İlmin sebeplerinden birisi de haberdir. Haber, duygularla algılanıp nakledilen söz veya yazının içerdiği bilgidir. Sözlükte “bir nesneyi gereği gibi bilmek için yoklayıp sınamak” anlamına gelen hubr (hıbre) kökünden türemiş bir isimdir. Terim olarak “geçmişte meydana gelen veya gelecekte vukû bulacak bir olayı bildiren söz, mâhiyet itibâriyle doğru ve yanlış olma ihtimâli bulunan söz” gibi farklı şekillerde tanımlanmıştır. Bu tanımların ortak noktaları haber konusunun duyularla algılanabilir olması, vahye dayanmışsa geleceğe de âit olabileceği hususlarıdır.1 Kur’ân-ı Kerîm’de hubr masdarı iki âyette, haber de iki ve cemi ahbâr üç âyette geçmektedir. Esmâ-i hüsnâdan olup “herşeyin iç yüzünden haberdâr olan” mânâsına gelen habîr ise kırk dört âyette yer almakta, bir âyette “bilen, vâkıf olan” anlamında kula nisbet edilmektedir. Yine haber anlamına gelen nebe’ kelimesi çoğul siğasıyla ebâ birlikte yirmi dokuz âyette yer almakta, kökünü oluşturan nübûe ile nübüvvet bundan türemiş fiiller ile altı nebî kelimesi çoğul siğasıyla (nebiyyûn, enbiyâ) seksen yerde geçmektedir. Nebe’, kesin haber demektir. “Çok geçmeden (Hüdhüd) gelip: Ben, dedi, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe’den sana çok doğru (ve önemli) bir haber getirdim2 ve yine “Ey îmân edenler! Eğer fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişmân olursunuz3” âyetinde olduğu gibi. Fâsık ile “nebe’”nin nekre olması şuyu’ içindir. Herhangi bir fâsık, herhangi bir nebe’ demektir. Zîrâ şart tarafı müsbet olmakla birliklikte âm, nehi tarafında ise hâstır denilmeyip de şek ifâde eden ile ifâde edilmesi mü’münlerin fâsıklara aldanmayarak uyanık bulunmalarının gerektiğini ifâde eder. Herhangi bir fâsık herhangi bir nebe’ (haber) getirdiği vakit demektir4. Rağıb el- Isfahânî ‘nebe’ kavramının “mâhiyet itibâriyle doğru veya yanlış olma ihtimâli bulunan söz” anlamındaki haberden üç bakımdan farklı nitelik taşıdığını söyler:
- a) Önemli ve etkili bir olayı konu edinmesi, en azından zann-ı gâlip durumunda bulunması,
- b) Aslında nebe’ derecesindeki bir haberin gerçeğe aykırı olmaması,
- c) Dolayısıyla nebe’, Kur’ân’da hem “ilim” hem de “haber” anlamında kullanılmış olmasıdır.
Haber ve Hadis Haber aynı zamanda hadisle eş anlamlıdır. Hadis5, Peygamber (sav) tarafından, haber bunun dışındaki şeyden kaynaklanır. Bundan dolayı târih, siyer ve benzeri şeylerle meşgûl olanlara haberciler anlamına gelen denilmiştir. Sünnet-i nebeviyye ile meşgûl olanlara ise muhaddis denir. Her hadis haberdir, fakat her haber hadis değildir. Böyle olunca hadis haberin kapsamı içinde olur6. Haberin Nevileri Haber ya mütevâtir, ya meşhur, ya müstefiz, ya garip diğer bir ifâdeyle ferd, yâhud da aziz olur. Aynı zamanda haber anlamını da içeren hadîsin diğer kısımları hadis usûlünün konusudur7. I-Haber-i Mütevâtir (Mütevâtir Haber) A-Akâid ve Kelâm Açısından Doğru haber kelâm literatüründe iki kısma ayrılmıştır: 1-Haber-i Mütevâtir: “Yalan söylemek üzere ittifâk etmelerini aklın imkânsız gördüğü bir topluluğun verdiği haberdir”. Meselâ geçmiş dönemlerde yaşâyan milletlerle çeşitli ülke ve şehirlerin varlığı mütevâtir haberle bilinir8. Bir haberin mütevâtir sayılabilmesi için bâzı şartları taşıması zorunlu kılınmıştır:
- a) Haberin, yalan üzere ittifâk etmeleri aklen imkânsız görülen ve farklı zümrelerden oluşan
bir topluluk tarafından, haber konusunun oluştuğu dönemlerden itibâren kesintisiz olarak her devirde nakledilmesi,
- b) Haberi nakleden ilk topluluğun habere konu olan olayı duygularıyla ve bu topluluğun yaptığı gözlem sonucunda her türlü şüpheden kurtulup kesin bilgiye ulaşılması,
- c) Haberi veren topluluğun yalan söylemesini gerektirecek sebeplerin bulunmaması,
- d) Mütevâtir haberin aklın imkânsız gördüğü bir bilgiyi ihtivâ etmemesi. Mütevâtir haberi nakledenlerin müslüman olmaları ve adâlet sâhibi olmaları şart değildir. Mütevâtir haberi nakleden topluluğun sayısı konusunda 3’ten 300’e kadar farklı rakamlar ileri sürülmüştür9.
Tevâtür İki Kısımdır 1-Lafzî Tevâtür: Haberin naklinde rivâyetçilerin sözleri birbirine uyumlu olan haberdir ki mütevâtir deyince bu mânâyı andırır. Lafzî mütevâtirin en yüksek tabakası Aleyhissalât ve’s-selâm tarafından naklolunan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Sünnette de -az da olsa- rivâyetin çokluğu hasebiyle mütevâtir olan bâzı haberler vardır. 2-Mânevî mütevâtir yâhud mânâ cihetinden mütevâtir, aralarında az çok ortak yönleri bulunan çeşitli hükümleri râvîlerin ayrı ayrı sözlerle nakletmeleriyle sübut bulan ortak mânâdır. Meselâ Hz. Ali’nin yiğitliğini, Hatem-i Taî’nin cömerliğini ifâde eden değişik kıssalar birçok kimseler tarafından nakledilseler; hiçbiri Ali yiğittir, Hâtem cömerttir dememiş olsalar da o nakillerin içeriğinde ortak değer olan Ali’nin yiğitliği ve Hâtem’in cömertliği bellidir. Mânevî Tevâtür de İki Kısımdır a- Biri “sükûtî”dir. Meselâ bir toplum içinde bir adam, o toplumun nazarı altında bir olayı haber verse; cemaat onu yalanlamaz sükût ile karşılarsa, kabûl etmiş gibi olur. Özellikle, haber verdiği olayda cemaat onunla ilgilense, hem tenkîde hazır ve hatâyı kabûl etmez ve yalanı çok çirkin görür bir topluluk olsa, elbette onun suskunluğu o olayın vukuuna kuvvetle delâlet eder. b- Sarîhî: Tevâtür-ü mânevînin ikinci kısmı şudur: Meselâ “Bir tabak yemek iki yüz adamı doyurmuş” denilse; fakat onu haber verenler, ayrı çeşit ve şekillerde haber veriyor. Fakat genel olarak aynı olayın vukuunda birleşiyorlar. İşte bu mutlak hâdisenin vukuu; mânen mütevâtirdir. Kesindir. Şekil değişikliği ise zarar vermez. İşte, Resûl-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’dan bize naklolunan mûcizeleri ve nübüvvetine âit delillerin çoğu tevâtür ile sâbittir. Bunlar ya sarih ya da mânevî ya sükûtîdir ve bir kısmı da böylece “Haber-i vâhid” iledir. Fakat böyle şartlar içinde, tenkitçi muhaddisler nazarında kabûle şâyân olduktan sonra, tevâtür gibi kesinlik ifâde etmesi gerekir. Evet, muhaddislerin, araştırmacılardan “Elhafız” tâbir ettikleri zâtlar, en az yüz bin hadîsi ezberlemiş binlerce muhakkık muhaddisler, hem elli sene sabah namazını yatsı abdesti ile kılan müttakî hadisçiler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte sâhipleri olan ilm-i hadis dâhilerinin tashih ve kabûl ettikleri haber-i vâhid, kesinlikle tevâtürden geri kalmaz.10 Mütevâtir haber de her cihetten sahih olup isnad ilminin konusu dışındadır. Tevâtür için senet aranmaz. Zîrâ ilm-i isnâdda rivâyetçilerin sıfatı yâni adâlet ve hıfzı ile kullandıkları ifâde tarzına bakılır. II-Haber-i Resûl: Nübüvveti mûcize ile kanıtlanmış peygamberlerin verdiği haberden ibâret olup bu tür haberin kaynağını oluşturan kişinin gerçek peygamber olup olmadığını akıl yürüterek kanıtlamak gerektiğinden haber-i resûl ile zarûrî değil istidlâlî (aklî) veya iktisâbî bilgi meydana geldiği ve bunun kesinlik açısından zarûrî bilgiye benzediği kabûl edilmiştir. Kelam âlimleri haberi sâbit oluşu bakımından üçe ayırmışlardır:
- A) Mütevâtir Haber: Yalan söylemek üzere ittifâk etmelerini aklın imkânsız gördüğü ashab topluluğunun Hz. Peygamber’den duyup tâbiîn nesline, aynı şekilde tebeu’t-tâbiîne, bunların da daha sonraki nesillere aynı lafızlarla rivâyet ettiği haberle, yine sahabilerin Peygamber (as)’da müşahede ettikleri ve aynı şartlarla aktardıkları davranış ve olaylardır.
- B) Müstefiz Haber: Tevâtür derecesine ulaşmayan, sahabilerin Hz. Peygamber’den naklettiği rivâyetin tabiin ve daha sonraki nesiller tarafından nakledilmesiyle oluşan haberden ibârettir; “meşhur haber” diye de bilinir.
- C) Âhad Haber: Ashabdan son nesle varıncaya kadar tevâtür derecesine ulaşmayan râvîlerin rivâyetiyle sâbit olan haberdir (haber-i vâhid). Sübut açısından kesin olmayan bu nevi haberler akâid konularında kesin delil teşkîl etmez.11
Kaynaklarda yer alan bilgilerden kelâm âlimlerinin çoğunluğunun haberin kesin bilgi kaynağı oluşturduğu noktasında ittifâk ettikleri anlaşılmaktadır. B-İslam Hukûku Açısından: Haber-i vâhidin inanç ve davranış belirlemede hüccet olup olmadığı konusu etrâfında geniş tartışmalar olmuşsa da bunlar arasında haber-i vâhidin özellikle şer’î-amelî konulardaki değeri, diğer bir ifâdeyle müçtehid açısından değeri konusu ayrı bir önem taşır. Haber-i Vâhidin Bilgi Değeri: Haber-i vâhidle ilgili tartışmaların özünü haber-i vâhidin ilim ve amel yönüyle değeri oluşturmaktadır. Usûlcülerin çoğunluğu haber-i vâhidin bilgi kaynağı olmadığı görüşündedir. Bu görüşte olanlar bunu “haber-i vâhid bilgi gerektirmez” şeklindeki kalıplarla ifâde etmişlerdir. Bunun anlamı, haberin yalan olmasının veya haber hususunda vehme düşülmüş bulunmasının mümkün oluşudur. Dünyevî işlerde, fetvâ ve şehâdet (şâhitlik) konularında haber-i vâhidle amel etmenin câiz olduğunda görüş birliği mevcuttur. Tartışma konusu olan husus, haber-i vâhidin şer’î-amelî konularda müçtehidler arasından hüccet olup olamadığıdır. Diğer bâzı şeyleri alâmet kıldığı gibi şâri’in gâlip zannı hüküm için alâmet yapması câizdir. Nitekim şâhitlerin şâhitliğine dayanarak hüküm verme, fetvâya göre hüküm, gözle görülmediği zaman kıbleye yönelme gibi hususlar bu düşünceyle temellendirilmektedir. Eğer bu alâmetlere, meselâ şâhitlerin şâhitliklerine dayanarak hüküm verilmeyecek olsa haksızlıklar giderilemez ve haklar alınamaz. Şer’an mûteber olan her zan şer’î bir asla dayandığı için mûteberdir (Şâtıbî, IV,63). Haber-i vâhidle amel etmenin vâcip oluşu da doğruluğunun zannedilmesi durumunda amel etmeyi gerektiren kesin bir delille bilinmektedir. Bu durumda, tıpkı iki kişinin şâhitliğiyle veya dâvâlının yeminden kaçınması durumunda dâvâcının yeminiyle hüküm vermenin gerekli oluşu gibi haber-i vâhidle hüküm vermek gerekir. Bir kişinin haberi veya iki kişinin şâhitliği meselesinde biz bunların doğruluklarını bilmekle değil doğruluk zannının oluşması durumunda amel etmekle mükellefiz. Her iki halde de zan oluşmaktadır ve bunlarla amel mümkündür. Bu durumda bir kişinin haberi ve iki kişinin şâhitliği yalan bile olsa biz doğru davranmışızdır. Buna karşılık sâdece bir kişinin şâhitliğine dayanarak amelde bulunacak olursak bu tek kişi doğru söylemiş olsa bile biz hatâlı davranmış oluruz. Bu yaklaşım biçimi, “Zandan kaçının; bâzı zanlar günahtır” (el-Hucurât 49/12); “Şeytan size kötülüğü, çirkinliği ve Allah katında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder” (el-Bakara 2/169); “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme” (el-İsrâ 17/36); “Biz bildiğimizden başkasına şâhitlik etmedik” (Yûsuf 12/81) meâlindeki âyetlerin muhtevâsının haber-i vâhidle ameli geçersiz kıldığı şeklindeki itirâzı da bertarâf etmiş olmaktadır. Çünkü haber-i vâhidle amel edildiğinde zan ile değil icmâ yönünden bilgi ile amel edilmiş olmaktadır. Haber-i vâhidle amelin aklen câizliğini savunanlara göre, doğruluğu husûsunda zann-ı gâlip oluşması durumunda haber-i vâhidle amel -iki zıddın bir araya gelmesi gibi- bizzat imkânsız bir duruma yol açmadığı gibi bir mefsedete de yol açmaz. Hiçbir aklî maslahatla çelişmediğine göre ve maslahatlar olması da mümkün olduğuna göre haber-i vâhidle amel aklen mümkündür. Gâlip zan maslahatın gerçekleşmesinin bir alâmetidir. Öte yandan haber-i vâhidle yalan ve hatâ ihtimâli onunla amel edilmesine, mefsedet ihtimâli de zann-ı gâlibe dayanmaya engel değildir. Bütün haber-i vâhidi kabûl etmek veya hepsini reddetmek uygun olmayacağına göre gâlip veya râcih olanla amel etmek gerekir. Böylece “Tek kişinin haberiyle amel gerekliyse ayırım yapmadan her kişinin haberiyle amel edilmelidir” şeklindeki karşıt gerekçeye de cevap verilmiş olmaktadır. Çünkü her haber-i vâhidle değil sıhhat şartlarını kendinde toplamış haber-i vâhidle amel edilmektir. Hz. Peygamber’in (sav) civar bölgelere tek kişileri idâreci, kadı, zekât memuru ve elçi olarak göndermesi de bu konuda gerekçe gösterilir. Resûl-ü Ekrem bu tek kişileri zekât toplamak, anlaşma yapmak ve şer’î hükümleri, helâl ve harâmın ayrıntılarını tebliğ etmek üzere göndermiş, bunların Hz. Peygamber’in (sav) emirlerini nakletmeleri âhad yoluyla olmuştur. Bu kişiler için ismet söz konusu olmadığına göre her birinin haberi zannîlik özelliği taşımaktadır. Rivâyetin fetvâya kıyâs edilmesi de bu konuda delil olabilir. Her ne kadar müftünün verdiği fetvânın zan kaynaklı olması muhtemelse de avâmın müftüye uyması ve onu tasdîk etmesinin vâcip olduğunda icmâ vardır. Hakkında şüphe duyulmadığı bir haberi nakleden kişinin tasdîk edilmesi ise evlâdır. Haber-i Vâhidin Kabûl Şartları: 1-Aklın muktezâsına aykırı olan haber-i vâhid kabûl edilmez; çünkü şer’ aklın mümkün gördüğü şeyleri gerektirir. 2-Kitap ve mütevâtir sünnetin muktezâsına, birinin isbât ettiğini diğeri nefyedecek biçimde aykırı olan haber-i vâhid kabûl edilemez; zîrâ bu durum onun ya mensuh ya da asılsız olduğunu gösterir. 3-İcmâa aykırı olan haber-i vâhid de böyledir. Çünkü böyle bir haber mensuh olmayıp sahih iken aksi yönde ümmetin icmâ etmesi câiz değildir. 4-Herkes tarafından bilinmesi gereken bir şeyi sâdece bir kişinin rivâyet etmesi veya tevâtür ehlince rivâyet edilecek türden bir olayı bir kişinin rivâyet etmesi makbûl değildir12.
Dipnotlar: 1 İslam Ansiklopedisi. “Haber” md, c. 14, TDV. Yayınları, 1996 2 Neml,27/22 3 el-Hucurat 48/6 4 M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c. 6, s. 4456, 4457 5 Hadis, sünnet-i kavliyye demektir, “eser” sünnetle eş anlamlı olup nebevî haber demektir. Bâzen sahabi ve tabiin tarafından rivâyet edilen sözlere de “ahbâr” denir. (Abdulkadir Sâdreddin, ez-Zeria ila imi’ş-şeria, 1311) 6 İbn Hacer el-Askalânî, Nübetü’l-fiker fi Istıha-ı ehli’eser, 1288 7 Prf. Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Terc., I,101 8 Şerhu’l-Akâid-i Kestelî, s.33, s. 1313, Dersaâdet 9 Bâzıları zinâ şâhitlerini esas alarak 4, bâzıları bu sayının tezkiye için yeterli olmadığını söyleyerek en az 5 kişinin olmasını, bâzı âlimler İsâ (a.s.) katline şâhitlik eden yedi kişinin sayısını esas alarak 7 kişiye ulaşmasını söylemişler, kimi âlimler cennetle müjdelenen on sahabinin (aşere-i mübeşşere) sayısına eşit olmasını ileri sürmüşler, bâzıları da Mûsâ (a.s.)’ın nâkiplerin sayısını esas alarak 12 tane olmasını ileri sürmüşlerdir (Mâide 5/12); (Şerh-ü Nühbe, talik, s. 2). 10 Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât. s.86, 87, 11 Tarifât "الخبر" md. 12 Bkz. İsl. Ans., c.14, “Haber-i vâhid” md.
Abone Ol
En son haberleri doğrudan gelen kutunuza alın. Asla spam yapmayız!
Mesaj Bırak