Avrupa karşısında Osmanlı hâkimiyetinin tavsamaya başlaması, “yenilmezlik” fikrinin sarsıldığı 1683 Viyana Bozgunu ve ilk kez ağır toprak kaybına uğradığı 1699 Karlofça felâketiyle olmuştur. Bu süreçten itibâren Osmanlı Devleti artık, Cemil Meriç’in orijinal ifâdesiyle, ecdâd-ı izâmımız (büyük ecdâdımız) hep sırtını görmeye alıştığı küffâr-ı betgerdara hep sırtını göstermeye başlamıştır.
Osmanlı, Batı’nın kendisinden ileri gitmeye başladığını üstünlük psikolojisinin tesiriyle uzun bir müddet görmek istememiştir. Yüzyıllar boyunca Batı’ya karşı siyâsî, askerî, fikrî ve iktisâdî üstünlüğünü kabul ettirmiş bir İslâm devleti olarak, dînin verdiği izzet ve vakarı bir tarafa koyup, asırlarca “diyâr-ı küfür” sözleriyle cephe aldığı Hristiyan Batı Âleminden faydalanmak ve onun hükümlerine boyun eğmek Osmanlı’ya başlangıçta ağır gelmiştir. Avrupa’ya karşı asırlarca devâm eden askerî-siyâsî direniş, milletçe sâhip olunan devlet-i ebed müddet anlayışından kaynaklanan yüksek gurur, aşırı güven ve yenilmezlik fikri devlet ve cemiyetin bütün hücrelerine âdeta işlemişti. Bunun zihnî, rûhî ve hissî altyapısıyla ilgili Cemil Meriç’in ortaya koyduğu tahliller oldukça mânidar: “Üç kıtaya ferman dinleten bir ülkenin aydınları, Batı’yı tanımak zorunda değildiler. Olgun bir medeniyetin toy bir medeniyete bakışı... Her büyük kültür tektir ve her alanda kendi dilini konuşur.”
Ne var ki Osmanlı, Lâle Devrinden başlayarak Tanzimatçılar, Jön Türkler ve İttihatçılar eliyle medeniyet çizgisini değiştirmeye ve hasmı olan Batı Medeniyetinin dâiresine girip kimliğini yeniden tanımlamaya zorlanmıştır. Bumakâleyle birlikte başlattığımız dizi yazımızda, batılılaşma serüveninin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan gelişim sürecini dikkat çekici kesitleri ve husûsiyetleriyle analiz etmeye gayret edeceğiz.
LÂLE DEVRİ, BATI’YI TÂKİP VE HAYRANLIK
YİRMİSEKİZ ÇELEBİ MEHMED’İN PARİS SEFÂRETİ
Lâle Devri’nde Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin 1720-1721’de Avrupa’ya, Paris’e ilk dâimî elçi olarak gönderilmesinin ardından Osmanlı, Batı Âlemini ilk defa yakın tâkibe almıştır. Sadrazam Damat İbrahim Paşa’nın Çelebi Mehmed Efendi’ye verdiği şu tâlimat, hangi maksatla gönderildiğini açıkça ortaya koymaktadır: “Vesâit-i umran (medeniyet vâsıtaları) ve maarife (eğitime) dahi lâyıkıyla kesbi ıttılâ ederek (öğrenip bilgi toplayarak), kâbil-i tatbik (uygulama imkânı) olanların takrîri (yerleştirilmesi, uygulanması)...” Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin, yaklaşık bir yıl süren bu görev sonunda hazırladığı ve Padişah III. Ahmed ile Sadrazam Damat İbrahim Paşa’ya takdim ettiği “Paris Sefâretnâmesi”, Osmanlı’nın, Batı medeniyetiyle resmî temâsının ilk yazılı kaynaklarından olması bakımından önemlidir.
SEFÂRETNÂMEDEKİ BATILILAŞMA PROGRAMI
Çelebi Mehmed Efendi’nin, yaklaşık seksen kişilik bir heyetle birlikte Fransa’da yaptığı incelemeler, edindiği intibâlar ve hazırladığı sefâretnâme, Osmanlı ülkesinde “Batı’nın yalnızca bir gâvur memleketi olmadığı, orada bilim ve kültürün yükseldiğine değinen ilk eser” olarak kabûl edilmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre bu küçük sefâretnâmede, Osmanlı’nın bundan sonraki süreçte tatbik sahasına koyacağı “batılılaşma programı gizlidir.” Bu sefâretnâme Osmanlı’nın Fransa özelinde Avrupa’ya ve Avrupalılara bakışında ve eski geleneksel değerlendirmelerini gözden geçirmesinde köklü değişiklikler meydana getirmiştir. Önceki dönemlerde Batı Dünyâsı’nı genel anlamda “diyâr-ı küfür” olarak gören Osmanlı, artık kendisini “Avrupa karşısında mücâhit gururu yaralanmış cihangir bir muharip” olarak vasıflandırmaya ve konumlandırmaya başlamıştır.Aradaki husûmet ve soğukluğu nisbeten de olsa yumuşatarak bir yakınlaşma sürecinin doğmasına zemin hazırlamıştır.
Yirmisekiz Mehmed Efendi’nin hazırladığı sefâretnâmenin satırbaşlarından da bunu anlamak mümkündür. Gezdiği ve gördüğü, kendi ifâdesiyle “gönül açan” göz kamaştırıcı bâzı mekânlar, eserler ve yapılar karşısında duyduğu, çok defa aşırıya kaçan hayret, hayranlık ve beğeninin; Avrupa’nın hayat standardı, refah seviyesi, bilim, teknik, sanat, mîmâri ve estetik bakımlardan Osmanlı’nın önüne geçtiğini farketmesinin etkisiyle zaman zaman aşağılık kompleksine dönüştüğünü söyleyebiliriz.
Sefâret heyetinin geri dönerken berâberinde Avrupa’daki rokoko üslûbuyla yapılmış Versay Sarayı gibi köşklerin, sarayların ve lâle bahçelerinin plânlarını getirmeleri ve bunları uygulamak amacıyla İstanbul’da hummâlı imar faaliyetine girişilmesine önayak olmaları bu eziklik ve gerilik duygusunun menfî sonuçlarından birisidir. Lâle Devri’nden itibâren Osmanlı klasik mîmârisiyle yapılan eserlerin yerini, Batı’da görülen barok ve rokoko tarzında yapılan mîmârî eserler almaya başlamıştır. Avrupaî mîmârinin tesiri ilk olarak Sadabat Kasrı’nda görülmüş, bunu Nûru Osmaniye Külliyesi, Laleli Külliyesi, Beylerbeyi Câmii, Doğubeyazıt İshak Paşa Sarayı, Koca Ragıp Paşa ve Murat Molla Kütüphaneleri gibi mîmârî yapılar tâkip etmiştir.
FRENK TARZI’NIN İSTANBUL’DA YAYILMASI
Fransa’dan getirilen kitaplar, elbiseler ve mobilyalar İstanbul’da, özelde “Fransız modası”nın, genelde “Frenk tarzı”nın yayılmasına yol açmış; Osmanlı’nın “Altın Çağı”nda Paris’in sosyete, aydın ve yönetici tabakasının evlerinde “Şark/Osmanlı Köşesi” bulundurmasının moda olması durumu tersine inkılâp etmiş, bu defa -Prof. Halil İnalcık’ın da dediği gibi- İstanbul’un ekâbir takımının evlerinde “Frenk Odası” bulundurmaları moda hâline gelmeye başlamıştır. Paris’ten esen moda rüzgârı saray ve çevresini bile kuşatma altına almıştır. Bu da toplum hayâtının, hayat tarzının, sanat ve kültürünün değişmesine, giderek an’anevî çizgisinden saparak “yabancı kültürün” tesiri altına girmesine sebebiyet vermiştir.
Dönemin ünlü şâiri Nedim’in de “Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyâdan” sözüyle veciz bir şekilde temâs ettiği cihetle; lâle ve gül bahçeleriyle donatılmış Avrupaî saray ve köşklerde tertiplenen eğlence âlemleri, zevk ve sefâ meclisleri Lâle Devri’nde, Frenk kültürünün ve yaşam biçiminin ilk tecrübe edildiği ve bünyeye sirâyet etmeye başladığı mekânlar olmuştur. İttihat ve Terakki dönemi sadrazamlarından Said Halim Paşa’nın bu mevzûdaki tesbitleri şöyledir: “O vakitler bu medeniyetin bütün incelikleri, parlaklıklarıyla görüldüğü yer Fransa olduğundan, tâkip olunan medenîleşme gâyesi de Osmanlı toplumunu Frenkleştirmekten ibâret kaldı. Böylece Fransız ahlâk ve âdetlerinin taklidi ve fikirlerinin benimsenmesinden başlanarak, meziyetlerinin hattâ noksanlarının alınmasına özenildi.”
Ancak, sefâretnâmede rapor edilen Languedoc (Langüdak) Kanalı’nın Eklüz Sistemi, Marly’nin büyük makinesi, gözlemevinin âletleri, köprüler, su sistemleri gibi fen ve teknik konular ile tıp, sanat ve mîmâri alanlarla ilgili edindiği intibâ ve tecrübelerin; ilk resmî matbaanın kurulması ve kitap baskı tekniğinin geliştirilmesi gibi “Rönesans” olarak değerlendirilebilecek bazı müsbet icraat ve ıslahatlara kaynaklık ettiğini de inkâr edemeyiz.
SEFÂRETNÂMELERİN BATILILAŞMAYA KATKISI
Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi’nin Paris elçiliğinden sonra Osmanlı, III. Selim döneminde 1793’de Londra’da (Yusuf Agâh Efendi 1793-1797) dâimî elçilik açmış, bunu 1797 yılında Paris (Moralı Esseyyid Ali Efendi 1797-1802), Viyana (İbrahim Arif Efendi 1797-1800) ve Berlin (Ali Aziz Efendi 1797-1798) elçilikleri tâkip etmiştir. Hammer’in verdiği bilgiye göre Osmanlı’nın elçi gönderdiği ülke sayısı 1774’de imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’na kadar 36’ya ulaşmış, bu ülkelere gönderilen elçi ve maslahatgüzarın toplam sayısı ise 205 olmuştur. Prof. Dr. Bernard Lewis, Avrupa’nın mühim merkezlerinde kurulan bu elçilikleri “Osmanlı’nın Batı’ya açılan kapıları” olarak nitelendirmiştir. Batı’nın yaşayış tarzı, kültür anlayışı ve sanat zevkinin Osmanlı ülkesine girmesi ve yaygınlaşmasında ve “Batılı aydın tipinin ve bürokrat tabakasının oluşumunda” elçilikler ve elçilik görevlilerinin rolü çok büyük olmuştur. Bunların hazırladığı, yekûnu 46 veya 48’i bulan sefâretnâmeler de bir bakıma “batılılaşma programı” niteliği kazanmıştır.
1655’de Kara Mehmed Paşa’nın kâtip Evliya Çelebi’ye yazdırdığı “Viyana Sefâretnâmesi”nde ziyâfetler, balolar, operalar, tiyatrolar, konserler, eğlenceler, şehir hayâtı, saraylar, bahçeler, meydanlar “bizde de olsa” kabilinden teferruatlı bir şekilde tasvir edilmiş; kadınların serbest oluşları, erkeklerle ilişkilerinde çok rahat hareket etmeleri, çalışma hayâtında yer almaları dikkat çekilen hususlar arasında yer almıştır. Bernard Lewis ve Stanford Shaw gibi Batılı târihçiler bile elçilerin hazırladığı sefâretnâmeler ve raporların Avrupa’daki siyâsî, askerî, iktisâdî, ilmî, sınâî gelişmelerden, devletlerarası ilişkilerin ve Osmanlı’ya karşı izlenen politikaların son durumundan bahsetmesi gerekirken daha ziyâde Avrupalıların törenleri, eğlenceleri, tiyatroları, modası, yiyecekleri vb. gibi gereksiz şeylerle doldurulmasını yadırgamışlardır.
Paris’e gönderilen dâimî elçilerden Moralı Esseyyid Ali Efendi (1797-1802) ile Seyyid Abdurrahim Muhib Efendi’nin (1808-1811) sefâretnâmeleri incelendiğinde “Batı taraftarı” oldukları açıkça anlaşılmaktadır. Londra’ya dâimî elçi olarak tâyin edilen İsmail Ferruh Efendi (1797-1800) ise “kültür hayatımızın batılılaşmasında” başlıca rol oynayan kişilerden sayılmıştır. Ortaköy’deki yalısında devrin aydınlarıyla bu çerçevede kültürel faaliyetler ve toplantılar icrâ etmiş ve söz konusu çabalarından ötürü İstanbul’dan sürülmüştür.
SEFÂRETNÂMELERİN MÜSBET TESİRLERİ
Elbette bütün Osmanlı sefirleri sefâretnâme ve raporlarında sâdece Batı’nın kültürü, sanatı ve hayat tarzından bahsetmemiştir. Batı’nın askerî (ordusu, askeri sistemi, silahları, kaleleri), idârî ve hukukî yapısından, iş-çalışma hayâtından, şehirlerin mâmur ve plânlı olmasından, ilmî-teknik gelişmelerden ve hayâtın müreffehliğinden söz eden; âdet ve inanışlarını tenkit eden; Osmanlı’nın Batı karşısındaki siyâsî, askerî, ekonomik ve medeniyet sahalarındaki eski kudret ve itibârının etkisinde kalınarak hazırlanan, o vasıfların yeniden kazanılması için teşhis ve teklifler sunan sefirler ve sefâretnâmeler de vardı. 1730’da Viyana’ya gönderilen elçi Hacı Mustafa Efendi 1748’de yazdığı Nemçe Sefâretnâmesi’nde, gezip gördüğü yerlerin eskiden Osmanlı hâkimiyetinde olduğu halde elden çıkması karşısında derin teessüflerini ifâde etmiştir. 1791-1792’de aynı şehre elçi tâyin edilen Ebubekir Ratib Efendi de Temeşvar Kalesi’ni görünce Osmanlı’nın bu kale için akıttığı kanların acısını derinden hissetmiş ve bunun verdiği ıstırapla birer manzume kaleme almıştır. 1797’de Paris’e vazifelendirilen Esseyyid Ali Efendi ise, rasathaneyi ziyâret ederek ay ve yıldızları teleskopla seyrettikten sonra intibâlarını İstanbul’a rapor etmiştir. Halefi Muhip Efendi de fizik ve kimya laboratuarlarını gezmiş; havanın bileşimi, fizyolojik etkileri ve hava basıncının varlığı hakkında elde ettiği mâlûmatları sefâretnâmesinde kaydetmiştir.
II. Mahmud devrinden Tanzimat dönemine girerken Osmanlı’ya Avrupa pencerelerini açmada mühim katkıda bulunan şahsiyetlerden biri de 1838’de Paris Sefâreti Başkâtipliğine atanan hâriciye bürokratlarından Mustafa Sami Efendi’dir. Birçok Batı şehrini gören ve Avrupa ahvâline hayran kalan Mustafa Sami Efendi, görüş ve intibâlarını kaleme aldığı “Avrupa Risâlesi” başlıklı sefâretnâmesinde Avrupa’nın terakkî sebeplerini ve bu istikâmette Osmanlı’nın neler yapması gerektiğini analiz etmiştir. Müsbet ilimlerin gelişmesi desteklenir ve yaygın bir maarif hareketiyle ilmî ve kültürel anlamda bir gelişme sağlanırsa ilerlemenin önü açılır, Avrupa yakalanabilir ve böylece Osmanlı, ilmî, teknolojik ve ticârî sahalarda Batı’ya bağımlı olmaktan kurtulabilirdi.
1837-1839 yılları arasında Viyana elçiliği yapan, Tanzimat döneminde Hâriciye Nazırlığına getirilen ve hattâ fikirleriyle Tanzimat Fermânı’na (Tanzimat ideolojisine) ilham kaynağı olan Sadık Rıfat Paşa da, “Müntahabât-ı Asâr” (Seçilmiş Eserler) adlı eseri içerisinde yeralan ve elçiyken yazdığı “Avrupa Ahvâline Dâir Risâle” başlıklı bölümde dile getirdiği tahlil ve müşahedeleriyle Mustafa Sami Efendi’yi desteklemiştir. Sadık Rıfat Paşa, Batı Medeniyeti’nin dıştan kolaylıkla müşahede edilebilecek görünüşünün altında onu diğer medeniyetlerden ayıran temel unsurun “zihniyet meselesi” olduğuna dikkat çekmiştir. Paşaya göre, Osmanlı’nın genellikle keyfî olan, örf ve geleneklere dayanan idâre sistemine karşılık Avrupa’da insanın tabii haklarını ve ihtiyaçlarını esas alan rasyonel bir devlet ve idâre anlayışı vardır. İşte Osmanlı’nın kalkınma dâvâsının esas zembereği de Batı’daki bu “zihniyete” sâhip olmaktır. Bu da ancak maarif yoluyla ve devlet vâsıtasıyla gerçekleşebilir.
TAKLİTÇİLİKTE KAYBOLAN “AVRUPAΔ TALEBELER
Osmanlı’nın batılılaşmasında, Avrupaî tahsil görmeleri için Batı’ya “talebe gönderme uygulaması”nın da belli ölçüde hissesinin bulunduğu inkâr edilemez. III. Selim zamanında Londra’ya dâimî elçi olarak gönderilen Yusuf Agâh Efendi’nin, “dil eğitimi” (özellikle Fransızca) almaları için berâberinde götürdüğü Mehmed Derviş Efendi ile Mehmed Tahir Efendiler aracılığıyla Avrupa’ya talebe yollamanın kapısı açılmıştır. Talebe gönderimi resmî anlamda ilk defa 1830 yılında II. Mahmud döneminde, Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusuna subay yetiştirmek maksadıyla Fransa’ya gönderilen “Hüseyin, Ahmed, Abdüllatif ve Edhem (II. Abdülhamid döneminin sadrazamı) Efendiler” ile başlamıştır.
Daha çok paşazâde, sefir çocukları (1834-1837 arasında Paris’teki St. Louis Lisesi’nde okuyan, Paris Sefiri Mustafa Reşid Paşa’nın tercümanı Ruhittin Efendi’nin oğlu olan, geleceğin sadrazamlarından Ahmed Vefik Paşa gibi) ve Enderun talebeleri arasından seçilen bu “askerî talebeler”in toplam sayısı 150’yi bulmuştur. Tanzimat sonuna kadar Paris, Londra ve Viyana gibi büyük şehirlere gönderilen 36 kişiyle birlikte bu sayı 200’e yaklaşmıştır. Tanzimat döneminde bu talebelerin arasına “sivil” olanların da eklenmesiyle Avrupa’ya gönderilen talebelerin sayısında ciddî oranda bir artış yaşanmıştır. Avrupa’da tahsillerini tamamladıktan sonra yurda dönen bu talebelerin çoğu, başta yeni açılan askerî ve sivil mekteplerde hocalık olmak üzere devletin ve ordunun çeşitli kademelerinde, sadrazamlığa kadar uzanan vezirlik, sefirlik, subaylık, yazarlık, şâirlik, gazetecilik (1849-1853 arasında Fransa’da mâliye ve edebiyat tahsili gören Şinasi) gibi mühim görevlere getirilmişlerdir.
Talebelerin gönderiliş amaçları ise genel anlamda şöyle toparlanabilir: Avrupa’yı, medeniyetini, temel vasıflarını, terakki etme sebeplerini, ilim ve teknolojide yakalamış olduğu seviyeyi öğrenmek ve tabii ki Osmanlı Devleti’ni ve medeniyetini tekrar ayağa kaldırmak için askerî, sınâî, teknolojik sahalarda hangi yeniliklerin yapılması gerektiğini anlamak ve ona göre bir yenilik, eğitim ve kültür programı ve yol haritası belirlemek. Bu hedefler doğrultusunda bir değerlendirme yaptığımızda talebelerin, eğitim, bilim, kültür ve sanat yönünden “modernleşmeye” katkıda bulundukları; sanâyi ve teknoloji sahasında da ülkenin kalkınmasına nisbî anlamda yardımcı oldukları söylenebilir.
Ancak, Prof. Dr. Adnan Şişman ve Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da temas ettikleri gibi, böylesi hayâtî maksatlarla gönderilen talebelerin, başına geçtikleri eğitim ve bilim müesseselerinin araştırmaya dayalı yeni bilgiler üretmesi, modern mânâda yerli bilim geleneğinin temellerinin atılması ve ülkede, Batı’yı ayağa kaldıran “ilmî zihniyet”in teşekkülü yolunda kayda değer bir teşebbüste bulunmadıkları da acı bir gerçektir. Ne yazık ki Avrupa kültürünün ve yaşantısının ülkeye taşınmasına, “kültürel batılılaşmaya” ve “taklitçilik hastalığına” aracılık etmekten başka bir işe yaramamışlardır. Sadrazam Said Halim Paşa da aynı kanaattedir: “Tahsil için veya sefâret vazîfesi ile memur olarak Batı memleketlerine giden gençlerden, ecnebi ahlâk ve yaşayışını benimsemiş olarak dönenler pek çoktu.”
Avrupaî talebeler “Batıcı” diplomat, asker-sivil bürokrat ve aydın tipinin/zümresinin oluşumuna öncülük etmişler; Tanzimat döneminin kapılarını açarak 19. yüzyıldaki Batılılaşma anlayışları ve hareketlerinin şekillenmesine önayak olmuşlardır. Netîce itibâriyle, talebe gönderme tatbîkâtının büyük ölçüde devletin boşa yatırım yapmasına ve ülkesine, milletine, dînine, kültür ve medeniyetine yabancılaşan, “kayıp nesiller”in sayısının artmasına katkıda bulunduğu muhakkaktır.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak