Îmân esaslarından birisi de kazā ve kadere îmandır. Bu konu insanlığın başlangıcından beri zaman zaman tartışılmıştır. İslâm Kelâm târihinde de en çok konuşulan, tartışılan ve buna bağlı olarak birçok ekolün meydana çıkmasına sebep olan konulardan birisi olmuştur. Farklı yorum, mezhep ve görüşlerin ortaya çıkmasında; insanların Allah (cc) telakkīlerinin, Allâh’ın (cc) sıfatlarına bakışlarının; sıfatları kabûl veya reddetmenin, nasslara ön kabûllü bakmanın, Kur’ân diline yeterince vâkıf olamamanın, Müslümanlar arasında erken dönemde meydana gelen savaşların (Cemel-Sıffin), Emevî hānedânının yapmış olduğu zālimâne davranışların, felsefî eserlerin tercüme edilmesinin ve bāzı sapık din ve düşünce sistemlerinin etkisi vardır.
Kazā ve kader konusunda ehliyeti olan veya olmayan herkes birçok şey söylemiştir. Hâlâ da söylemektedirler. Bu konu zaman zaman suçluların sığındığı bir mekân; zaman zaman da Allâh’a (cc) hayatta herhangi bir yer vermemek için rasyonel bir anlayışın tezāhürü olarak insanların birçok şeyler söylemesine sebep olan bir konudur. Hâlbuki kader ve kazā konusu ile ilgili doğru bir görüş ortaya koyabilmek için şu hususları iyi bilmek gerekir:
1- Kader konusunda söz söyleyebilecek insanlar, olaylar arasında süratli bir şekilde bağ kurabilecek zekî insanlar olmalıdır. Zekâlarının dereceleri tartışılır durumdaki yeteneksiz zevat kader ve kazā gibi girift bir konuda fikir beyân etmemelidirler.
2- Kur’ân-ı Kerîm’e bütünlük çerçevesinde vâkıf olmalıdır. Kitâb’a subjektif yaklaşarak cebrî veya rasyonel (Mutezilî) anlayışına âyetleri cımbızlayarak delil getirme yanlışlığına düşmemelidir. Kur’ân-ı Kerîm âyetleri birbirini yalanlamaz ve Kur’ân’da herhangi bir tutarsızlık da yoktur.1
3- Allâh’ın isim ve sıfatlarının, ulûhiyet ve rubûbiyetinin tam anlamıyla bilinmesi şarttır. Özellikle kader konusunda söz söyleyecek kimselerin ilim, irâde, kudret ve tekvin gibi ilâhî sıfatları en aşkın bir şekilde bilmeleri esastır. Çünkü kader konusunu doğru anlamanın ve anlatmanın yolu bu sıfatları iyi bilmekten geçer. Özellikle de ilim sıfatını Kur’ân-ı Kerîm’de haber verildiği şekilde bilmek kader konusunu çözmenin anahtarıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’ın ilminin sonsuzluğunu beyân eden En’am Sûresi 59. âyet ve Lokman Sûresi 27. âyet içselleştirilmeden ve doğru kavranılmadan bu konularda söz sarfetmek kişiyi yanlış yollara götürebilir.
4- Hz. Peygamber’in (sav) konu ile ilgili tüm hadislerini bilmek ve anlamaya çalışmak bu konuyu çözmeye yardımcı olacaktır. Bu çerçevede Hz. Peygamber’in (sav) sözlerinin söyleniş sebeplerini ve ortamını bilmek de önemlidir.
5- “Kader kelimesi Kur’ân-ı Kerîm dilinde ve Sünnet’te hangi anlamlarda kullanılmıştır?” ve “Bu kelime sonraki süreçte anlam daralmasına veya genişlemesine uğramış mıdır?” hususlarının doğru bilinmesi de kader konusunun doğru çözümünde etkili olacaktır.
6- Kader konusu ile ilgili felsefî kavramları ve terimleri bilmek şarttır.
7- Târih içerisinde kazā ve kader meselesinde söz söyleyen ve buna bağlı ortaya çıkan ne kadar mezhep ve fırka varsa ortaya çıkış sebeplerini, birbirleriyle münâkaşaları dâhil fikirlerini en ince detaylarına kadar bilmek önemlidir.
8- Kazā ve kader konusu, sıradan insanların üzerinde fikir yürütemeyeceği kadar ciddî bir meseledir. Amaç, insanlara doğruyu göstermek olmalıdır. Bu konudan hareketle insanları Allah’tan (cc) uzaklaştırmak ve insanlığın çekmiş olduğu iktisâdî-siyâsî çilelerin faturasını siyâsî irâde ve yetki sāhibi insanlarda görmeyip Allâh’a (cc) yüklemek kader anlayışındaki en büyük sapmalardan biridir.
9- Kader ve kazā konusunda fikir īmâl ederken ön kabûllerden uzak durmak gerekir. Ön kabûller insanı hakīkatten uzaklaştırır ve bağnazlaştırır. Belirli bir kliğin etkisinde kalan araştırmacılar ön kabûl nedeniyle âyet ve hadislere bile yanlış anlamlar verebilmektedirler.
10- Kader konusunu tartışırken Allâh’a tekil ve tikeller konusunda cehâlet isnâd ederek yorumlar yapmak küfürdür.
11- Ortaya çıkan anlayışa göre kişi:
a-Her şeyi Allâh’a (cc) yükleyerek kendini toz gibi, rüzgâr önündeki kuru yaprak gibi etkisiz ve şahsiyetsiz bir varlık olarak görür. Her türlü yükümlülükten kaçar. Ne kendisinin ne de insanlığın sorumluluğunu üstlenir. Miskinliği ve atāleti kader olarak algılar.
b-Veya Allâh’ın (cc) varlık, birlik, yaratma, emretme, ilim ve kudretini hiçe sayarak kendisini mutlak bir özne gibi algılar. Böyle bir insan, kendi kaderinin yaratıcısı olarak kendisini görür.
c-Allâh’ın (cc) yaratmasını ve emretmesini mutlak anlamda kabûl etmekle birlikte, imtihanın ve yeryüzünde halîfe olmanın gereği olarak kendisinin de irâdeli bir varlık olduğunu düşünerek dilemenin kendisinden, yaratmanın ise Allah’tan olduğuna inanır. Bu anlayışa göre, insanın özneliği izāfîdir. İnsan, hayattaki tüm olaylardan ve târihin gidişatından sorumludur. Pasif kalması ve olaylara karşı edilgen durması yüklenmiş olduğu teklifle çelişkidir. Doğru olan kader ve kazā anlayışı da budur. İhtiyârî fiiller insanın elindedir. İhtiyârî fiillerini hayırda kullanırsa Allah ondan râzı olur; şâyet şerde kullanacak olursa gazaplanır. Fakat Allah Teālâ kulunu herhangi bir şeyi yapmaya zorlamaz.
Buna göre önce kader kelimesinin Kur’ân-ı Kerîm’de nasıl kullanıldığına bir bakalım. Kader; daraltmak2, bilmek3, güç yetirmek4, takdîr olunmak5, ölçmek-hesap yapmak6, miktârını belirlemek7 mānâlarında kullanılmıştır. Terim anlamı ise; Allâh’ın, yaratılışın başlangıcından sonuna kadar bütün varlıkların başına gelecek hâdiseleri; nesne ve olayları ezelî ilmi ile bilip planlaması ve takdîr etmesidir. Bu husus Kur’ân-ı Kerîm’de şu âyet-i kerîmede çok çarpıcı bir üslupla ifâde edilmiştir: “Gaybın anahtarları Allâh’ın katındadır; onları O’ndan başkası bilemez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir tâneyi dahi bilir. Yaş ve kuru (bütün olaylar) ne varsa apaçık bir kitapta (levh-i mahfuzda) yazılıdır.”8 “İnsana şah damarından bile yakın olan”9 Yüce Allah (cc) olayların en ince teferruatına kadar vâkıfken, O’nu sâdece “tümel olayları bilir, tekil ve tikel olayları bilemez” şeklindeki Aristocu anlayışla tasvîr etmek ve algılamak sapıklıktır. Bu çerçevede; “Allah, benim kiminle evleneceğimi bilemez.” biçimindeki Allâh’a (cc) cehâlet atfeden söylem de insanı dinden çıkarabilen bir sapıklıktır. Çünkü bu söylemde Allah Teālâ’nın tekil olayları önceden bilmediği inancı vardır. Allâh’ın (cc) ilim sıfatının ne olduğunu bilen ve O’nun bütün kullarına, âyette ifâde edildiği gibi yakınlığını kavrayan bir kimse böyle bir söz sarf edemez. Allâh’a (cc) cehâlet izāfe eden bir düşünceyi aklından bile geçiremez.
Kazā kelimesi ise Kur’ân-ı Kerîm’de hükmetmek10, bitmek-sona ermek11, karar vermek12, emretmek13, belirlemek14ve sağlam yapmak15 anlamlarında kullanılmıştır. Kazānın terim anlamı ise şöyledir: “Allah Teālâ’nın ezelî ilmi ile bilip takdîr ettiği olayların vakti-saati gelince O’nun kontrolünde gerçekleşmesi ve varlık sahasına çıkmasıdır.” Bu tanımlar Ehl-i Sünnet mezheplerinden Maturidiye’ye göredir. Eşariler’e göre ise Maturidiye’nin kazā dediği kader, kader dediği de kazādır.
Kader kavramının anlam alanına evrenin yaratılması, yönetilmesi, içerisinde cereyân eden olaylar, varlıklarla ilgili Allâh’ın (cc) koyduğu değişmez yasaları, insanın yaratılması; fiziksel özellikleri, rızkı, eceli, üzerine tekliflerin yüklenmesi, sorumluluklarını yerine getirip getirmemesi girmektedir. Özellikle teklif konusunda Yüce Allâh’ın (cc) daha önceden mahlûkātın başına gelecek olan şeyleri bilmesi ve yazması, tasvîrîdir. Olaylar vuku bulsun diye yazmamıştır. Herhangi bir cebir söz konusu değildir. Eğer Allah (cc), kullarını teklifler konusunda hem zorlayıp hem de zorakî yaptırdığı şeylerden hesâba çekecek olsa idi, bu anlayış din ve peygamber gönderme hikmeti ile bağdaşmadığı gibi Allâh’ın (cc) adâletine de aykırı olurdu. Hâlbuki Allah (cc), mutlak adâlet sāhibidir. Bu konuda Cebriye denilen fatalitik (bütün olan bitenleri, kaderin önceden tespit ettiğine, bunların değişmeyeceğine inanan) anlayış sınıfta kalmıştır. İnsan özgürlüğünü tamâmen reddedip edilgen hâle getirdiği için bir dönem zālim sultanların da işine gelmiştir. Fakat nebevî ilme vâris olan ālimler bu görüşü onlarca hususta tenkîd etmişler ve Cebriye’nin İslâm dışı bir mezhep olduğu hükmünü belirtmişlerdir. Her ne kadar târih içerisinde bir ekol olarak görünse de, bugün doğru bir İslâm kültürü ve ilmihâl bilgisi almayan sığınmacı ve pasif insanlar arasında hâlâ canlı bir anlayıştır. Buna tepki olarak doğan Mutezile de birçok çelişkiyi ve hastalığı içerisinde taşıyarak illetlerle mâlûl olmuştur. Onun da eleştirisi yapılmış, birçok hususta bid’atler taşıdığı kanâati belirtilmiştir. Günümüzde daha çok rasyonaliteyi din yerine koyan sözde aydınlar arasında kendisini göstermektedir. Sistematik bir Kelâm çalışması yapmadığımız için târih içerisindeki Sünnî ve bid’at ekollerin eleştirisini burada yapmayacağız. Fakat bu konunun zihinlerde aydınlanması için; insanın sorumlu olduğunun farkına varıp ilâhî olanı reddedip suçlamaması için, şu hususun özellikle iyi kavranmasını istiyoruz.
İnsan fiillerinin ızdırârî (zorunlu) olanları vardır. İnsanın cinsiyet tercihi, şekli, şemâili, boyu posu, rengi, milliyeti, organlarının vücûda yerleştirilmesi, ecelinin belirlenmesi kendi elinde değildir, ızdırârîdir (zorunludur). Allah (cc), insana hiçbir seçme hakkı vermeden bunları belirlemiştir. Dolayısıyla bu alandan herhangi birisiyle övünmek insanın özgürlük alanına girmediği için câhilî bir anlayıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de de, Hz. Muhammed’in (sav) sünnetinde de bu tavır yerilmiştir. Allâh’ın (cc) yarattığı fizikî yapıyı başkalarına teşhîr etmek, yaratılışta insanın özgürlük alanına girmeyen; Allâh’ın (cc) varettiği bir eserle başkasına caka satmaktır ki tam bir sapıklıktır.
İnsanın bir de ihtiyârî; özgürlük alanına giren fiilleri vardır. İnsan, aklı ile bu fiilleri yapıp yapmamaya karar verir. Tam özgürdür. Yüce Allah (cc), insana bu hususta hiçbir zorlama yapmaz. Çünkü O, insana emânet vermiştir.16 Birçok İslâm ālimi emâneti akıl, irâde, özgürlük olarak ifâde etmiştir. İmam Şâfiī (ö. 204/820) ise emâneti Allâh’ın (cc) gönderdiği dînî teklifler, emirler, yasaklar olarak tanımlamıştır. Bunlardan yola çıkarak şöyle bir şema çizebiliriz:
Şekil 2’de görüldüğü gibi, Yüce Allah (cc) peygamberleri vâsıtasıyla îmânı da küfrü de, güzeli de çirkini de, hayrı da şerri de, iyiyi de kötüyü de tanıtmıştır. Kehf Sûresi’nin 29. âyetinde belirtildiği üzere netîcesine katlanmak kaydıyla:“De ki: Hak Rabbiniz tarafından gönderilmiştir. Artık dileyen îmân etsin, dileyen de küfretsin.” buyurmuştur. Bir başka âyette ise insan özgürlüğüne müdahale edilemeyeceği şöyle anlatılmıştır: “Dosdoğru yol ile sapıklık birbirinden kesin hatlarla ayrılmıştır. Bu sebeple dinde zorlama yoktur.”17 Bu âyet insanların dînî tercihlerine baskı yapmanın yanlışlığını vurgular. Hattâ insanların iyiyi tercîh etmesi için, yapılan en küçük iyiliğe birden yedi yüz katına, bāzan da sonsuz sevap vermeyi Allah Teālâ vaad etmiştir. Kötülüğe karşılık verilen cezâ ise bire birdir. Bu gösteriyor ki insan, aklını kullanarak Allâh’ın (cc) koymuş olduğu iyi ve güzel şeyleri tercîh etmeli ve her türlü kötülükten kaçınmalıdır. Allah (cc), insanları iyiliğe de kötülüğe de zorlamaz. Fakat insanların iyilik ve kötülüğü yapacaklarını önceden bilir. Fakat bu bilişi onları icbâr etmez. Bütün mahlûkātın ilmi O’nun ilmi yanında bir katre değerinde bile değilken, mutlak ālim olan Allâh’ın (cc) önceden olayları bilmesinden daha doğal bir şey yoktur. Olayı şu örnekle açıklığa kavuşturabiliriz: Allah Teālâ’nın yarattığı evreni ve uzayı keşfeden insanlar sınırlı ilimleri ile hangi günde hangi saatte hangi sâniyede güneşin veya ayın tutulacağını, dünyâmızın çevresinden geçecek olan bāzı gezegenleri isimleri ile bilmekte ve ansiklopedilere, takvimlere yazmaktadırlar. Sormak gerekir: Eğer insanlar takvimlere yazmasaydı, ansiklopedilere kaydetmeseydi, güneş ve ay tutulmayacak mıydı? Veya gezegenler yörüngesinde hareket etmeyecek miydi? Bu soruya cevap olarak hayır diyebiliyorsak ve “Takvime yazılmasının, ansiklopediye kaydedilmesinin olayın meydana gelmesiyle bir ilgisi yoktur.” tezini savunuyorsak o zaman Allâh’ın (cc) daha önceden olayları bilmesinin de, bizi o olayların gerçekleşmesine zorlamadığını kabûl etmek zorundayız. Kısacası, Allah (cc) ilmi ile bilir ama kimseyi herhangi birşeye zorlamaz. Çünkü insan, O’nun tarafından özgür bir varlık olarak yaratılmıştır. Bu sebeple, insanın evrendeki yerini bilmesi; edilgen bir varlık olmadığını kabûl etmesi gerekir. Ne kātil kātillik günâhını, ne ayyaş sarhoşluk günâhını, ne hırsız hırsızlık günâhını, ne de zinâkâr kimse zinâ suçunu kader mahkûmu çerçevesinde kendisini aklayarak Yaratıcıya yükleme sapıklığına düşmemelidir. Dileyen kendisidir; hayâtın öznesidir. Allah Teālâ, kulu neyi dilerse onu yaratır. Netîcesine katlanmak kaydıyla insan her istediğini seçmekte hürdür.
Dipnotlar:
1 Nisâ 4/82.
2 Fecr 89/16.
3 En’am 6/91.
4 Enbiyâ 21/87; Nahl 16/86.
5 Kamer 54/12.
6 Furkan 25/2.
7 Mü’minûn 23/18.
8 En’am 6/59.
9 Kaf 50/16.
10 Zümer 39/69.
11 Cuma 62/10.
12 Ahzab 33/36.
13 İsrâ 17/23.
14 En’am 6/2.
15 Enfal 7/42.
16 Ahzab 33/72.
17 Bakara 2/256.
Mart 2022, sayfa no: 8-9-10-11-12
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak