Halkın içine karışma
Şeytan ile hiç barışma
İhvanlar ile çekişme
Fenâ ahlâk, sıfırdır bu
Kıymetli kardeşlerim!
İnsan hiç bir zaman aynı hâl üzere kalamaz. Dâimâ bir hâlden başka bir hâle geçer. Bazen iyi hâlde, bazen kötü hâlde olur. Bu yüzden insanın evvelki hâllerini hep hatırında tutması lâzım gelir. Tarîkat-ı âliyyede azmeden, muhabbetli, teslîmiyetli, râbıtalı olan kardeşlerimizin letâifleri çalışır, ahlâkları güzelleşir.
Mürîd, murâkabelerde kalbini açtı mı, derhâl arş-ı a’zama uyanır. Oradan kalbine füyûzât-ı ilâhiyye sağanak sağanak dökülür. Eğer derseniz ki üzerimize sebepsiz bir gevşeklik geldi, iyi hâllerimizi kaybettik. İşin içinden de çıkamıyoruz. Bendeniz derim ki: Râbıtayı iyi yapamıyorsunuz. İrtibat kuramıyorsunuz, acele ediyorsunuz. Gözlerinizi kapıyorsunuz ancak gönlünüzü doyuramıyorsunuz.
Gayretten sonraki gevşeklik hâli hamlık getirir. Eskiden beri hep söylerim. Bunun tek bir ilacı vardır. Günahlarınızı bir bir gözünüzün önüne getirin. Sanki ilk defa tevbe ediyormuş gibi ‘Estağfirullâh el-azîm, estağfirullâh el-azîm, estağfirullâh el-azîm’ deyin.
Es’ad-ı Erbilî (ks) Hazretleri, ihvânına ‘Lâ ilâhe illallâh el-melikü’l-hakkü’l-mübîn, zikrini Cenâb-ı Allâh’ı görüyormuş gibi yapmalısınız.’ buyururlarmış ve eklermiş: ‘Şâyet böyle yapmazsanız zikirden hâsıl olacak olan göz ve gönül zevkini tam mânâsıyla elde edemezsiniz. ‘Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed’i yâni salavât-ı şerîfeyi ise, kutb-ı cihânı yanına alarak âdetâ Fahr-i Kâinât (sav) ile diz dize oturuyormuş gibi okumalısınız.’
Ancak kıymetli kardeşlerim bizler, hâzık tabîbin bize verdiği reçeteyi yanlış kullanıyoruz. Âdâba dikkat etmiyoruz. Bize deniliyor ki: ‘Sakın acele etmeyin, evrâdın vaktini saatini bekleyin.’ Fakat biz vakte riâyet etmiyoruz. "Aç karnına, şifâ niyetiyle, hâcet kapılarının açık olduğu, ‘Kullarımdan isteyen yok mu? Onlara ihsanda bulunayım’ buyurulan zaman dilimi içerisinde vazifelerinizi yapmalısınız" deniliyor. Fakat biz tok karnına, keyfimize göre zikre oturuyoruz. Büyüklerimiz bizlere ‘Siz virdleri, zikirleri okumayı bilmiyorsunuz.’ buyururlardı.
Mânevî dersin yapılacağı mekân, loş ışıklı sâkin bir yer olmalı. Gözler açılırsa havâtır çoğalır, etraftaki melâike dağılır gider. Zikir yapılırken gözler kapalı olmalıdır. Göz kapalı olacak ki gönül açılsın. Murâkabe hâlinde iken üstâdımızı, ‘Efendimiz, sultānımız, sevgilimiz, Allah ömrünü müzdâd etsin, himmetinden bu fakîri ayırmasın, hizmetinden ayırmasın, mahşerde berâber haşr u cem etsin, cenneti a’lâda cemâlullâha birlikte nazar etmek nasîp olsun’ diye hayır dualarda bulunup tefekkür etmeliyiz.
Üstadlarımız âhirete göçmüş olsalar da onlar her dâim bizimle berâberdirler. Bu hususta onlar için herhangi bir zorluk da yoktur. Onlar berhayât iken kınındaki kılıç gibidirler. Âlem-i bekāya göçtüklerinde ise kınından çıkan kılıç gibidirler. Yeter ki onlarla olan irtibâtımız güçlü olsun.
Pederim Şeyh Mustafa Efendi, Es’ad-ı Erbilî Hazretlerine: ‘Efendim! Size nasıl râbıta yapayım? Sizi, yanıma mı getireyim, yoksa yanınıza mı geleyim? Önüme mi getireyim, yoksa kalb çanağımı açayım da füyûzât-ı İlâhiyye oraya mı dökülsün?’ diye soruyor. Es’ad-ı Erbilî Efendimiz (ks) ‘Mustafa Efendi! Bırak bunları. Kutb-ı cihân, şarktan doğan güneşe benzer. Bulut olsa da yağmur olsa da hiç güneşe zarar gelir mi? Ne olursa olsun güneş doğmaya, parlamaya devâm eder. Bunun gibi, sen de yeter ki gönül pencereni aç, yeter. Füyûzât-ı ilâhiyye içine akmaya başlar.’ buyuruyor.
İmdi, bizler sözünü ettiğimiz edeblerin hangisine riâyet ediyoruz bunu bir düşünelim. Âhirete gaflet perdelerini kaldırmadan gitmeyelim. İnşâallah letâiflerimiz açılır, gönlümüze füyûzât-ı ilâhiyye saçılır.
‘Efendim eskiden aldığımız mânevî lezzetleri alamıyoruz. Tarîkata intisâb ettiğimiz ilk zamanlarda seherlerde kalkardık. Başka âlemlerde başka haller ile hallenmiştik. Gönlümüze füyûzât-ı ilâhiyye sağanak sağanak dökülürdü. Şimdi ne oldu da bu hâller gidiverdi?’ diye serzenişte bulunuyor bazı kardeşlerimiz.
Bu güzel hâllerin gidişine üç şey sebep olur:
Birincisi, şerîata muhâlefet etmek. Şerîata muhâlif bir hareketiniz, bir ameliniz, bir davranışınız var ise feyz-i ilâhîden nasîbiniz olmaz. Şerîattan bir parmak uzaklaşan kişi, tarîkattan mağrib ile meşrik arası kadar uzaklaşmış olur. Binânın temeli sağlam olmayınca üst tarafları inşâ edilebilir mi hiç? Hakîkat binâsının temeli olan şerîat sağlam değilse üstüne tarîkat katı çıkılabilir mi? Şerîata muhâlefetten sakının!
İkincisi, dünyâya muhabbet beslemek. Ölüm tefekkürünü çok yapınız; tâ ki dünyâ muhabbeti kalbten çıkıversin. Ağyârı gönül sarayından çıkaracaksın ki yâr oraya tecellî buyursun. Hāne mâmur olacak ki sultan orayı teşrîf etsin. ‘Râbıtadan lezzet alamıyorum, Efendim!’ diyorsun, dünyâ muhabbeti orada âdetâ put olmuş oturuyor, hiç râbıtadan lezzet gelir mi? Bir düşün. Put olan yere melek girer mi?
Üçüncüsü, hasta kalblilerle oturmak. Kalbini gaflet bürümüş kimselerle görüştüğünüz zaman feyz alamazsınız. Çünkü onun kalbi hasta. Uyuz devenin içine katıldığı bir sürüyü düşünün, o sürüde hiç hayır kalır mı; hiç sağlam hayvan kalır mı? Ancak üstadlarımızla râbıtalı olursak, nereye gidersek gidelim kimsenin bize zararı dokunmaz -bi-iznillâhi teâlâ-.
Mevlâ-yı zü’l-Celâl bunca nimet içinde bizi nankörlerden, şükürsüzlerden eylemesin. Şerîata muhâlefet etmekten, dünyâya muhabbet beslemekten, hasta kalblilerle oturmaktan bizleri muhâfaza buyursun. (Âmîn)
Hamd olsun âlemlerin Rabbi olan Allâh’a!
Eylül 2024, sayfa no: 42-43
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak