Ara

İstanbul Seferi

İstanbul Seferi

Sabah namazının ardından havalimanına giderken yağan yağmur, bu İstanbul yolculuğunun rahmet ve bereketle geçeceğinin müjdecisiydi. Bağrında Ebû Eyyûb el-Ensârî'yi bulunduran Azîz İstanbul zâten bambaşka iken, bir de Elif Efendi Dergâhı'nda bekleyen Sultan bu şehri daha da bir bambaşka kılmıştı. Bulutların üzerinden geçerken, istemsizce dilden şu mısrâlar dökülüyordu:

Erdik gül mevsimine,

Bugün güller derilsin,

Pîrimin meclisine,

Gelen ruhlar dirilsin

Yollar uzadıkça uzadı, bir sanki yüz bin oldu. Trafikteki herkes, sanki bu özlemin daha da artması için hazırlanmıştı. Öyle ya, Sultānı özlemek bile ne güzel şeydi!

Elif Efendi Hazretleri'nin rûhâniyeti sanki kapıda her gelen misâfiri (ancak velîlerde olabilecek) bir tevâzu ile karşılıyor, 'Hoş geldin!' sözü gül dallarına konmuş kuşların lisânı ile kulağa değil, gönüle işliyordu. Dergâhın duvarları insana güler mi? Elif Efendiler'le, Es'ad Erbilî Efendiler'le göz göze gelmiş, nazarına mazhar olmuş duvar, sıradan bir duvar olabilir mi? Ağırladıkları Sultānın sevinci ve neşesi ile duvarlar dahi gülerek karşıladı bizi! Varın hizmet eden bahtiyarların samîmiyetini siz düşünün! 

İlk durağımız Beşiktaşlı Yahya Efendi oldu! Şâirin: "Gayret et gönle gir “benimdir” desin, Sultan kölesini atmaz kurbânım!" dediği gibi, Sultanla yapılan ziyâret, yalnız yaptığımız ziyâretler gibi olmayacaktı. Rasûlullah Efendimiz'in Hazret-i Ebûbekir için söylediği söz akla düşmüştü: Büyüklerin kıymetini yine büyükler bilir! Yahya Efendi de bu hakîkat gereği dergâhın mihmandârı kedilerini dahi bu kıymetli misâfirin gelişine hazırlamıştı. Girişteki merdivenlere hürmetle dizilen kediler, ādetâ kendi hâl dilleri ile Sultāna "hoş geldin" diyorlardı. Bir yanımızda tüm ihtişâmıyla masmavi deniz, bir yanda Yahya Efendi, bir yanda Sultan! Aman Allâh'ım bu bir rüya olmalıydı! Ve bu rüya hiç uyanmak istemediğimiz bir rüyaydı! Bereketli yağmur eşliğinde Yûşâ Tepesi'ne geçildi. Mûsâ aleyhisselâm'ın yol arkadaşı olan Hz. Yûşâ (as), sanki Hızır (as) ile buluşmadan yenice dönmüşçesine karşıladı bizi. İstanbul'da geçilen her bir cadde-sokak ādetâ bambaşka bir havaya bürünüyordu. Susuzluktan kurumuş toprağa düşen yağmur tanesinin verdiği huzuru andırır bir sohbete nail olduk günün akşamında. Gelenler, kulağından ziyade gönül kapılarını açmışlardı adeta…

Ve gece! Öyle bir gece ki nice gündüzleri kendisine imrendiren bir gece… Senelerce hasretinden uykusuz geçen geceleri unutturan, ancak bu seferde sevincinden uyutmayan bir gece. Elif Efendi’nin mânevî himayesinde, Sultan'ın bir duvar ötesinde bir gece… İnsan hem sabah olmasın istiyor, hem de sabah olup Sultana kavuşmak için sabırsızlanıyor.

Sabah namazı için Yeraltı Camii'ne gidildi. Camii'nin girişinde sahabeden Amr bin Âs, Vehb bin Hüseyrâ ve Sufyan bin Uyeyne (Allah onlardan râzı olsun) gelenleri karşılıyordu. Sabah namazında Sultanın okuduğu Necm Sûresi, adeta gönüllerimizi Mi'rac'a taşıyordu.

Ebû Eyyûb el-Ensârî'ye yapılan ziyâret ayrı bir bereketti. Hazret-i Peygamber (sav)'e ev sāhipliği yapan bu zât, sanki yanında Peygamberin gül kokusunu getirmişti İstanbul'a! Bu mübârek kokunun nice dertli gönüllere merhem olduğu besbelliydi! Her biri ötekinden farklı pek çok insan akın akın ziyârete koşuyordu. Kendince selâm veriyor, dualar ediyordu. Bir kez daha anladık ki; "Allah yolunda ölenler ölmüyor!" (Bakara, 154.) Cenab-ı Allah, adetâ sālih kullarının ruhlarını süsleyip insanlara gösteriyordu. Ve hal diliyle Kutlu Sahabî adetâ bize şunu söylüyordu: "Allah sevdiği kullarının ruhlarını, (rahmetinin tecellîsi olarak) kullarının ruhlarıyla düğümler!" Biz de bu nasihate kulak verip, cuma namazından evvel Sultān'ın buyuracağı sohbetten mahrum kalmamak için Ebû Eyyûb el-Ensârî'den müsâade istedik.

Elif Efendi Dergâhı bu dünyâdan çok uzaklarda, cennete çok yakın bir yerdi sanki! Yûnus'umuzun 'Sizin dergâhınıza eğri odun giremez Şeyhim!' sözünü duymuş olmalılar ki her bir ağaç, yaprağını dahi özenle büyütmüş gibiydi. Dergâha geldiğimizde, Sultan bahçede tefekkür halindeydi. Özenle hazırlanmış meyve tabağındaki tüm meyveler, "Allahım! Bizi Salihler yesin, ibadet yolunda tüketsin" dualarının kabulü gereği şükür halindeydi. Tevhidhānede heyecanlı bir bekleyiş içindeydi cümle ihvan. Her birinin samîmî bakışı Hacı Hasan Efendi hazretlerinin şu dizelerini haykırır gibiydi: 

Kavuştu birbirine Şems ile Kamer

Mevlâ'yı zikretti, büsbütün damar

Şehrimize kuruldu bir azîm fener

Teveccüh isterim, Sâmî Efendim

Cem oldu ulemâ, buyurdu sohbet

İlm ü a’mâline ettiler hayret

Herkese hâlince geldi bir gayret

Teveccüh isterim, Sâmî Efendim

Cuma namazının akabinde, "Kâinat bize ne söyler?" tefekkürü için Sultan ile birlikte deniz turuna geçildi. Deniz bir başkaydı bugün! Gökyüzü bir başka! Denizdeki balıklar daha bir başka! Büyük bir vakar ile yapılan sohbet ve denize dâir okunan âyetlerin hulâsası sanki şu idi:

"Deniz Allâh'ın kesesi, Gökyüzü Allâh'ın sandığı, Yeryüzü Allâh'ın hazînesi!" 

Ufukta akşam güneşi batarken, yüreğe bir sızı dokundu! Kavuşma ne kadar sürurluysa, ayrılık da o kadar hüzünlüydü. İki gün boyunca hiç kesilmeyen yağmur, yerini âşığın gözyaşlarına bırakmıştı. Gelirken sevince eşlik eden bulutlar, şimdi hüznü tesellî ediyordu.

Defalarca geldiğimiz İstanbul, bu İstanbul olamazdı! Bir Hak Dostu koca bir şehiri bambaşka bir şehir yapıyordu. Belki de bizim gözümüzdeki perdeleri açıyordu da, ilk kez İstanbul hakikatiyle bize görünüyordu. Yol boyunca yanımızdan ayrılmayan kalemde teveccühe mazhar olmalı ki şu satırlar dökülüyordu ucundan;

Allah Teâlâ ne acayip yaratmıştır insanı! Bir adam kalb doktoru bile olsa kalbini göstermek için gene bir doktora ihtiyaç duyar. Kendi sînende, içinde olan kalbinin bırak düşüncelerine ve duygularına hâkim olmayı, kan pompalamasına ve atışına bile müdahale edemezsin.

Anne babamız okuma-yazma bilirler lâkin biz okumayı öğretmenden öğreniriz. Anne babamız da namaz kılar ama biz dînî tahsilimizi bu işte ehil bir hocadan öğreniriz. Nice fen ilimlerini muhakkak alanında uzman bir eğitimciden öğreniriz. Peki neden? Evimize alıp bir tıp kitabını, doktor olsaydık ya! Ancak biliriz ki, ilim kitaptan öğrenilmez, insandan öğrenilir. Bu sebeple, kendisine kitap verilmeyen binlerce nebî olmasına rağmen, insanlık târihi boyunca bir peygamber olmadan gönderilen tek bir ilâhî kitap yoktur. Hikmeti şu olsa gerek; Allah, insana kitaptan değil, insandan tecellî eder!

Bu sebeple bizlere Hakk'a vâsıl olmanın yolunu târif eden sālih kimselere; öğretmen, hoca değil de Mürşid-i Kâmil denilmiştir. Mürşid, (sâdece) öğreten değil kişiyi irşâd edendir. Kişi, bir mürşid-i kâmilin tedrîsinde rüşd sāhibi olur. Rüşd sāhibi odur ki, iyi ile kötüyü ayırt etmekle kalmaz, ilâveten iyiyi yapma husûsunda güç ve kuvvete sāhip olur! Örneğin şehir trafosundan gelen elektriğin direkt evimize bağlanması halinde tüm elektrik sistemimiz çöker! Evimizde olan tüm teknolojik âletler kullanılamaz hâle gelir. Buradan anlıyoruz ki, Mürşid-i Kâmil; kişinin kendi gönül fişini, Muhammed Mustafa (sav) trafosuna bağlamak için ihtiyaç duyduğu mānevî prizdir. Hiç kimse güneşe gözlük olmadan (çıplak gözle) bakamaz. Demek ki Mürşid-i Kâmil; Nûr-i Muhammedî güneşine bakabilmesi için lâzım gelen gözlüğü kişinin gözüne takan kimsedir. 

Şems-i Tebrizî'nin gidişinden sonra yüzü gülmeyen Mevlânâ hazretlerine çevresindekiler sorarlar: "Ey bizim canımız Mevlânâ'mız! Sen zâten her şeyi biliyordun. Bu Şems sana ne öğretti ki böyle yüzün gülmez oldu?" Hazretin verdiği cevap çok mânidardır: "Şems bana bir şey öğretti: 'Dünyâda bir tek mü'min üşüyorsa, ısınma hakkına sāhip değilsin!' Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü'minler var; ben artık ısınamıyorum. 'Dünyâda bir tek mü'min aç ise, doyma hakkına sāhip değilsin!' Ben de biliyorum ki pek çok aç insanlar var, ben artık doymuyorum!" Velhâsıl Mürşid-i Kâmil; insana bir kalbinin olduğunu hatırlatan kimsedir. 

Allâhım! Sev bizi, Sevdir bizi, Sevindir bizi, Sevdiklerinle dost et bizi! Hiç ayrılıkların olmadığı cennet yurdunda sālih kulların ile hemdem et bizi!

Haziran 2023, sayfa no: 26-27-28-29

Abone Ol

En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!

Sosyal Medya Hesapları

Mesaj Bırak