Ara

Küllerinden Doğmak: Düşünce Olarak Bir Şehri İnşa Etmek

Küllerinden Doğmak: Düşünce Olarak Bir Şehri İnşa Etmek

Yaşadığımız yıkıcı depremler sonrasında “Nerede yanlış yaptık?” yönlü sorular arttı. Bilim adamları, mimarlar, siyasetçiler ve dert edinen hemen herkes sorunu ayrı açılardan değerlendirmeye başladılar. Fakat hepsinin nitelikli şehirler inşâ etmek noktasında buluştuğunu görüyoruz. Nitelikli ve sağlam binâlardan kurulu yeni şehirler inşâ etmek. Depreme ve yaşanan acılara dâir en geçerli çözüm bu sorgulamadan geçiyor. Bilge Mimar Turgut Cansever hâtıralarında bu konuya şöyle değinir: “1943 yılında şehircilik dersine girdiğimiz çok meşhur bir Alman hoca, Prof. Oelsner, ‘Bana söyleyin, Türkiye’de ne yapmalı?’ diye sınıfa sormuştu. Herkes bir şey söyledi. ‘Bilemediniz, ben söyleyeyim’ dedi ve şöyle devâm etti: ‘Türkiye dua etmeli ama ne için biliyor musunuz? Belediyelerin kasalarında mevcut bulunan imar planlarını uygulayacak yöneticiler çıkmasın diye. Eğer çıkarsa Türkiye birkaç asır belini doğrultamayacaktır’. Eline cetvel alıp Osmanlı’nın insan ölçeğindeki sokaklarını kargacık burgacık diye târif eden kişiler, onların üzerine çizgi çizip geniş yollar yaparak, üzerinde arabaların hızla gittikleri, altlarında çocukların ezildikleri, insanların egzoz dumanından kanser oldukları, annelerin çocuklarını sokağa çıkarmaktan korktukları bugünkü şehirleri imar ettiler.” Cansever’in bu tesbîti 99’da ve şimdilerde yaşadığımız depremlerin neden bu denli yıkıcı olduğunun gerekçelerini de içeriyor. Osmanlı’nın geleneksel ev mîmârîsinin bileşenleri olan hafif ahşap malzeme yerine Avrupa’dan kopya ettiğimiz çok katlı beton binâlar can kaybının boyutlarını belirliyor.

Osmanlı Şehirleri

Oysa bir asır öncesine kadar milletimiz betona ve apartman kültürüne yabancıydı. Ünlü Fransız seyyah ve yazar Lamartine 1830'larda İstanbul’a geldiğinde “Cennet burası” diyor ve şöyle devâm ediyor: “Batılıların tasavvur edemeyeceği iki özelliği var Osmanlı şehirlerinin: Bir tânesi temiz, diğeri de güzel olması.” Osmanlı mîmârîsinin hem estetik yönüyle hem de kullanışlılığıyla öne çıkan özellikleri aynı zamanda depremlere karşı dayanıklı olması yönüyle de biliniyor. En fazla üç katlı olan bu ahşap yapılar yangınlarda veya depremlerde zarar görse bile bir ay gibi kısa zamanda yeniden inşâ edilebiliyordu. Yaşanan can kayıplarının asgarî düzeyde olması ise işin en önemli yönünü oluşturuyor. Şu halde neden bu mîmârî anlayışı terk ettiğimizin açıklamasını yapmamız gerekiyor. Hele ki yaşadığımız bunca can kaybından sonra.

Cansever’e göre İslâm şehirleri insanlık târihinin en müstesna ürünleridir. Çünkü bir insanın yaptığı her şey muhakkak onun inançlarının bir yansımasıdır. Müslümanlar “sanat” olsun diye mîmârîlerini geliştirmedi, Müslüman oldukları için îmanlarının yansıması olarak mîmârîleri yaşamlarının doğal bir uzantısıydı. Pratik ve kullanışlı olması; mahremiyete özen gösterilmesi; sâdelik ve minimal ölçüler bu ev mîmârîsinin temelini oluşturuyordu. İşte bu noktada, İslâmî estetik anlayışında güzellikle hakîkat ya da doğruluk arasında çok sıkı bir ilişki olduğunu görüyoruz. Buna göre bedîî tecrübenin en yüksek derecesi güzelliğin hakîkatle buluştuğu noktada gerçekleşir. Osmanlı’nın mabet ve ikamet mîmârîsindeki ayrımın temeli de buraya dayanıyor. Mâbedler taş veya mermerden yapılan devâsâ yapılar olarak düşünülürken evler küçük ölçekli ve mütevâzı yapılar olarak tasarlanıyordu. Buradaki tevhîd ilkesinin kuşatıcılığı her anlamda şehrin siluetini belirliyordu.

İslâm Mîmârîsinin Hikmetleri

Titus Burckhardt’a göre İslâm evleri ışık ve havayı, dış sokaklardan değil, kendi iç avlularından alır. “Hayat” denilen ve ölçüleri evden eve değişebilen avlular hem mahremiyetin sağlanması hem de nefes alınabilen sağlıklı mekân kaygısının sonucuydu. İslâm'ın kutlu mîmârîsi, yeryüzünde bir merkeze yönelmiş durumuyla zamânın ölçüsünü yansıtmaz. Onun tecrübeye takdîm ettiği mekân ânın saltanâtı altında âdetâ erir; o, gözü belli bir noktaya çağırmaz; o, burası ile öte ya da yer ile gök arasında herhangi bir gerilim ya da çatışma telkîn etmez; her yerde tam doluluğunu izhâr eder. Burckhardt’ın fark ettiği bu mîmârî hikmeti Osmanlı’nın torunlarının unutması insanı hayrete düşürüyor. Aslında bunun sebebi çok açık: Müslümanca eser verebilmek için, önce İslâm’ı derinliğine kavramış olmak, dolayısıyla Müslümanca düşünebilmek, duyabilmek, bakabilmek gerekiyor.

Cansever’e göre bugün dünyada en güzel konutlar Japonya’da inşâ ediliyor. Hepsi birer mimarlık şâheseri olan bu yapıların %90-95’i Japon kalfalar tarafından yapılıyor. Bu insanlar sanatçı filan olmak iddiasında değiller. Yaptıkları binâların üzerinde isimleri yok. Yaptıkları evler sanat eseri olarak gazetelerde, mecmualarda yayımlanmıyor. Bu yönleriyle Osmanlı kalfalarına benziyorlar. Bizim terk ettiğimiz mîmârî anlayışı onlar devâm ettiriyorlar. Ev mîmârîsinde sâdelik ve hafif malzemeyi temel alarak depremlerden minimum zarar görüyorlar. Biz ise yıktıklarımızdan daha güzel şeyler yapmadık. Dünya, ortak standartları kurmak için uğraşırken biz var olan ortak mîmârî standartlarımızı yok ettik. Bilge Mimar yaşadığımız bu akıl tutulmasını şöyle özetler: “Denilebilir ki Osmanlı bir bakıma varlığın kuvvetler hiyerarşisini incelemiş. Meselâ, dağların biçimini ben değiştiremem, demiş. Dolayısıyla ben, şehri ovada tarım toprağını ziyân ederek kullanmak yerine yamaçlara yerleştirmeyi tercîh ediyorsam, ayrıca yamaçların serin rüzgârlar aldığını da biliyorsam, insanımın uzak ufuklara bakmasını istiyorsam ve aynı zamanda insanın ufkunun kısa, dar değil, uzak olduğundan haberdarsam; onlara el yaptığında yalnızca karşıdaki apartmanın cephesini seyretmek yerine, tâ karşı dağları seyretmek, hattâ o aralıklardan ovaları yer yer başka güzel şeyleri seyretmek, yüce bir ağacın nasıl bir ilâhî hüküm ve hikmet ürünü olduğunu görme imkânı da sağlamak istiyorsan; o zaman tabii ki ovada olmak yerine, yamaçta olmak daha iyi. Yamaç da bir bakıma dağ. Daha fazla biçimlendiremeyeceğime göre, yaptığım sokaklarda yağmur sularının kolay akması, insanların kimi zaman 45° meyilli yerlere tırmanmak, kimi zaman dümdüz yollarda gitmek yerine, daha kolay, daha homojen maili yollarda görmelerini istiyorsam, o zaman, yamacın tesviye eğrilerini uygun yollar çizerim, öyle inşâ ederim, diye düşünüyor.”

Apartman Anlayışından Kurtulmak

Sezai Karakoç’a göre medeniyet kuran ya da medeniyetin kurduğu ve yaşattığı şehirler, ruhlarımızı yansıtırlar. Çünkü şehirler sâdece insan topluluklarının yaşadıkları bir mekândan ibâret değil, aksine tıpkı insanlar gibi canlı ve hayatla iç içedirler. Uygarlığın aynası olan şehirler, toplumun temeli olmakla birlikte aynı zamanda bünyesinde bulunduğu medeniyetin esaslarına göre şekillenir, medeniyet yaşadıkça hayâtını sürdürebilir, aksi takdirde yok olmaktan kurtulamazlar. İslâm medeniyetinin oluşturduğu şehirleri “İslâm Sitesi” olarak nitelendiren Karakoç, Farâbî’nin görüşünden hareketle İslâm şehirlerinin varlığını sürdürebilmeleri için fazîlet esasına dayanmaları gerektiğini vurgular: “İslâm Sitesi, fazîlet esâsına dayanan sitedir. İslâm şehri ki toplumun temelidir, evet o şehir, ancak ve ancak fazîlet esâsına dayanırsa yaşar fikri vardır. Yâni devlet-i ebed-müddet fikri.” Târihî ve mîmârî özelliklerinin yanında tabii hayâtın önemli parçaları olması yönüyle Batı uygarlığındaki yerleşim yerlerinden farklılaşan modern dönem öncesi İslâm şehirleri, medeniyetin üç temel esâsı olan iyilik, doğruluk ve güzellik ilkelerinin somutlaşarak gözler önüne serilmiş hâlidir. Câmileri, kubbeleri, çeşmeleri ve sebilleri ile alelâde yerleşim birimleri olmanın çok ötesinde olan ve İslâm medeniyetinin bütün zenginliğini sergileyen bu şehirler âdetâ birer masal şehri hüviyetindedirler. Karakoç’un şu ifâdeleri, İslâm medeniyetine mensup şehirlerin özelliklerini yansıtması bakımından dikkate değerdir:

“İşte kubbeler, câmiler, sebiller, çeşmeler, hayır dediğimiz iyilik duygusunun, güzellik duygusunun, doğruluk duygusunun sanatlaşmış âbideleri, şehirlerimiz, eşsiz şehirler, hani Bağdat, masalların, Bin Bir Gece Masallarının şehri (bugün Avrupa bile masallar diyârı deyince Bağdat’ı hatırlar), Şam, İstanbul, Bursa, hattâ en ufak kasabamız bile, bugün görülüyor ki, geçmişten kalan her yanıyla ve anlamının tümüyle, âdetâ bir antika eşyâ hâline gelmiştir, müzelik hâline gelmiştir… Semerkand, Buhara, Bağdat dedikleri zaman hemen hatırımıza bir nevi masal kentleri gelir. Sıradan şehirler olarak gelmez aklımıza bunlar, bayağı bugün erişilmesi mümkün olmayan, âdetâ masallara yaraşır şehirler gelir. Gerçekten de öyledirler. Nitekim Bursa’nın son durumunu bile görenler bilir ki, hattâ şu andaki durumundan yapabileceğimiz çağrışımla, onlar geçmişte, hem de yakın geçmişte bile, âdetâ birer masal şehriydi. Peki, bunlara bu efsunu, bu güzelliği, bu büyüyü, bu sırrı ne veriyordu? İslâm Medeniyeti. İslâm Medeniyetinin rûhu, İslâm Medeniyetinin güzelliği, İslâm Medeniyetinin zenginliği her tarafından fışkırıyordu o şehirlerin. Bu şehirler de, en küçük kasabamız da böyleydi.” (Karakoç, 2012b:40) “Kentlere akan kalabalıkları, onların yeni bir anlamı için yeter kanıt saymak, sosyologların târihî yanılgısı olacaktır. Bu değişim, otomatik olarak, yeni kent doğurmaz. Aslında, çağımızda, kentleşme denen olay, gerçekte bir kentleşme değil, tabiatın ölümünden doğan bir illüzyondur. Tabiat, kent-dışı oluyor ve oradan insanlar kentlere doluşuyorlar. Ancak, bu, sağlıklı bir kentleşme olmadığından giderek kentlerin de ölümüne sebep oluyor. İnsanlar, kentlere, bir kentli olmaya gelmiyorlar, tam tersine kentlere sürülüyorlar. Bir sürgündürler onlar kentte. Giderek, onlardaki bezginlik ve yılgınlık, sürgünlük rûhu, kentleri de zehirlemekte ve öldürmekte. Kentlerin rûhu kirlenmekte ve ölmekte. Uygarlıkların anıtlaşmış amaçları olan kentler, amaçsızlığın yıkıntıları hâline gelmektedir. Şehirler şehir olmaktan çıkıyor, ama gerçekte köyleşmiyor ve kasabalaşmıyor da. Köy ve kasabalar da kendi çerçevelerinde sağlıklı birimlerdir. Gerçek olan şudur ki, birimler kaybolmakta, kent, kasaba, köy birimleri birer birer soysuzlaşmaktadır. Bu, uygarlıkların yıkılışının doğal sonucu gibi olup bitmektedir. Uygarlıklar ölüyor, onların bütünlüğünü simgeleyen kentler ölüyor. Kentin rûhu öldüğü için, madde olarak yaşama bir ifâde etmiyor. Maddesi kalan kent, bir müzeden başka bir şey olmuyor.”

 

Öze Dönüş Şart

Sezai Karakoç’un “Balkon” şiiri modern kentlere dâir ilk eleştirel örneklerden biridir. Buna göre modern dönemde balkonlu olarak inşâ edilen evler örneğiyle Batılılaşan şehirleşme faaliyetlerini eleştirerek medeniyet karşılaştırması yapar. Üstâda göre Batı, maddî bir medeniyettir. Esâsen beton da Batı’nın îcâdıdır. Betonlardan inşâ edilen ve geleneksel İslâm mîmârîsindeki cumbaların yerini alan balkonlar ise insânî olanın çürümesine zemin hazırlayacak olan sözde medeniyetin de kötü habercilerinden biridir. Sözde medeniyetin kötü habercileri olan balkonlar, geleneksel İslâm mîmârîsindeki eve ‘yabancı’ bir müdahaledir. Tüm bu olumsuzluklara rağmen İslâm medeniyetinin yeniden eski şanlı günlerine döneceğine inanan Karakoç, bunun için önce İslâm şehirlerinin kurtarılması gerektiğini ifâde eder. Ona göre bir kent, ya îmânı ya isyânı haykırır ve isyânı haykıran kentler îmanla şereflendirilmelidir. İsyânı haykıran kentlerin îmanla şereflendirilmesi için çalışmak ise her Müslüman’ın görevidir. Cansever’in târifiyle söyleyecek olursak insanlarımız sefâlet mahallelerinde, havası kirlenmiş, yeşillikten ve tabiattan yoksun, bütün kültür değerleri yok edilmiş, kirletilmiş şehir alanlarında biçimsiz böcekler gibi yaşamaya mahkûm edilmemelidir. Bunu yolu şehirlerimizi yeniden düşünmekten ve bin yıllık mîrâsımızın izinden yürüyerek yatay mîmârî anlayışına dayalı yapılar inşâ etmekten geçiyor.

Mayıs 2023, sayfa no: 46-47-48-49-50

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak