Ara

Mahmud Sâmî Ramazanoğlu Hazretleri (ks)

Mahmud Sâmî Ramazanoğlu Hazretleri (ks)

Tarih 1930. Mahmûd Sâmî Efendimiz, Yeşilhisar’ın ‘İçmece’ denilen, şi­falı suların bulunduğu mahalle gelmişler; oradan da babam Mus­tafa Hulusi Efendi ile görüşmek için Yahyalı’ya gitmeyi arzu edi­yorlardı.

İçmece ile Yahyalı arası 30 km. O günkü şartlarda ancak at, merkep, araba vs. ile ulaşım sağlanıyor. Bu şekilde ücretiyle yol­cu taşıyan bir nakliyeci bulunuyor. Ekşi Ali namındaki bir adam­la görüşülüyor:

‘Götürür müsün?’

‘Bir at ile bir merkebim var, merkebe binmeye razı olursa gö­türürüm.’

‘Peki.’

Hareket saati gelince Ali Amca atı çekiyor. Sâmî Efendimiz:

‘Hani biz merkebe binecektik Ali Efendi?’

‘Hayır, Efendim. Önce kötüyü göstereyim de sonra iyiye bindi­reyim diye latife ettim. Siz buna lâyıksınız.’

Birlikte yola revan oluyorlar. Tozlu topraklı bir yol. Epey bir süre hiç konuşmadan, Sâmî Efendimiz önde diğeri arkada gidi­yorlar. Bir süre sonra Ali Amca:

‘Efendim, diyor, böyle yolculuklarda merkepli önde gider ki, atın çıkardığı tozdan rahatsız olmasın.’

Sâmî Efendimiz:

‘Ya öyle mi Ali Efendi, ben bilmiyordum, buyurun öne geçin.’

‘Hayır, Efendim. Sizin gibi insanların ayak tozu bizim için şe­reftir. Deminden beri hiç konuşmadınız da, sesinizi duymak, sizi konuşturmak için böyle söyledim.’

Bir süre sonra bir mezarlığın kenarından geçerken, Ali Amca düşünüyor:

‘Böyle insanlar kabir ahvalini bilirmiş, derler. Acaba bu zat da bilir mi?’

Sâmî Efendimiz yavaşça dönüyorlar:

‘Ali Efendi, bu bir velinin en küçük hâli.’

Akşamüzeri Yahyalı’ya giriyorlar, ilk defa gittikleri hâlde, Ab­dullah Efendi isimli bir ihvanın bahçe evini işaret edip:

‘Biz buraya inelim, buyuruyorlar.’

O sırada 18 yaşlarında idim. Kapıdan kardeşim Hacı Abdullah girdi:

‘Abi, müjde!’ dedi.

‘Kardeşim, ben dünya için müjde vermem, söyle bakalım.’

‘Dünya müjdesi değil, Sâmî Efendimiz gelmiş!’

Bahçelerin arasından uçarcasına koşuyorum. Sevincim, kont­rolden çıkmış bir sel gibi. Eve yaklaşınca Sâmî Efendimiz buyu­ruyorlar:

‘Abdullah Efendi, Mustafa Efendi’nin evladı çok heyecanlı ge­liyor, yanımızda yabancılar var. Dışarıda biraz sakinleştir.’

Sevgi ve hasretiyle yandığım Efendimizin mübarek ellerinden kemâl-i edeble öptüm. Hâl hatır sordular. Ve pederimle görüş­mek üzere Dereköy’e gidilmesi kararlaştırıldı.

O sırada, zamanın idari baskısından dolayı, nispeten gözden uzak olan bu köyde, fahrî imamlık ve irşat görevi yapmakta olan babama müjde götürdüm. Mendeme denilen yerle Dereköy arasın­daki yarım saatlik yolu himmetleriyle birkaç dakikada almışım.

Köyde hazırlıklar yapıldı. Herkesi dayanılmaz bir sevinç ve heyecan kapladı. Allah dostunu, Allah için seven insanların gönülle­rinde muhabbet rüzgârları esti. Saatler süren, hiç kimsenin bit­mesini istemediği feyizli sohbetler oldu.

Bir sohbetin akabinde, Efendimizi annemin mezarına götür­mek niyetiyle, ayakkabılarını hazırladım.

‘Hayrola Hasan Efendi, annenizin kabrine mi gideceğiz?’ bu­yurdular.

Efendimiz önde, ben arkada, köyün dolambaçlı yollarından yürüyerek gidiyoruz. Mübarek lisanları boş durmuyor, bana öğüt veriyorlar:

‘Hasan, evlâdım!

Ölüm insana gözün akıyla karası gibi yakın. Dünya hayatı da insanın suya kafasını sokunca geçirdiği sü­re gibi. Ne kadar durabilir insan? Biraz sonra bunalır ve kafasını çıkarır. Kafamızı suya soktuğumuz dünya. Dışarı çıkardığımız da ahirettir.’

Mezarlığa vardık, eliyle koymuş gibi annemin kabrinin başın­da durdu, okudu, dua buyurdu. Aynı zamanda keşif ehli olan ba­bam daha sonra haber veriyor:

‘Vallahi Hasan, Sâmî Efendimizin okuyarak geçtiği hiçbir me­zarda kabir azabı kalmadı.’

Annemin de bu ziyaretten son derece memnun olduğunu manen haber alıyoruz. Sohbet, muhabbet, füyuzat... Âdeta mânevî bir bahar yaşadık o günlerde. Duygularımı ifade eden bir şiir yaz­mıştım. Babam güzelce yazdırıp, Sâmî Efendimize takdim etmek isteyince, ben utancımdan kaçtım. Efendimizin hoşuna gitmiş, şiiri alıp ceplerine koymuşlar.

Nihayet ayrılık vakti geldi. O günün imkânlarıyla Postallı Osman, katırla götürecekti Efendimizi. Hep beraber uğurladık ve ayrılık yaşları döktük. Yeşilhisar-Niğde yolundaki Höyük Tren İstasyonu’na gidinceye kadar katıra bir saat Efendimiz biniyor, vakti gelince hemen inip: ‘Haydi Osman Efendi, bir saat de siz binin’ buyuruyorlarmış. Sâmî Efendimiz yaya yürürken binmek ne mümkün? Tabii, edebinden binemiyormuş. Bunun üzerine katır boş gidiyor, dinle­niyor, kendileri de o bir saat içinde, yolda taş, çalı, diken ne var­sa temizleyerek gidiyorlarmış. Böylece istasyona varmışlar. Bir an Allah’tan gafil olmayan, bir an hizmetten geri durma­yan Sâmî Efendimizin Yahyalı seyahati böyle geçti.

Rabbimiz, şefaatlerinden mahrum etmesin. Âmin!

Ocak 2023, sayfa no:  32-33

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak