önce Paris’te (1834-1835) ardından Londra’da (1837-1839) daimî elçilik yapmış, dönüşte iki defa Hariciye Nazırı olmuş ve Avrupa’da edindiği tecrübe ve izlenimlerini, hem fermana hem de ardından gelecek olan ıslahatlara yansıtarak, Osmanlı’nın yüzünü Batı’ya çevirmiştir.   Gülhane Hatt-ı Hümâyûn’u, giriş bölümünde yer alan “şer’î hükümlerden asla sapılmayacağını” taahhüt eden ifadenin aksine, Osmanlı Devleti’nin “Şeriat esaslarından uzaklaşmasını” tescil etmiştir. Tanzimat sürecini yürüten Mustafa, Ali ve Fuad Paşalar, “sivilleşme” adı altında Batı’nın sosyal hayatını ve âdetlerini Osmanlı devlet ve toplum hayatına tatbik etmeye çalışmışlardır. Ne yazık ki, ulemanın, vaiz ve imamların cami kürsülerinden “Şeriat’ten uzaklaşılıyor” ve “Kuran ahkâmına aykırı bir kanun ilan ediliyor” istikametindeki ikaz ve tenkitleri de bu cereyanı durdurmaya yetmemiştir.  

MEFTUNİYET VE BATI ROTASINA GİRİŞ

Tanzimat ile Batı karşısında her konuda teslim bayrağı çekilmiş, devlet ricali ve aydın taifesinin ekseriyeti itibariyle “Batı’nın üstünlüğü” resmen onaylanmıştır. “Batılılaşma” devlet politikası haline gelmiştir. Bu dönem, tarihî sapmanın dönüm noktası olmuştur. Bu duruma İlber Ortaylı şöyle temas etmektedir: “19. Yüzyılın Osmanlısı, Batı’ya karşı kuşku duysa da artık onu bilinçli olarak izlemek üzerinde düşünmeye başlamıştı. 19. Yüzyıl Osmanlısına göre, Doğu ile batı artık kıyaslanamayacak iki dünya olmuştur. Açıkça söylüyorlardı ki, Batı, Doğu’ya göre üstündür.” Artık, eski ihtişam devrelerini çoktan unutan Bâb-ı Âli’de, İngiltere için “devlet-i fehimâne” ifadesi kabullenilir ve diplomasi alanında kullanılır olmuştu. Hatta bundan sonra, Osmanlı Ülkesi’nde herhangi bir iş yapabilmek ve siyasî-idarî tasarrufta bulunabilmek için bir Batılı Devletin tasdik ve desteğini arama, zaruret halini alacaktı. Sürekli şekilde su almakta olan devlet gemisini batmaktan kurtaracak yegâne çarenin, “Batı rotasına” çevirmekten geçtiği kanaati bu devirde iyice benimsenecekti. Askerî-siyasî bürokrasi ve aydın tabakasında, Batı’daki mevcut kuruluşların ve uygulamaların ülkeye getirilmesinin, Osmanlı’nın bozulan ve aksayan yönlerini düzeltmede “tek çare” olduğu anlayışı, belleklere iyice yerleşmeye başladı. Oysa “Hangi Batı” kitabının yazarı Attila İlhan’a göre, sözünü ettiğimiz mahiyeti ve maksadı mevhum olan batılılaşma çabalarının tezat teşkil eden bazı açmazları vardı: “Tanzimat ve sonrası bize, Batılıların önerdiği ve denetlediği bir batılılaşma düzenidir. Bu düzen imparatorluğu batırmıştır, çünkü endüstrileşmeyi sağlayan değil, engelleyen bir tutum içermektedir... Bir kere yaptığımız batılılaşmak değildi, ikincisi Batı bizim sandığımız gibi değildi, üçüncüsü Batı’nın ulaştığı yer özenilecek bir yer değildi.”   Osmanlı’nın (Batıcı zümrenin) kendi dünyasını ve değerlerini terk edip yabancı bir dünyaya yönelmesinin ve giderek meftuniyetinin milâdı da Tanzimat’la olmuştur. Depreşen kompleksin tesiriyle kendi kıymet hükümlerine ve dinamiklerine karşı şüpheye düşme, yabancılaşma ve hatta düşman kesilme hastalığı, bu hasım dünyaya şirin ve dost görünme arzusunu uyandırmıştır. Bağlı bulunduğu ve temsilciliğini üstlendiği medeniyet dairesinden çıkarak Batı Medeniyeti dairesine girme ve varlığını ve kimliğini yeniden tanımlama cereyanının bugüne uzanan çizgide zuhur etmesi de bu devreye rastlamaktadır. 1874’de orta elçiliğe kadar terfi eden, Tanzimat dönemine tanıklık eden ve bu dönem ve sonrasına ilişkin “Tanzimat ve Türkiye” isimli bir eser kaleme alan Fransız Diplomat Engelhardt, Tanzimat’ın, Osmanlı’yı, Batı’ya ve Batı medeniyet dairesine yaklaştırma çabalarındaki etkisine şöyle temas etmiştir: “Tanzimat’ın en önemli amacı, Müslüman toplumları, asırlardır manevî ve siyasî bakımdan uzak yaşamış olduğu Hıristiyan toplumlara yaklaştırmaktı... Tanzimat, her şeyden önce Avrupa’yı memnun etmek ve Türkiye’ye karşı daha yumuşak ve tavizkâr davranmasını sağlamak amacını güdüyordu.” Son dönem Osmanlı sadrazamlarından Said Halim Paşa’nın tespiti de aynı hususa işaret etmektedir: “Memlekete, Batı taklidi müesseseleri ve onlarla beraber Avrupalı telakki ve esasları getirirsek, Avrupa hükümetlerinin sevgilerini kazanmaya, eski düşmanlıklarını hafifletmeye ve bencilliklerini yumuşatmaya muvaffak olacağız sandılar. Bu zanna düştükten sonra da, memleketi İslam’dan uzaklaştırmak mecburiyetinde olduklarına inandılar.”  

İHANET PSİKOZU VE FRENGİ HASTALIĞI

Bu noktada Cemil Meriç’in, Batıcı aydın-bürokrat zümresinde zuhur eden kendi değerlerine “ihanet psikozu” ve yakalandığı iflah olmaz “frengi hastalığı”na dair “Umrandan Uygarlığa” isimli eserinde serdettiği şu tahlilleri oldukça anlamlı ve düşündürücüdür: “Genç Osmanlılardan genç sosyalistlere kadar bütün Türk aydınları, bir hıyanet psikozu içindedir... Tanzimat’tan sonra aydın, kendi tarihinden, kendi insanından koptuğu; Batı’nın temsilcisi olduğu ölçüde aydındır. Batı medeniyetine bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uzvî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından. Padişah halktır; gerçi o da “frengi hastalığı”na yakalanmıştır, ama yine halktır. Bâbıâli, Reşid Paşa’dan itibaren Avrupa’yı temsil eder. Saraydan da, halktan da kopmuş bir bürokrasi... Padişah, son mukavemet kalesi. İstese de istemese de, kalabalığı korumak mecburiyetindedir. Bâbıâli, bir hân-ı yağma grubu. Halkla en küçük bir teması yok. Ve ufukta rüyaların en muhteşemi: Avrupa... Avrupa, memnu meyveleriyle karşısındadır, dudaklarında büyüleyici bir tebessüm, şarkılar fısıldar ona, davetkâr şarkılar. Yüzlerce mektep, binlerce keşiş, elçiliklerle balolar, ekalliyetler, ikide bir Beyoğlu’nu zevk panayırı halin getiren şuh aktrisler... Bir başka lisan konuşmaktadır aydınlar, halktan nefret etmektedirler. Padişahı, kendilerini dünya zevklerinden ayıran bir hâil olarak görmektedirler. Padişah olmasa, Avrupa’nın emrinde ve Avrupa’nın inayetiyle Türkiye’yi kendileri yönetecekler.”   Cemil Meriç’in “Jurnal” başlıklı kitabında geçen tespitleri de derin anlamlar ve çağrışımlar ihtiva edecek kadar ibret-amizdir: “İmparatorluğun birbirine düşman etnik unsurlardan mürekkep yamalı bohçası dikiş yerlerinden ayrılalı beri biz, kendi kendine düşman insanlar haline geldik. Mazi yok, tarihimizi tanımıyoruz. Din ölüm yatağında... Sonra tarihi tersine çeviren ve altı yüz yılın emeğini yok eden görülmemiş Vandalizm... Biz, Müslüman olduğundan, Doğulu olduğundan, Türk olduğundan utanan, aczinden, tarihinden, dilinden utanan şuursuz bir yığın haline geldik... Tanzimat devrinin aydını, Avrupa’yı erişilmez bir dünya olarak sayıklamaya başladı. Ama hep beldeler, kâşaneler, hep dekor, hep dış... Şimdi (Avrupa’nın) maymunuyuz. Yani hiçbir haysiyeti, hiçbir hikmet-i vücudu olmayan ananesiz, haysiyetsiz, sırnaşık gölgesiyiz.”  

KÖR TAKLİTÇİLİK: TESLİMİYET VE BAĞIMLILIK

Batının ilim ve teknolojisinden faydalanarak kendini yenileme ve geliştirme, yani modernleşme yerine, kültürünü, sosyal hayatını ve topyekûn dünya görüşünü taklit etmek biçiminde ortaya çıkan “Batılılaşma akımı” büyük ölçüde Tanzimat’ın eseridir. Oysa “Osmanlı Devleti’ni içten içe kemiren büyük sebeplerin başında taklitçilik geliyordu.” Kör taklitçilik, Osmanlı’yı hafıza kaybına, hafızasızlık da şuur körelmesine ve dolayısıyla siyasî, toplumsal ve kültürel sahalarda kıyas ve muhakeme kabiliyetini yavaş yavaş yitirmesine sebebiyet vermişti. Batılı aydın Poul Dumont’un şu tespiti bu noktada gayet isabetlidir: “Reform süreci (Tanzimat) hiç kuşkusuz bir kültürel sömürgeleşmeyi de beraberinde getirdi!” Söz konusu anlayış kendinden sonraki bütün süreçleri şekillendirmiş ve günümüze kadar intikal etmiştir. Bundan dolayı Prof Dr. Hilmi Ziya Ülken gibi birçok sosyolog, aydın ve tarihçi, Tanzimat hareketini “gayrı millî” olarak değerlendirmişlerdir. Bu gayri millî ve gayri nizamî yenileşme anlayışı sonucunda zaman, güç ve kaynak israfı yapan Osmanlı’nın, Batı ile arasındaki mesafe, yüzyılın başında telafi edilebilir ölçüdeyken, maalesef çarpık Tanzimat uygulamalarının hâsıl ettiği irtifa kaybı neticesinde kolay telafi edilemez boyutlara erişmiştir.   Tanzimat’la, bu yeni ailenin bir üyesi olma isteği açığa vurulurken bir taraftan da mevcudiyet ve bekamızı, toprak bütünlüğümüzü Avrupalı Devletlere ipotek ettirme çerçevesindeki “teslimiyetçi ve bağımlı” anlayış da devlet mekanizmasında yer bulmaya başlamıştır. Kırım Harbi’nin akabinde imzaladığımız 1856 Paris Antlaşması ile müttefikimiz olan Batılı Devletler, “Osmanlı’nın Avrupalı bir devlet olduğunu” ve toprak bütünlüğünün kendileri tarafından garanti altına alınacağını vaat etmişlerdir. Batılıların, Rusya’ya karşı Osmanlı’yı destekleyici bir tavır sergilemeleri; Osmanlı’nın kendi gücüyle ayakta duramadığını ve toprak bütünlüğünü Avrupalı Devletlerin himayesi ya da vesayeti olmadan koruyamayacağını ispatlaması bakımından baş gösteren acziyet ve zafiyetin aslında ilk hazin işaretçisiydi. Bundan sonra Düvel-i Muazzama, Osmanlı’nın içerisine düştüğü iktidarsızlık durumunu sık sık silah olarak kullanacak, içişlerine dilediği zaman müdahale etme hakkını kendinde bulacaktır.   Yine 1856 tarihli Islahat Fermanı da, tamamen Batı’yı hoşnut etmeye; Kırım Harbi ve Paris Antlaşması esnasındaki desteğini ve yardımını daimî kılmaya matuftu. Osmanlı’nın, I. Meşrutiyet’in ilan gününü İstanbul Konferansı’nın düzenlendiği 23 Aralık 1876 tarihine denk getirmesi ise, yapmayı taahhüt ettiği “Avrupa’nın istediği reformları” tatbikata koyma mevzuundaki azim ve kararlılığını sergileyerek, Batı’yı hoş tutma ve yaranma duygusunun dışa aksettirilmesinden ibaretti. Artık tek başına ayakta duramayan; Batılı Devletlerin çıkar çatışmaları sayesinde sunî teneffüsle hayatiyetini sürdüren Osmanlı Devleti, etrafını çevreleyen hasımlarına ve değişen konjonktüre göre daha esnek bir politika geliştirecek; hareket hattını Batı güdümünde çizmeye çabalayacaktı. Payandasız hareket edemeyen Devlet-i Âli, bu devreden itibaren Batının iyice esiri olacak ve onun adeta yarı sömürgesi seviyesine düşmekten kurtulamayacaktı.

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak